Ana içeriğe atla

Kur'an ve Şehir -I-

Şehir ve Devlet'in gelişimi, insanlık tarihinde paralel seyretmiştir. Şehir devletleri (city-states) ifadesi bunun kanıtıdır. Bu açıdan "Kurana Göre Şehir" tanımı aynı zamanda "Kuran'a Göre Devlet" tanımını gerekli kılsa da aslında bu tanımlamalar sorunludur ve iki birbirine benzemezi bir araya getirme garabeti dışında ontolojik olarak da gerçeği resmetmez. Başlıktaki "ve" bağlacı bu nedenle kullanılmıştır.

Şehrin ortaya çıkışının uygarlığın başlamasına koşut olduğu biliniyor. Aslında sadece şehir de değil devlet, yazı, kölelik ve ticaretin eşzamanlı olarak ortaya çıkışı, insanlık tarihinde daha önce benzeri görülmemiş bir değişim ve dönüşüme yol açmıştır. Söz konusu bu başlangıç üzerinde pek çok tez ileri sürülmüşse de genelde tarih ve antropoloji biliminin verileri ile felsefe üzerinden iki türlü bir temellendirme yoluna gidilmiştir.

Birincisi, ilgili kavramların olgusallığı üzerinden meseleyi temellendirirken, ikincisi kavramsal olarak aynı şeyi yapmıştır.

Önce ikinciden başlayalım: Kavramsal olarak Felsefe tarihinde "zeo-bios", "bios-politikos", "zoon-politikon" ya da "vita activa-vita contemplativa" gibi terimler ile ele alınan "boş zaman" kavramı en temelde schole (okul) kelimesiyle temellendirilmiştir.

Yani uygarlığın görünür olduğu şehir, devlet, yazı, kölelik ve ticaret "boş zaman"ın ortaya çıkmasıyla; daha küçük toplulukların yaşam biçimi olan imece ve iş birliğinden daha ileriki bir aşamada, toplumun aşırı büyümesinin sonucu olarak belli bir iş bölümünü gerektirmesi zorunlu hale gelmiştir. İşte uygarlık bu “boş zaman”ın ortaya çıkmasıyla büyük bir ivme yakalamış; fiili eylem ile eylemsizliği ayırt etme temelinde çalışmanın karşıtı çalışmama hali olarak "boş zaman"; iş bölümünün bir neticesi olarak mümkün hale gelmiştir. Bu ayırımın ortaya çıktığı ilk toplum, felsefenin de ortaya çıktığı Yunanlılardı. Onlar, “okul” gibi kurumlar kurarak boş zamanı organize etmeye başlamış; boş olmayan zamanı ascholie ile boş zamanı ise schole kelimesiyle dile getirmişlerdir. Aslında schole kelimesi, basit bir eylemsizliği değil, yaratıcı düşünmeyi ifade ediyordu. Ancak Yunanlılar bu yaratıcı düşünme etkinliğini, başka bir kavramla, theoria ile ifade ettiler. Aristoteles’e göre felsefe yapma işi (theoria), varlığını boş zamana (schole) borçludur. Antik çağ ve Orta çağ boyunca yüksek bir değer olarak görülen "boş zaman" kişinin felsefe yapması ya da dini vecibelerini yerine getirme gibi çok yüce amaçlara ulaştıran bir çalışma alanı olarak görülürken bedensel çalışma çok da değerli olmayan bir eylem olarak nitelendirilmişti. Zaten bu, Yunanlıların "köleci bir toplum" olmalarının da cevabını oluşturur; çünkü tüm Yunan vatandaşlarının hayatını kolaylaştıran ve onların çalışma dışında kalan zamanını artıran kölelik, hiç de olumsuz bir şey olarak görülmemişti.

Özetle insanlık boş zamanın ortaya çıkmasıyla daha fazla theoria yaparak insanlığın tarihini ve talihini değiştirecek etkinlikler yapabildiler. Şehir ve Devletin ilk kez Antik Yunan'da teorik bir zemine kavuşması bunun sonucuydu. Ya da şiirsel ve retorik düzeyde bir yazım faaliyetinden, analitik ve düz metin formuna ilk geçenler Yunanlılar olduğu gibi, Fenikelilerden sonra ilk kez ticareti kolonileştirenler de yine onlardı.

