Devlet denen aygıtın tanımı farklı açılardan yapılabilirse de özsel olarak "yasa" ve "yasalılık" onun en temel karakteridir. Devlet, belli bir toprak parçasında yasa ve kanuna göre insanların ortak çıkarlarını koruyan, kamusal hizmetler sunan ve toplumsal düzeni sağlayan bir organizasyondur. Kadim dönemden beri kullanılagelen devlet, modern dönem insanın bilincinde farklı çağrışımlarda bulunmaktadır. Bugün devlet başkanı dendiğinde zihne gelenle, kadim dönemde, kral, imparator, sultan, halife ve kağan dendiğinde algılanan şey, işlevsel olarak benzerlik sergilese de mahiyetleri örtüşmemektedir. Devlet insan bilincinin ortaya çıkardığı bir organizasyon olduğundan o, bir kişi tarafından kurulmaz, onu ortak bilinç kurar. Devlet bir halkın örgütlenme yeteneğidir. Türkler, tarih boyunca örgütlenme yeteneği olduğu için çok sayıda devlet kurmuşken aynı durum, Araplar için söylenemez. İbn Haldun (ö. 808/1406), kendisi bir Arap olmasına rağmen, Arapların devlet kurma yeteneklerinin olmadığını, Mukaddime’de sayfalar dolusu örneklerle kanıtlamaya çalışır.
Tarihte ilk kez Nil, Dicle-Fırat ve İndus nehirlerinin
etrafında yaşayan toplumlar, insan eliyle işlenmemiş doğanın esiri olmaktan
kurtulduklarında, bu toprakların örgütlü bir biçimde işletilmesi daha önce
görülmeyen bir artı ürün (tahıl, balık ve başka yiyecekler) meydana getirmişti.
Doğal su yollarının düzeltilmesi ile yiyecek maddelerinin büyük ambarlarda
toplanması, çok geniş bir coğrafyaya dağıtılmasını olanaklı kılmıştı. Bu durum
kabile içi sorunları ortadan kaldırarak onun yerine devlet örgütlerini tesis
etmişti. Aslında bu, Arap coğrafyasında olmayan bir durumdu. Zira bu topraklar
çölle kaplıydı. Kendi zamanına göre uygarlığın ölçütü olan ne varsa (yazı,
şehir bilinci, devlet vb.) bu bölgeye henüz ulaşmamıştı.
Belki belli ölçüde ticaretten söz edilebilirse de bu, zamanın koşulları dikkate
alındığında ileri bir seviyeyi göstermemektedir. Zira yazının olmadığı, hesap
kitap işlemlerinin yapılamadığı bir ticaret olamayacağı gibi, denizi
kullanamayan bir toplumun ticareti de sınırlı olacaktır.
7. yüzyıl itibariyle Bizans ve Sasani devleti arasında
sıkışıp kalmış çok sayıda devlet ve krallık varsa da bunların içinde Hicaz
bölgesinde kurulmuş bir devlet bulunmamaktadır. Mekke ve Medineliler,
insanlığın ilkel dönemlerinin ürünü sayılabilecek kabileler halinde yaşıyordu.
Yasasız, devletsiz olan bu kabilelerin kendi kuralları vardı ve bu kabileler
yerleşik olmaktan ziyade çoğu itibariyle göçebeydiler. Devlet için gelişmiş bir
şehir, şehir için ise çok uzun zamandan beri o bölgede yaşamaya devam eden yerleşik
halkların olması gerekiyordu.
Hicaz'da durum böyleyken kuzey ve güney
Arabistan, tarihsel olarak uygarlığa hep daha yakındı. Buralarda kurulan
şehirler ve bu şehirlerin yönetiminde örnek devlet yapılanmalarına ilişkin
belli bir gelişmişlik düzeyinden söz edilebilirdi. Kuzeyde Gassani ve
Hirelilerin kurduğu devletler, uygar dünyanın gerisinde değildi. Güney'de ise
Main, Sebe ve Himyer krallıkları, Yemen’nin ciddi bir devlet tecrübesine sahip
olduğunu göstermekte, ancak Kur’an geldiği dönemde bölge, iç
karışıklıklar nedeniyle eski geçmişinden uzaktı.