Tarih ve antropolojinin verilerine biraz daha bakalım:

Aslında her şey on bin yıl önce tarımın ortaya çıkışıyla başladı. Avcı ve toplayıcılıktan tarıma geçiş önemli bir dönüşümün başlangıcı oldu. Yakın zamana kadar, MÖ. beş binli yıllara gelindiğinde, dünyanın farklı bölgelerinde şehirlerin yavaş yavaş ortaya çıktığı kabul edilse de Göbeklitepe kazıları bu tarihi biraz daha geriye çektiği söylenebilir. Köyden kasabaya, kasabadan daha gelişmiş formuyla şehre geçiş, yüzyılların belki bin yılların geçmesi ile mümkün oldu. Böylesine uzun yılların geçmesi, bugün bir kısım kayıtlarda, onlarca gelenek ve inancın niçin Mezopotamya'da ya da Mısır’da ortaya çıktığını da göstermektedir. Sümerlerin tarih sahnesine çıkmasıyla daha önce benzeri hiçbir yerde görülmeyen bir dizi yeni gelişmeden; Yazının, Şehrin, Devlet'in, Matematiğin burada gelişme göstermesi bir tesadüfün neticesi değildir. Bu nedenle modern dönem yazarlarının dile getirdiği "Sümer Devrimi" ya da “Tarih Sümerle Başlar” tezi hiç de yabana atılır bir argüman değildir. Ancak yine de tüm bu gelişmeler bir anda olup biten şeyler olmaktan ziyade kendisinden önceki binlerce yıllık gelişmelerle yakından ilgiliydi.

Antik Yunan'da şehir (polis), toplumsal ve siyasal bir örgütleniş biçimi değil, aynı zamanda dinsel, askeri ve ekonomik bir bütünü de ifade ediyordu. Heredot'a göre; Yunanlılar, bu örgütleniş biçimiyle övünüp polisi, uygarlığı barbarlıktan ayıran önemli bir örgüt olarak algılıyorlardı. Her Yunanlı kendini ilk önce bir yurttaş (polites) olarak algılıyor, yaşamı polis gerçeği ile koşullandırmıştı. Polis dışında, o hiçbir şeydi. Polis, aslında hem kente ve şehre ait olanı hem de Devlet'i içeren bir kavramdır. Bu dönemde sayısı büyük bir hızla artan kent devletlerinin büyük çoğunluğu bağımsız devletlerdi, yaşanan büyük değişimler sonucu kent devletleri bir süre sonra daha da gelişti ve genişledi. İtalya'dan Karadeniz kıyılarına, Mısır'da Nil havzasına kadar çok geniş bir coğrafyada koloniler kurdular. Yunan mucizesi denen olgu, aslında şehre (polis) ilişkindi.

Bugün gelinen noktada ise; özellikle son yirmi yıl içinde, insanlık Antik Yunan'daki büyük sıçramaya benzer ikinci bir süreç yaşamakta, daha önce benzeri görülmemiş tarihi bir dönem idrak etmektedir. Geleneksel şehir tasavvurları tümden değişmiş görünmekte; artık "bilişim kentleri" (informatic cities), "dijital kentler" (digital cities) ya da "akıllı şehir/kentler" (smart cities) bir proje olmaktan çıkıp pek çek ülkede uygulamaya konuldu bile. Oysa bugün Müslümanlar hala ilahi bir inayetle, Kuran'dan bir şehir tasarımı çıkarma hevesi peşindeler.

Peki bu mümkün mü?

Sanmıyoruz.

Peki mümkün değilse bunu temelleri nasıl serimlenebilir.

Doğrusu MS. 7. Yüzyıla gelindiğinde, şehre ilişkin gelişim süreci, en azından Arap coğrafyası için doğru orantılı olmamıştır. Aslında aynı iddiayı bugüne taşımak da mümkün; Mekke ve Medine dahil Hicaz bölgesinde yer alan şehirlerin durumu dünyadaki gelişmelerle uyumlu olmadığı ortadadır.

….

"Kuran ve Şehir" üzerine konuşmak aslında büyük oranda 7. Yüzyıl Mekke ve Medine'si üzerine konuşmak demek olduğundan bu iki kentin, kutsallık vurgusu paranteze alınarak analiz edilmedikçe konunun açıklık kazanması pek mümkün görünmemektedir.

18. yüzyıl bir Mekke gravürü. 

(d'Ohsson, Tableau général de l'Empire Ottoman,
Paris 1787-1820, II, IV, 45)


Her şeyden önce, Kuran'ın büyük kısmının Mekke'de geri kalanın da Medine'de vücut bulması, surelerin ve ayetlerin ilk kimlik bilgilerinin bu iki şehre aidiyeti ile doğru orantılıdır.

Kuran'da şehre ilişkin temaların varlığı iki türlüdür. Birincisi onda şehre ilişkin kelimelerin ifade ettikleri anlam alanının belirlenmesi, diğeri ise bir kısım kıssalarda ve temsillerde, bazen örtük bazen açık olarak geçen yerleşim yerlerine yapılan atıfların tespit ve tayin edilip bunların şehircilik açısından ne anlama geldiğinin gösterilmesi.

Şehir-kasaba-köy gibi kavramları ima eden karye, medine, mısır, beled, arz, dar gibi Kuran’da geçen kelimelerin belli bir yerleşim yerini ifade ettiği çok açıktır. Ayrıca çok sayıda olmasa da bazı şehir isimlerine de açık ve kapalı temas edildiği görülmektedir.

Köy-kasaba ve şehir ayırımı aslında siyasal bir örgütlenmeyi gerektirdiği için Devlet’in olmadığı yerde bu ayırımların neye tekabül ettiği ayrıntılı bir çalışmanın konusu olarak şimdilik bir yana not edelim. 7. Yüzyıl Mekke ve Medine başta olmak üzere Hicaz bölgesi Araplarının “Devletsiz bir toplum” oldukları dikkate alındığında, Kuran’da yer alan karye, medine, mısır, belde ve dar gibi kelimelerinin arasındaki farklılık siyasal anlamda bir devlet yapılanmasındaki anlamdan farklı olduğu ortaya çıkar. Söz konusu bu kavramlar içinde diğerlerine nazaran karye daha ön plana çıksa da ya da daha büyük bir yerleşim yerini, şehri ima etse de kelime modern Arapçada tam da köyün karşılığıdır. Mesela Kuran’a göre Mekke bir karyedir. Ama etraftaki diğer karyelere göre bir adım öndedir. Ancak bu önceliğin nedenlerini şimdilik biraz erteleyerek, Kuran’da şehre ilişkin atıflara genel olarak göz gezdirelim:

Mekke ve Medine (Yesrib) dışında, bir yerleşim bölgesi olarak Huneyn, Kudüs (!), Şuayb peygamberin gönderildiği topluluktan ziyade şehir vurgusu hissedilen Medyen, Harut ve Marut'un yaşadığı söylenen Babil, Yakup, Yusuf ve Hz. Musa'nın bir dönem yaşadığı anlaşılan Mısır, Doğu Roma (Bizans) olarak bilinen devletin sınırlarında yer alan edna'l-ard denen bölge, Yasin suresinde aksa'l-Medine olarak geçen (Antakya) yer, liman kenti olduğu anlaşılan deniz kıyısında bir şehir (hâdırate'l-bahr), Sebe devletinin başkenti olduğu anlaşılan ve Kuran'da "belde-i tayyibe" olarak nitelenen şehir, Ad kavminin yaşadığı yerleşim bölgesi olarak İrem, Yunus peygamberin yaşadığı söylenen (muhtemelen) Ninova ve nihayet Lut kavminin yaşadığı dile getirilen, birkaç kentin birleşmesinden meydana gelen Mütefikat ilk dikkat çekenlerdir.

Kuşkusuz bunlardan başka şehir ve yerleşim yerlerini ima eden ifadeler bulmak mümkündür. Dikkat edilirse dile getirilen ve ima edilen şehirlerin tamamı Ortadoğu bölgesine ait şehirlerdir. Bu bölgenin dışında bir şehre ya da yerleşim yerine atıf yapıldığı pek görülmez. Mesela Avrupa, Amerika, Asya, Avustralya ve Afrika şehirlerine Kuran’da atıf bulmak mümkün değildir. Sadece Peygamberin bilincinde değil, davete muhatap olanların zihninde de Ortadoğu bölgesinin dışında uygar dünyanın inşa ettiği önemli büyük şehirlerin mevcut olmaması ve bunun Kuran’a yansımaması onun açısından bir eksiklik teşkil etmez.

Doğrusu dile getirilen yerleşim yerlerinin coğrafi olarak tespit ve tayini üzerinde yapılmış Kuran coğrafyası ya da Kuran Atlası tarzı bir kısım çalışmalar varsa da bunların yetkin ve yeterli olduğu söylenemez. Sadece harita bilgisi bu konuda bir fikir verse de bunun siyasal (haritaların) veriler(iy)le ve  antropoloji bilimiyle de karşılaştırmalı ele alınmadan sağlıklı ve doğru neticelere ulaşmak mümkün görünmemektedir.

Kuran’da geçen Ortadoğu şehirleri bir bütünlük oluştursa da Rum suresinde geçen “ادني الارض” ifadesi (30/3) istisnai gibi görünmekte ve fakat kuralı bozmamaktadır. Tarihi kayıtlar Bizans ile Sasani devleti arasında yapılan savaşı ifade etmekte ve fakat sanıldığı gibi söz konusu coğrafyanın Batı tarafındaki Rum topraklarında değil yine Ortadoğu bölgesindedir. “En yakın yer” anlamına gelen “ادني الارض”, tefsirlerin tamamı tarafından üç bölge ile tefsir edilmiştir: Şam, Ürdün ve Filistin. Bu üç bölge de Bizanslıların vassal eyaletleri olduğu dikkate alınırsa onların niçin Arap (في ادني ارض العرب) ve Cezire (وهي بين الشام والعراق هي الجزيرة) topraklarına vurgulu yorumları da daha kolay anlaşılır. En erken dönem müfessirlerinden Zeccac (ö.311/923) çok açık biçimde buraya “Ardü’l-Arab” demektedir. (Zeccac, Meani’l-Kuran, 4/175)

Şehir bağlamında, Fecr suresinde (89/7) dile getirilen İrem şehri için de nispi bir farklılıktan söz edilebilir: Buna göre eşi menendi bulunmayan, havası, toprağı, ırmakları, bağ ve bahçeleri ve yetişen meyveleri ile tasvir edilen şehrin doğal güzellikleri nazara verilirken, insani ve toplumsal yönüne vurgu yapılmamaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki İrem şehrine dair rivayetlere yansıyan bilgiler, tarihi ve antropolojik kayıtlar ile uyumlu görünmemektedir

Öte yandan onda dile getirilen şehirlerin mevcut konumları hakkında geniş bir mutabakattan da söz edilemez. Zira birkaçı hariç anlatımların çoğu üstü örtülü bir şekilde yapılmaktadır. Müfessirlerin yorumlarından anlaşıldığı kadarıyla söz konusu şehirlerin konumu da kesin değildir. Mesela Mü'minun suresinde (50) geçen "rabvetün" ifadesi müfessirler tarafından Şam, Mısır, Kudüs, Filistin Remle bölgesi ve hatta İskenderiye olarak bile yorumlanmaktadır. (Taberî, Câmi, 17/54; Kurtubî, 15/47-48). Benzer şekilde el-Bakara 2/58'de "… girin bu beldeye ve yiyeceklerinden bol bol yiyin" şeklinde ifade edilen beldenin hangi şehir olduğu müphem bırakılırken, yorumlarda Remle, Kudüs ya da Eriha kenti olduğu söylenmektedir. (Begavi, Meâlimü't-tenzîl, 1/98; İbn Kesîr, Tefsîr, 1/317).

Aslında Kuran’da gerek kelime düzeyinde gerekse olgusal olarak şehre ilişkin tanımların ayrıntılı olarak tek tek ele alınması gerekmektedir. Şimdilik bunun bir temenni olarak dile getirip, konunun sağlam ve doğru bir çözümlemesinin yapılabilmesi için temel bir ilkeye bağlanması gerekmektedir. Bu nedenle mantık ilminin en temel kurallarından birine müracaat edebiliriz: Mantığın tasavvurat kısmının en önemli iki teriminden had ve resm'e. Buna göre tanım (had/defination), en derin ayrımı ortaya koyar ve özsel olanı ifade ederken, betim (tasvir/description) özsel olmayanı daha ikincil olanları ifade eder. Bu anlamda belirtmek gerekir ki Kuranda şehre ilişkin özsel tanımlar (had) bulunmaz, daha ziyade onda şehre ilişkin bir kısım betimlemeler (tasvir) yer alır. Bu betimlemelerde görülen en önemli ayırım kendisi olarak şehrin var olmadığıdır.

Peki şehir ve kentin özsel ayrımı nedir?

Bu ayırımı en doğru yapanlardan biri kuşkusuz İslam dünyasının en büyük mantıkçısı ve "kent bilimi" (ilm-i medeni)'inin kurucusu Farabi (ö. 339/950)'dir. O’na göre Şehir; köye ve kasabaya göre tamamlanmış olandır, eksik olmayandır. Ya da mükemmel olandır. Zaten Medinetü'l-fadıla'nın bir diğer adı da medinetü’l-kamile’dir (civitas perfecta). Farabi’ye göre köy, mezra, kasaba eksik olandır.

  • "En üstün iyilik ve en büyük mükemmelliğe ilkin ancak şehirde ulaşılabilir." (فالخير الأفضل والكمال الأقصي انما ينال اولا بالمدينة). (Farabi, Medinetü'l-fadıla, 114)

Şehrin soyut bu tanımı dikkate alındığında bunu somut örnekliği bağlamında Kuranda en çok atıf yapılan iki şehirden, Mekke ve Medine'de ve şehre ilişkin diğer atıflarda söz konusu ayırımı bulup göstermek uzun tetkikleri gerektirdiğinden şimdilik bu kadarla yetinip, makalenin sınırlarını zorlamadan biraz daha devam edelim.

"Kur'an ve şehir" denildiğinde, biri kelime ve lafızlar diğeri ise olgunun kendisi olması bakımından iki durum söz konusudur. Kelimeler nihayetinde olgunun kendisi olmayıp sadece ona işaret eden dilsel göstergeler olduğundan ondaki ilgili kelimelerinin tahlili, salt ve yalın olarak bir şehir tasarımı sunmaz, sunamaz. Söz konusu kelimelerin kullanımları böyle bir amaca yönelik de değildir zaten. Kur'an bu kelimeleri kullanırken, şehirden ziyade şehirde yaşayanları söz konusu etmektedir; şehrin kendisi daima ikincil derecede önem taşımaktadır. Bu yönüyle Kuran, şehri öncelemez. Yani şehir, Kuran açısından hiçbir zaman özne değildir, hep nesnedir. Kuran’ın biricik öznesi insandır. Bu durum mesela Ahzab 33/13’de “يا اهل يسرب/Ey Yesrib ehli” ya da Muhammed suresi 47/13. ayette geçen "مِنْ قَرْيَتِكَ الَّت۪ٓي اَخْرَجَتْكَۚ/seni şehirden çıkaranlar" ifadesinde çok açık olarak görülebilir. Her iki ayette de Kuran'ın merkeze aldığı “insan”dır, "şehir" değil". Yesrib (Medine) değil Yesrib halkı, Mekke (karye) değil, Mekkelilerdir. İçinde şehir ve kasaba ya da yerleşim yerlerini ima eden tüm diğer ayetler için geçerli olan temel bir yaklaşımdır.

Şehre ilişkin atıfların çoğu üstü örtük anlatımlar olduğundan, genel bir hüküm çıkarmak pek mümkün görünmemektedir. Belki daha somut olan ve Kuran’a yansıyan kadarıyla Mekke ve Medine üzerinden bir temellendirme yapılabilir. Ancak bu da karşılaştırmalı çalışmalarla yapılırsa, bir anlam ifade edecektir. Mesela 7. Yüzyıl dünyasından bir antik kent ile dönemin Mekke ya da Medine’si mukayese edildiğinde gerçekçi bir resim ortaya çıkabilir. Yoksa havanda su dövmekten öte bir anlam ifade etmeyecektir. Şimdilik bir başka yazının konusu olan bu mukayesenin yaşamsal değerde olduğuna dikkat çekmekle iktifa edelim.

Kuran’da Mekke'ye işaret eden ümmü'l-kura, bekke, beled gibi nitel tanımlamalar yanında, kabe, beyt, makam-ı İbrahim, meşari'l-haram, safa ve merve, arafat, mmüzdelife gibi kullanımlar, kutsalı paranteze alarak sadece şehircilik açısından taşıdıkları önem meselenin bir yanını oluştururken; diğer yanını da şehirde yaşayanlar (Kureyş), onların yaşam biçimleri, inançları, gelenekleri, ekonomik ve politik yapılanmaları oluşturmaktadır.

Mekke şehrinin kutsallığına ilişkin vurgu; bizzat Kuran tarafından teyit edildiği gibi, hadis ve siyer kaynakları da bunu desteklemektedir. İlk inen surelerden, Kureyş ve Fil sureleri Kâbe özelinde Mekke'nin şehir olarak kutsiyetine bu nedenle vurgu yapar. Ebrehe ve ordusunun başına gelenlerin olağanüstü bir yardım olarak algılanması, Arapların gözünde ilahi bir güç tarafından Mekke şehrinin korunuyor olması düşüncesi ile paraleldir. Medine döneminin başlarında Haccın farz kılınması ile Kâbe ve Hac yerel kültürü aşıp daha evrensel temalar ile temellendirilmiş ve nihayet Mekke'nin Fethi ve Veda Haccı münasebetiyle söz konusu kutsiyet, asabiyetten çıkıp tam anlamıyla dine ve inanca evrilmiştir. Ali İmran suresi 97. Ayetinde bu kutsiyetin en açık izleri görülmektedir.

Mekkelilerin en temel ibadeti olarak Hac, Kuran tarafından yeniden çerçevesi daha belirgin hale getirilerek farz kılınmış ve kısa zamanda yeni dinin, vazgeçilmez unsuru haline gelmiştir. Hz. Peygamberin "gücü yettiği halde hac etmeyenleri Yahudi ve Hristiyanlara benzetmesi bunu göstermektedir. Kıblenin değiştirilmesi ve Kurban bayramı sadece Mekke ve Medine'de olanlar açısından değil, uzak bölgelerdeki inananlar açısından da Kâbe'nin ve dolayısıyla Mekke'nin bu kutsallığını teyit amacıyladır. Haccın farz kılınışı ile Mekke ve çevresi tüm Müslümanların zihninde hak sahibi oldukları bir ibadet coğrafyası haline getirilmiştir. Hicretle birlikte alevlenen Yahudi muhalefeti dikkate alındığında Kabe ve kıblenin değiştirilmesi tartışmalarının başlangıcının, Bedir zaferinin sonrasına rast gelmesi ise tesadüf olmamalıdır. Kuranın Kâbe'nin kutsiyetine yönelik ifadeleri Bedir zaferi sayesinde tahmin edilenden daha büyük bir etki meydana getirmiş olmalıdır.  Bu zafer, hem Kâbe'ye hakkıyla saygı göstermeyen Kureyşli müşriklerin cezalandırılması anlamına yorumlanmış hem de Kâbe'nin şanına yakışır saygıyı göstermeyen Yahudilere bir uyarı niteliği taşımıştır.

Kuran, Medine'den ziyade Mekke'yi öncelediği rahatlıkla söylenebilirse de Medine'nin de kısmen kutsallığından söz edilebilir. Zira Medine'nin münevver sayılması daha ziyade Hz. Peygamberin şahsıyla (nübüvvet görevi) ile doğrudan ilişkilidir. Medine şehrine ilişkin atıflar Kuran’da pek görülmez. Onda daha ziyade orada yaşayanların sosyal ve kültürel alışkanlıkları, adetleri konu edinir. Oysa Mekke’de mekana yapılan vurgular hayli belirgindir, bunun da nedeni elbette Kabe’dir. Bu nedenle Medine’den ziyade Mekke üzerinde biraz daha durabiliriz.

Mesela iki yerde geçen Ümmül-kura ifadesi (6/92, 42/7) Kuran’da merkezi terimlerden biridir. Kabaca “şehirlerin anası” anlamına gelen bu tabirin Mekke olduğuna kuşku yoktur. Ancak bu, kelimenin bugün anlaşılan anlamda metropol ölçekli bir şehri ima etmez. Ümmül-kura ifadesi Hicaz bölgesi açısından bir "anakent" sayılabilirse de -bugün de dahil- metropol ölçeğinde bir şehir hiçbir zaman olmamıştır. Yani Medine, Taif, Hayber'e göre bir anakent'dir. Ya da Kabe merkezli kutsallığın sağladığı ayrıcalık anlamında öne çıkan bir yerdir. Hepsi o kadar.

Kavramın dilsel ve deyimsel tahlili şimdilik bir yana, reel politik de bu tanımlamayı doğrulamamaktadır. Zira dilsel olarak başkentana kent ya da metropol gibi ifadeler modern dönem terimler olup, siyasal ve toplumsal bilincin ilerlemesine paralel üretilmiş kavramlardır; bunun 7. Yüzyıl Arap coğrafyasında reel bir karşılığı gösterilemediği gibi, bugün bile İslam dünyası şehirlerinin metropol ölçeğinde herhangi bir şehrin varlığından söz edilemez. Mekke, Medine bir yana Dubai gibi birkaç acube kent, şehircilik açısından bir kıymet-i harbiyesi olmayıp, daha ziyade çok yıldızlı otelleri ile gündeme gelmesi sadece Arapların görgüsüzlüğüyle ilişkilendirilebilir.

Olgusal olarak da denemez; zira Antik Yunan'ın şehir bilincinin ürünü metropolis ile onların büyük rakibi İranlıların persapolis adındaki şehirleri iki büyük uygarlığın bilinç dışını yansıtmaktadır. Oysa 7. Yüzyıl Araplarının ne bilincinde ne de bilinçdışında böyle bir düzey hiç olmadı.

Mekke’de, salt şehir kimliğiyle, Kabe dışında bir yapısal anıttan söz edilemez. Modern dönem Müslüman yazarlar tarafından aşırı abartmalarla Darunnedve denen bir yapının varlığından söz edilse de burası sıradan bir ev (dar) olmanın ötesinde bir değere sahip değildir. Buradan hareketle benzer şekilde Mekke'nin bir şehir devleti olduğu yönündeki iddiaların da gerçeği yansıttığı kuşkuludur. Zira 6. ve 7. Yüzyıllarda ne Mekke bir şehir devletidir ne de Darunnedve bir parlamentodur. Bunun sadece bugünkü modern algımızla değil, dönemsel şartları içinde doğru olmadığı biliniyor. En fazla bir "Mekke sistemi"nden söz edilebilir. Aslında Mekke, sadece vahyin nazil olduğu dönem değil bugün bile gerek Devlet gerekse Şehir kavramlarının ifade ettiği anlamdan oldukça uzaktır. Dolayısıyla Darunnedve, bir kısım küçük çaplı sosyal ve kültürel etkinliklerin konuşulduğu, hikayelerin anlatılıp şiirlerin okunduğu gece toplantıları yapılan bir yapıdan fazlası değildi. Bu münasebetle şehrin yönetimi bağlamında bir tür "İleri gelenler topluluğu"nun oturup konuştukları bir yerdir ve bu yönüyle Kuran'da geçen mele kavramı burayla doğrudan ilişkilidir.

Burada bazı yazarlar tarafından Mekke özelinde şehrin kimliğine ilişkin aşırı abartılı iddiaların dile getirilmesi bununla sınırlı olmayıp mesela çevre düzenlemesi konusunda örnek bir model gibi sunulması; haram belde olması nedeniyle ağaçların kesilmemesi, hayvanların avlanmaması, buna mukabil ağaç dikmenin ve yeşilliğin teşvik edilmesi ve korunması gibi uygulamalar da hatırlanmalıdır.

Hz. Peygamber'in sahabeyi ziraate teşvik ettiği yönündeki rivayetlerin varlığı bilinse de bunların bazı Kur'an pasajlarında, yerleşik hayata geçip ziraatle uğraşmayı, toprağı işleyen bağ ve bahçe sahibi kimselerin yerilmesi, malları ve canları ile cihat etmenin yüceltilmesi, gerektiğinde beldelerini (şehirlerini) bırakıp hicret etmenin teşvik edilmesi birbiriyle pek uyumlu görünmemekte, en azından ortada bir belirsizlik olduğunu göstermektedir.

Son olarak, Beled suresinden "belediyecilik" (!) çıkarma gibi garabetler bir yana, şehir açısından bu surede, güvenli bir belde olmasına yapılan vurguya dikkat çekerek bitirelim. Zira bu surede kutsallığa yapılan vurgu başka ayetlerle de desteklenmektedir. Mesela Tin suresinde geçen "beled-i emin" (güvenli kent) ifadesi Ankebût (29/67), Kasas (28/57) ve Kureyş (106/4) surelerinde de farklı şekillerde tekrar edilmektedir. Bu vurgular şehircilik ve çevresel nedenlerden ziyade oranın sadece kutsallığına yönelik olmalıdır.

Tüm bölgede can güvenliğini sağlayıcı hiçbir kriterin bulunmadığı, gasp ve talanın tek kriter olduğu bir coğrafyada Mekke'ye duyulan güven, istisnaidir ve bu da daha ziyade Kuran'ın sağlamak istediği bir imkandır. Bu imkânın olabilirliği Kabe’nin kutsallığıyla yakından ilgilidir. Çevre halkı tarafından Kabe ve Mekke'ye duyulan engin saygının bunda etkisi büyük olmalıdır. Ancak yine de belirtmek gerekir ki bu güvenlik, ebedi ve kalıcı değildir. Zira gerek peygamber öncesi gerekse peygamber sonrası dönemde yaşanan olumsuz örnekler bilinmektedir.

İtiraf etmek gerekir ki, Mekke'nin şehir kimliğine dönük en önemli düzenleme İslam gelmeden önce gerçekleştirilmiştir. Söz konusu düzenlemeyi yapan Kusay b. Kilab’dır (ö. 480). Hz. Peygamberin beşinci kuşaktan dedesi olan bu zat, Mekke'nin Hz. İbrahim'e kadar giden tarihinde en önemli yapılanmayı gerçekleştiren biri olmadı sadece, kendisinden sonra da şehre kimliğini kazandıran belki de tek kişidir. Bir anlamda Mekke’nin gerçek banisi o’dur. O, Mekke'yi merkez ve banliyö olmak üzere ikiye ayırmış; merkeze Kureyş ve ona yakın kabileleri yerleştirmiştir. Kureyş-i bitah ve Kureyş-i zevahir denen bu ikili ayırım aslında bir nevi şehir planlamasıdır. Bu planlamaya göre; Kureyş-i bitah denen ayrıcalıklı sınıfı -ki bunlar Kusay ve onun büyük babası Kab'ın soyundan gelenlerin tümünü içine alır- Kâbe'nin hemen yakınında yer alan bölgelere yani merkeze yerleştirilirken, geri kalanlar (Kureyş-i zevahir) ise şehrin banliyösü denebilecek daha uzak mahallelere yerleştirilmişti. 

Bu ayırım, şehrin ilk kuruluşu sırasında mahallelerin belirlenmesinde hiç de özgür, adaletli ve barışçıl olmayan bir tarza gerçekleştirilmiştir. Bu yerleşim planının İslam geldiğinde değiştirildiğine dair kaynaklarda herhangi bir bilgi bulunmadığı gibi muhtemelen Hz. Peygamberin de şehrin yapılanmasına ilişkin bu adaletsiz taksimat karşısında herhangi bir müdahalesi olmamıştır.

Bitah ve zevâhir ayırımına benzer bir başka ayırım ise hums (Ahmesi) ve hille ehli uygulamasıdır. Bu ayırım da benzer şekilde Kureyş asabiyeti ile ilgilidir. Özellikle, Fil olayında Ebrehe'nin ordusunun bozguna uğraması neticesinde, Kureyş sülalesi şehrin en gözde mekanı Kâbe'nin kutsallığından pay çıkararak buna ortak olmuş ve kendilerine ehlullah ya da ciranullah (Allah’ın komşuları) nazarıyla bakılmaya başlanmıştır, böylece Ahmesiler Mekke'de yaşayan diğer Arapların kendileriyle bir olamayacağını söylemişlerdir.

Burada gerek bitah ve zevahir gerekse hums ve hille ayırımları şunu göstermektedir: Mekke bir şehir olarak tarihinde en önemli yapılaşmaya giderken belirleyici en önemli ölçütün şehir tasarımından ziyade kabile asabiyetine dayanmasıdır. İbn Haldun (ö. 808/1406), iş bu asabiyet nedeniyle Arapların doğal yeteneklerinin bir şehir inşa etmeye elverişli olmadığını üzerine basa basa dile getirmektedir. Bunun en açık örnekliği Hz. Peygamberden kısa süre sonra Mekke ve Medine’nin başına gelenlerdir.

Hz. Peygamberin vefatından kısa süre sonra yaşanan karışıklıklarda bizzat Halife ordusu, Mekke şehrini tarumar etmiş, hiçbir kutsal onu dizginlememiştir. Bu saldırı neticesinde kutsal kent mancınıklarla tahrip edilmiş, atılan taşlarla Kâbe neredeyse yok olmakla yüz yüze gelmiş ve şehir tamamen mahvolmuştur. Benzer şekilde Medine'nin başına gelenler de Mekke'de yaşananları aratmamıştır: Kaynaklar Harre Savaşında, Hz. Peygamberin mirasının korunması bir yana şehrin tümüyle yağmalandığını söylemektedir ki kutsal ve kutsala ait olanları dahi dikkate almayan bir bilincin; şehir, mimari, estetik gibi ince duyguları dikkate alması beklenemez. 

Özetle, Kuran’da şehre ilişkin atıflarının analizi ve çözümlemesi, ondaki kavramların yapı sökümü yapılmadan, Hz. Peygamberin yaşadığı dönemin reel-politiği ile ilişkilendirilmeden, iki yönlü bu ilişkinin sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal ve toplumsal dinamikleri ortaya konulmadan modern bilinç tarafından anlaşılabilir görünmemektedir.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...