Tarihi kayıtlar, Hicaz bölgesi ve buranın en önemli şehirleri olan Mekke, Medine ve Taif'in Bizans ve Sasaniler gibi bölgenin iki büyük imparatorluğunun işgaline uğramadığını söylemektedir. Bunun nedeni, bölgenin çöl ve dağlık yapısı sebebiyle buraya asker sevkiyatının zor olduğuna bağlanmaktadır. İşgalci bir devletin elde edeceği ganimet geliri, orduya yapılacak masrafı karşılamıyordu. Zira Hicaz’ın ekonomik anlamda yabancıların ilgisini çekecek bir zenginliği yoktu. Bu nedenle İslâm’ın doğduğu asra kadar Hicaz, Arap Yarımadası’nın bakir ve bağımsız bölgesi olma özelliğini sürdürmüştü. Aslında bölgenin nesiller boyu hiçbir devletin egemenliğine girmeden özgür bir ortamda yaşaması, bazı kaynaklarda artı bir değer olarak ele alınsa da uygarlığın bu bölgeye ulaşmasını ertelediği gibi Peygamberin vefatından sonra sahabe arasında korkunç cinayetlere neden olmuştur. Bu nedenle olsa gerek dünyadan izole yaşayan Araplarda devletin ortaya çıkışı için İslam'ın gelmesi ve geldikten sonra da içselleştirilmesi için üzerinden belli bir zaman geçmesi gerekiyordu.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, kabileden Devlete geçmeden önce bir ara dönem söz konusudur. Bu ara dönem yaşanmadan kabile yapıları ne denli yetenekli olursa olsun büyük bir sıçrama gerçekleştirilemez. Kabile yapıları üzerinde çalışmalarıyla bilinen Henry Morgan (ö. 1688) şöyle demektedir:
·
"Dünyanın hiçbir yerinde, soy örgütlenmesine dayanan toplumsal
kuramlarla ve doğal gelişmeyle bir krallık kurulabilmiş değildir."
(Morgan, Eski Toplum, 1/222).
Benzer yerlerde olduğu gibi soy ve kabile
örgütlenmesine dayanan Arap toplumunun toplumsal yapısında gerçekte bir
devletten değil; sadece kabile şefi, klan üyeleri, aşiret ve aileler etrafında
şekillenen bir halktan söz edilebilirdi. Araplar, kabile ve aşiret dışında bir
toplum fikrine aşina olmamışlardır.
Coğrafi olarak Hicaz, Şam ve Yemen’i birbirine bağlayan ana ticaret yolunun merkezindeydi. İç kesimlerde, bir devlet yapılanmasının gelişebileceği bir yer yoktur. Ancak Mekke ve Kureyş'in hükmü altında bulunan ve eski hac merkezlerinin koku, deri ve diğer ticari mal pazarlarını koruduğu uzak bir bölge olarak, burası için belli bir gelişmişlikten söz edilebilirse de eğer Hz. Peygamber buradan çıkmasaydı ileride Hicaz Araplarının bir devlet organizasyonu kurabileceği kuşkuludur.
Kusay ile birlikte Mekke'nin büyümesinde en temelde iki gelişmeye vurgu yapılmaktadır: Biri yönetim merkezi olarak Dârunnedve, diğeri ise Kabe merkezli dini ritüellerdir. Bu iki uygulama, Kusay'ı "Mekke şehir devletinin kurucusu" yapar mı emin değiliz; ancak emin olduğumuz Mekke'yi bir "site devleti" yapmaz. Dârunnedve, Kabe'den sonra Mekke'de ilk inşa edilen kamusal bir yerden fazlası değildir. Dolayısıyla ne danışma meclisi olarak çağdaşları ile mukayese edilebilir bir konumdadır ne de yönetim merkezi olabilecek bir donanıma sahiptir. Doğrusu Kusay'dan sonra Mekke'nin fethine kadar burada idari ve yönetim anlamında fazla bir değişiklik olmadığı gibi, Mekke'de, sosyo-politik bir yapılanma olarak kabileciliğin eşlik ettiği yönetim anlayışı dışında devleti hatırlatan bir yapı da bulunmamaktadır. Buna göre, Kureyş çatı yapısı altında üç ana siyasal gurup bulunmakta ve Mekke, bu gurupların aldıkları pozisyonlara göre yönetilmekteydi. İşin ilginci, Hz. Peygamber ve dört halife dönemi de dahil Emevi ve Abbasilere gelinceye kadar tüm bu siyasi gurupların aldıkları pozisyonlar siyasal ve toplumsal gelişmelerde birinci dereceden belirleyici olmuştur. Müslümanların bir devlet olarak ortaya çıkışına kadar yönetimsel tüm ilişkiler bu kabilelerin pozisyonlarına göre belirlenmişti.
Mekke ve Medine'de krallık için bazı isimlerden söz edilmesi orada bir devlet yapılanmasının varlığını göstermez. Mesela Bizans imparatoru adına Mekke hükümdarı olarak Osman b. Huveyris'in taçlandırılması girişiminin oldukça kurgusal olması yanında; bu kişinin Mekke halkının kendi mallarını Suriye pazarlarında satmak için müsaade edilmesi karşılığında onlar adına vergi toplama gibi menfaat devşirmeye yöneliktir..
Benzer şekilde Abdullah b. Ubey b. Selül için de Hz. Peygamber'in oraya hicret etmeden hemen önce Medine kralı olarak taçlandırılması girişiminden söz edilmesi de abartılı yorumlardır ve fazla anlam yüklemeyi gerektirecek bir durum değildir. Zira en azından bir yere kral atamakla devlet kurulmuş olamayacağı gibi bu tür rivayetlerin güvenilirliği de kuşkuludur.
***
Hz. Peygamberin vefatıyla Müslümanlar yönetim
anlamında ne yapacağını bilememişti. Ali ve Muaviye arasında yaşananlar en
temelde Müslüman toplumu idare etmek ve yönetmek amacı taşıyordu. Sorun şu ki,
Müslümanlar dünya ile temas ettikçe bir yönetim biçimini kendi başlarına bulmak
zorundaydılar. Nübüvvet tamamlandığına ve artık vahiy gelmeyeceğine göre
önlerinde iki seçenek vardı ve ikisi de kabile sistemiyle ilgiliydi:
Müslümanlar ya Ümeyye oğullarından, Muaviye önderliğinde Bizans devlet modelini
alıp uygulayacak ya da Haşim oğullarından peygamberin dizi dibinde büyümüş Ali ve oğullarını takip edeceklerdi. Bu gelişmeler ikincil derecededir ve asl olan, Hz.
Peygamberden sonra, büyük bir medeniyet projesine dönüşen, kabile ve aşiret
yapılanmasından bir devlet organizasyonu çıkaran itici gücün ne olduğudur. Bize
göre bu itici gücün iki nedeni bulunmaktadır. Biri Hz. Peygamberin varlığı
diğeri ise Kur'an'ın ve dolayısıyla vahyin statik olmayan mesajıdır.
Medine dönemi ile birlikte ortaya çıkan konjonktür, Hz. Peygamberin uzak görüşlülüğü ve yeteneği bu itici gücün tetikleyicisi olmuş, özellikle Huneyn savaşı bu noktada bir kırılma noktası oluşturmuştur. Siyer kaynaklarının işaret ettiği üzere, Hz. Peygamber bu tarihten sonra, sürekli olarak kuzeye doğru yönelme politikası izlemeye başlamış, Medine döneminin sonlarına doğru, peygamberin güneye doğru hiçbir seferi olmamıştır. Taif seferi başta olmak üzere sürekli kuzeye doğru seferler düzenlenmiştir. Hz. Peygamber yaşadığı çağda, büyümenin, gelişmenin, daha güncel ifadeyle uygarlığın kuzeyde olduğunu sezmişti. Bu nedenle kendisine inananları sürekli kuzeye doğru yönlendirmişti. Zira devlet ve şehir kuzeydeydi. Yemen gibi güney bölgesinde de bu iki olgu vardı ancak en azından Kuran’ın geldiği yüzyılda Yemen şanlı geçmişinden çok uzak bir noktadaydı.
Burada Hz. Peygamberin kişisel pozisyonunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Çünkü o'nun hem bir "devlet adamı" hem bir "başkomutan" olarak nitelenmesi sıklıkla dile getirilmekte ve fakat bu durumun onun risalet görevi ile herhangi bir ayırımı gerekli kılıp kılmadığı belirgin olmamaktadır. Oysa böyle bir ayırım gereklidir. Huneyn savaşından sonra onun tartışmasız liderliği, hayatının son dönemine geldiğinde Arabistan'ın neredeyse tek yöneticisi olması onu bir devlet başkanı yapmayacağı gibi bir başkomutan da yapmaz.
Aslında Peygambere yönelik bu nitelemelerin en temelinde Medine vesikasına yüklenen aşırı anlam yatmaktadır. Zira Medine vesikası bir "anayasa" olarak nitelenince doğal olarak bir devlet yapılanmasını çağrıştıracağı açıktır. Hz. Peygamberi bir devlet başkanı olarak gören ve bunun da ittifakla kabul edilen bir olgu olarak sunan yerli ve yabancı kimi kaynaklar, Medine vesikasını bir anayasa olarak kabul etmenin yanında Hz. Peygamberin oluşturduğu siyasal düzenin yarı teokratik bir devlet olarak nitelemektedirler. Ancak bize göre Medine Vesikası bağlamında dile getirilenler söz konusu nitelemeleri çağrıştırsa bile gerçeği bütünü ile resmetmemektedir. Özellikle Montgomery Watt ve Muhammed Hamidullah'ın Medine Vesikası bağlamında yazdıkları, konunun yaygınlaşmasında hayli belirleyici olsa da biz bu tür yorumların aşırı abartmalar içerdiğini belirtme ihtiyacı duyuyoruz.
Hicaz bölgesinde devlet biçiminde bir organizasyonun olmadığını söylemek, peygamberin hiçbir siyasal öngörüsü olmadığını söylemek değildir. Onun bir siyasası elbette vardı ve bu siyasal hedefi tamamen dini bir muhtevaya sahipti. Çünkü Kuran ona bu görevi bir zorunluluk olarak yüklüyordu, bir tercih olarak değil. Bu görev dnin tebliğ edilmesiydi.
Aslında "Medine site devleti" yönündeki ifadeler de beyhude bir öykünmenin dışında hakikat değeri olmayan, retorik söylemlerdir. Peygamber vefat ettiğinde Medine'de bulanan yapı, bir devlet modeli değildir, bir site devleti de değildir. Zira peygamber döneminin adı hilafet değil, risâlet'tir. Peygamber ise devlet başkanı değil, Allah'ın elçisidir, Resulullah’dır. Kendisinden sonra devletin başına kimin geçeceği meselesine Kur'an tarafından hiç temas edilmediği gibi, Peygamberin de bu konuda herhangi bir görüş beyanında bulunmadığı bilinmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder