Bugün, Kitap ve yazının geçirdiği değişim ve dönüşüm anlaşılmadan 7. Yüzyılda yaşayan insanın yazı algısını çözümlemek sanıldığı gibi pek o kadar kolay değildir. Bugün elektronik kitaptan söz edilmekte, kitaplıklar ve koca koca kütüphaneler bile yerini dijital kütüphanelere bırakmaktadır. Aynı durum yazı için de geçerlidir. Kalem ve defter ile yazmak ve not almak neredeyse hayatımızdan tamamen çıkmak üzere. El ile yazmanın yerini alan daktilolar yarım asırlık ömrünü çoktan tamamladı. Artık daha ileri bir aşama olan bilgisayar klavyesi ve dokunmatik ekranlar kullanılmaktadır. Bu hızlı değişimin nerede duracağı ise şimdilik belirsizdir. Dolayısıyla son 15-20 yıl içinde yaşananlar dikkate alınmadan 1500 sene önce, olup biteni anlamak ve yorumlamak sanıldığı kadar kolay değildir.
Yazının icadı, kuşkusuz insanlık tarihini değiştirdiği gibi talihini de kökten değiştirmiştir. İnsanoğlu, binlerce yıl doğada, avcı ve toplayıcı olarak yaşamını sürdürürken değil de ancak yazının icadından sonra büyük gelişmeler yaşanması bir rastlantı olmayıp, doğal bir birikimin neticesiydi.
Yazının icadı tüm dünyada eş zamanlı gelişmemiş; Mezopotamya, Mısır, Çin, Hint gibi bölgelerde yazı kullanılırken, dünyanın başka bölgelerine yazının ulaşması asırları bulmuştur. Bugün bile hala yazılı olmayan toplumlar bulunmaktadır. Dahası yazının ilk icat edildiği bölgenin Irak olmasına rağmen bugün Iraklıların pek çoğunun okur yazar olmaması ironik olduğu kadar üzüntü vericidir de.
Yazının icadında ticaretin tetikleyici bir özelliğe sahip olduğuna kuşku yoktur. Özellikle ticari ürünlerin alım satımında giderek artan nicel artış hacminin büyümesi, muhasebe kayıtlarının tutulmasını zorunlu kılmıştı. İlk Sümer kentlerinden Urug'da bulunan kayıtlarda; tabletlerin yüzde doksanı katiplerin tuttukları mallara yatırılmış paraların, işçilere dağıtılmış tayinlerin, dağıtılan yiyecek ürünlerinin miktarını göstermektedir. Buradan hareketle ticaret ve yazı arasındaki ilişkinin dünyanın hemen hemen tüm gelişmiş bölgelerinde eş zamanlı ilerlediği dikkate alındığında Arapların bundan azade olmadığı, onların da benzer süreçlerden geçtiği söylenebilir.
7. yüzyıl Arabistan'ı da büyük ölçüde yazının henüz tüm donanımıyla ulaşmadığı yerlerden biriydi. Gerçi Arapların, Samilerin amca oğulları oldukları ve İbranilerin yazı ile olan ünsiyetleri dikkate alındığında, Arapların bundan mahrum olmaları izaha muhtaç görünmektedir. İbranilerin Babil sürgünü nedeniyle yaşadıkları coğrafya, Arapların yaşadıkları çöl iklimi karşısında daha mamur ve Bereketli Hilal'in verimli toprak avantajına sahipti. Arapların, İbranilere nazaran yazı ile nispeten daha geç bir dönemde karşılaşmış olmaları bu nedenle olmalıdır.
Araplar okuma yazma bilmez denildiğinde, aslında onun gerektirdiği donanımdan yoksunluk anlamı kastedilir; kültür düzeyi yüksek olmayan, entelektüel faaliyetlerden mahrumiyet anlamı taşır. Kültür de zaten insan bilincinin ürettiği, doğal olmayan, yapay bir edimdir. Özsel anlamda, anadan doğduğu gibi kalan anlamıyla ümmilik, bireysel olmaktan daha çok toplumsallık ifade eder. Sözlü kültür ve yazılı kültür bu ayırıma tekabül eder. Sadece Araplarda değil, tüm toplumlarda sözlü kültüre sahip olanlar babadan ve atadan duyup işittikleri ile doğayı ve toplumu algılayıp, buna göre yaşamı sürdüren toplumlar iken yazılı kültür, insan aklına ve bilincine dayalı toplumları ifade etmektedir. Kutsal kitaplar, en azından müntesipleri yönüyle, sözlü kültürün ürünüdür. Yazılı kültürün vazgeçilmez ürünü olan kitap sözlü toplumlarda sadece "kutsal kitap" demektir; onun da en temel vasfı, vahiy ürünü olması ve kitaptan ziyade bir hitap vasfını taşımasıdır.
Kur’an'ın nazil olduğu dönemde ve Hz. Peygamberin vefatına yakın bir zamana kadar Hicaz bölgesinde, yazının hiç de iddia edildiği gibi, yaygın olmadığı, henüz başlangıç seviyesinde ve gelişmemiş olduğu bilinmektedir. Bu temel önermeden hareketle, toplumsal ve kültürel alt yapının önce Hz. Peygamberin zihninde sonra da Kur’an’da nasıl bir yansıma alanı bulduğu, özellikle onda okuma (kıraat) ve yazma (kitabet) ile ilgili kelimelerin ne anlama geldiği büyük önem taşır.
Kur’an’da okuma yazma faaliyeti, genelde tek bir başlık altında ele alınsa da aslında iki farklı alan olarak görülmelidir: Kur’an vokabularisinde okumaya ilişkin imalar, sıradan bir okurun bile hemen dikkatini çektiği üzere; mesela kıraat, tilavet, tertil kelime çeşitliliğiyle sıklıkla tekrar edilmesine karşın aynı durum yazı için söz konusu edilmez. Okumanın nesnesi olan kitap kelimesi Kur’an'da en çok geçen kelimelerden olmasına karşın yazmanın nesnesi defter kelimesi hiç geçmemektedir. (Özellikle suhuf ve zübür kelimelerinin bu anlamı çağrıştıran ve yazı nesnesi olduğu yönündeki yorumları, şimdilik paranteze alıyoruz).
"Yazmak" anlamına gelen ketebe fiili Kur’an’da her zaman yazma anlamına gelmemektedir. Bu konudaki tartışmaları da şimdilik erteleyerek belirtelim ki, Kur’an’da okuma (kitab) ve yazmaya (kitabet) ilişkin kelimeler her zaman bu anlama delalet etmemektedir. Onda geçen az sayıda da olsa bazı kelimelerin anlamları hiç de bugün anlaşıldığı gibi yazı araçlarına denk düşmemektedir. Bununla birlikte Mekke ve Kureyşlilerin en bariz vasıflarından olan ticarete yönelik Kur’an’da çok sayıda kelime yer alırken, aynı durumun yazıya ilişkin kelime bolluğunda görülmemesi, yazının (alfabe) tüm toplumlarda, ticaretin hemen ardından gelişim göstermesiyle ilgili olmalıdır.
Kur’an’da kitap (okuma) ve kitabet (yazma) üzerinden ilerlediğimizde konu, iki yönlü ele alınabilir: Birincisi, tarihi verilerin (siyer) ışığında, Kur’an'ın nazil olduğu dönemde yazının genel düzeyinin hangi seviyede olduğuna ilişkin örneklerden hareket edilebilir ya da bu bilgilerden hareketle Kur’an’da kitap ve kitabetin (yazı) gerektirdiği donanıma ilişkin kelimelerin izleği sürülebilir.
Yazıları olan toplumların büyük çoğunluğu yazıyı ya komşularından ödünç aldılar ya da kendi başlarına icat etmeksizin ötekilerden esinlenerek geliştirdiler. Bu bütün dünyada böyle olduğu için, Araplara yazının intikali de bundan azade değildir. Nabati ve Himyeri yazısından hangisinin tetikleyici unsur olduğu tartışmalı olsa da her iki dili kullanan toplumlar Hicaz Araplarına en yakın uygar toplumlardı. Öte yandan Arapların amca oğlu Samilerin yazıya Araplardan çok daha önce kavuştukları ve kullandıkları da bilinmektedir.
Yazının gelişimi, Sümer'de kâtip sınıfının elinden tacirlerin kullanımına geçmeye başlaması, ekonomik bir ihtiyaçtan doğmuştu. Yazının ticaret ile bağlantısı dikkate alındığında Mezopotamya bölgesi başta olmak üzere, Mısır, Anadolu ve Ege kıyıları dünya ticaretinin kavşağı olması yönüyle öne çıkar. Yazı; piktogramlar, logogramlar ve hiyeroglif süreçlerinden geçerek nihayet Fenikelilerin Alfabeyi bulmaları ile uygarlık tarihinin bulduğu en önemli araçlardan bir olmuştur. Niçin başka uluslarda değil de Fenikeliler tarafından geliştirildiği, onların ticarete olan yatkınlıkları ile doğrudan ilgili olmalıdır. Zira kimin kime borcu olduğuna dair kayıt tutulamayan bir ticaret olamazdı. Araplar ile aynı soydan gelen Samilerde yazı ve yazının varlığı bilinmesine karşın Fenikelilerin torunları olan Arapların yazı ile temaslarının daha geç bir dönemde olmasının nedeni, bize göre, ticaretin gelişmesiyle yakından ilgilidir. Yazının Arabistan'a girişinin Güneyden, Yemen bölgesinden Müsned yazısı ile olduğunu söyleyenler yanında; Kuzeyden, Nabati yazısı üzerinden girdiğini söyleyenler de vardır. Güneylilerin kullandığı dil Kuzeylilerin kullandığı Arapçadan kısmen farklıydı ve Habeş dili ile olan ilgisi tarihi veriler ile sabittir. Zira burası tarih boyunca Habeşistan'ın vassalı konumundaydı. Bu bölgede Arapça Main, Sebe ve Himyerilerin konuştukları lehçelere ayrılıyordu.
Güneyde Himyeriler ile kuzeyde Nabatîler arasında kalan Hicaz bölgesinde, Arapça yazının gelişiminin izleri, Kur’an'a (Kureyş suresi) yansıdığı kadarıyla "yaz ve kış (güneye ve kuzeye) yapılan ticari seyahatler üzerinden takip edilebilir. Ticaretin zorunlu hale getirdiği yazının Mekke ve civarındaki gelişim seyrini bu açıdan görmek, belirsizlikleri kısmen ortadan kaldırabilir. Kur’an'ın nüzulüne yakın Mekke ve Kureyş'in ticari faaliyetlerindeki hareketlilik ve ardından yazının Hicaz bölgesine girmeye başlaması bir rastlantı olmamalıdır.
Hicaz Araplarının yazıyı Kur’an'dan önce bildiklerine dair kaynaklarda bir kısım izler bulunsa da yaygın olmadığı açıktır. İslam gelmeden az önce Araplar, ticaret için gelip-gittikleri bu bölgelerden yazıyla ilk ünsiyet başlamış; ticaret geliştikçe onlar da yavaş yavaş belli düzeyde yazı ve okumayı öğrenmeye başlamışlardı.
Arapların tarihinde yazılı ilk kitabın Kur’an oluşu, konumuz açısından yaşamsal önemdedir. Bu temel öncülden hareketle hem yazının hem de okuma yazma oranının Mekke'de ki seviyesi hakkında belli bir fikir edinilebilir.
İkinci olarak, Hz. Peygamberin içinde yaşadığı Mekke'de ticaret ve yazı arasındaki sıkı ilişkinin bir süreç olarak ele alınıp takip edilmesi belli ipuçları verebilir. Mekke ticari yönden tam anlamıyla bir tüccar kentiyken, yazı konusunda ilk başlarda aynı gelişmişlik seviyesinden söz etmek pek mümkün görünmemektedir.
Mekke'de yazım faaliyeti, ticarete göre daha ilkel bir düzeyi göstermektedir. Ancak yazının ortaya çıkmasının olmazsa olmaz şartı, ticaret olduğundan; yazılı topluma geçen diğer yerlerde olduğu gibi, Mekke'de de önce ticaret sonra yazının geliştiği söylenebilir. Çivi yazısını bulan Sümerlerde ticaretin tetikleyici bir unsur olması gibi tarihin en önemli tüccarları kabul edilen Fenikeliler de insanlığa alfabeyi armağan etmeleri benzer süreçlerin sonucudur. Aynı durum yazının Hicaz bölgesine giriş süreci için de söylenebilir. Mekke ve Kureyş'in ticari faaliyetlerinin belli bir düzeye geldikten sonra, yazının yaygınlık kazandığı tarihi veriler ile de örtüşmektedir.
Kur’an ve yazı arasındaki ilişki aslında bir başka açıdan Hz. Peygamber ve yazı arasındaki ilişki ile de irtibatlıdır. Özellikle Kur’an’da geçen ümmi kavramının doğrudan peygamber ile ilişkilendirilmesi bu yönüyle dikkat çekicidir. Kur’an bu kavramı tüm bir Arap ırkı için kullanması ise konunun boyutunun sınırlarına işaret etmektedir.
Kur’an nazil oluncaya kadar Mekke'de okuma yazma faaliyetlerinin yapıldığı örgün bir eğittim kurumunun varlığına yönelik elimizde herhangi sağlam bir veri bulunmamaktadır. Bu, Hz. Peygamber dönemi için de geçerlidir. Oysa bugün, İslam’dan asırlarca önce Sümerlerin örgün eğitim veren okulları olduğu, burada öğrencilere yazı yazma ile ilgili eğitim verildiği bilinmektedir. Aksi iddialar bulunmasına rağmen, Kur’an'ın nazil olduğu Mekke'de herhangi bir örgün eğitim kurumunun olmaması bir yana, okuma ve yazma bilen sahabe sayısının bir elin parmakları ile gösterilebilecek seviyede olması bu yönüyle kıyaslanmaya değerdir.
İslam kaynaklarında vahiy katiplerinin sayısının abartılı rakamlar ile ifade edilme alışkanlığı ciddi bir sorundur. Kur’an'ın (neredeyse) dörtte üçü Mekke'de nazil olmasına rağmen, yazım faaliyetlerinin Hicret sonrasında kısmi bir ilerleme gösterdiği nazar-ı dikkate alındığında, Mekke döneminde yazılan vahiylerin -ezber dışında- Medine'ye nasıl taşındığı konusundaki belirsizlikler ise ana sorunların başında gelir.
Sahabenin içinde okuma bilenler elbette vardı. Ancak bunların sayısı ilerleyen dönemlerde belli düzeyde bir artış göstermiştir. Bu sayının ilk başlarda, iddia edildiğinin aksine çok az olduğu söylenebilir. Yazı başka bir yetenek gerektiriyordu ve bu konudaki genel yaklaşım, 3. Yüzyıl alimlerinden İbn Kuteybe (ö. 276/889) tarafından çok açık bir biçimde dile getirilmektedir. O, Te'vilü muhtelifi'l-hadîs' adlı eserinde şöyle demektedir;
Şimdilik son bir hususu belirterek bitirelim; yazım faaliyeti, sözlü kültür dikkate alındığında ilk dikkat çeken, onun belli bir gizemi barındırdığıdır. Mezopotamya ve Mısır'da kâtip sınıfının rahiplerden oluştuğu; tanrı-insan arasında samimi bir bağ kurma gibi özellikler düşünüldüğünde onları farklı kılanın, yazı ile olan ilişkileridir. Rahiplerin yazıyla ilişkisinin efsunlu bir edim olarak algılanması, Kur’an öncesi kültürde, "yazma, yazıt" (kitabet) kavramı vahyin sözlük anlamında mündemiç bulunan "gizlilik", "saklılık" manasıyla uyumlu görünmektedir. Gerçi Kur'an'da vahiy kelimesi kitabet (yazı) anlamıyla kullanılmasa da özellikle bazı dil bilimcilerin kitabet’i "vahy" kelimesinin içerdiği anlamlara dahil etmeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Ayrıca peygamber döneminde özellikle hadislerin kayıt altına alınması bağlamında Kur’an 'dan başka bir şeyin yazılmasına dönük belli bir çekincenin varlığı, sadece Kur’an 'dan olmayanın ona karışması endişesiyle olmamalıdır.
Özetle demek istediğimiz; “Kur’an ve Yazı" konusu, ondaki kavramların yapı sökümü doğru yapılmadan, Hz. Peygamberin yaşadığı dönemin reel-politiği ile ilişkilendirilmeden, iki yönlü bu ilişkinin sosyal, siyasal ve toplumsal kökenlerine inilmeden, sağlıklı bir analiz yapılamaz.
Yazının icadı, kuşkusuz insanlık tarihini değiştirdiği gibi talihini de kökten değiştirmiştir. İnsanoğlu, binlerce yıl doğada, avcı ve toplayıcı olarak yaşamını sürdürürken değil de ancak yazının icadından sonra büyük gelişmeler yaşanması bir rastlantı olmayıp, doğal bir birikimin neticesiydi.
Yazının icadı tüm dünyada eş zamanlı gelişmemiş; Mezopotamya, Mısır, Çin, Hint gibi bölgelerde yazı kullanılırken, dünyanın başka bölgelerine yazının ulaşması asırları bulmuştur. Bugün bile hala yazılı olmayan toplumlar bulunmaktadır. Dahası yazının ilk icat edildiği bölgenin Irak olmasına rağmen bugün Iraklıların pek çoğunun okur yazar olmaması ironik olduğu kadar üzüntü vericidir de.
Yazının icadında ticaretin tetikleyici bir özelliğe sahip olduğuna kuşku yoktur. Özellikle ticari ürünlerin alım satımında giderek artan nicel artış hacminin büyümesi, muhasebe kayıtlarının tutulmasını zorunlu kılmıştı. İlk Sümer kentlerinden Urug'da bulunan kayıtlarda; tabletlerin yüzde doksanı katiplerin tuttukları mallara yatırılmış paraların, işçilere dağıtılmış tayinlerin, dağıtılan yiyecek ürünlerinin miktarını göstermektedir. Buradan hareketle ticaret ve yazı arasındaki ilişkinin dünyanın hemen hemen tüm gelişmiş bölgelerinde eş zamanlı ilerlediği dikkate alındığında Arapların bundan azade olmadığı, onların da benzer süreçlerden geçtiği söylenebilir.
7. yüzyıl Arabistan'ı da büyük ölçüde yazının henüz tüm donanımıyla ulaşmadığı yerlerden biriydi. Gerçi Arapların, Samilerin amca oğulları oldukları ve İbranilerin yazı ile olan ünsiyetleri dikkate alındığında, Arapların bundan mahrum olmaları izaha muhtaç görünmektedir. İbranilerin Babil sürgünü nedeniyle yaşadıkları coğrafya, Arapların yaşadıkları çöl iklimi karşısında daha mamur ve Bereketli Hilal'in verimli toprak avantajına sahipti. Arapların, İbranilere nazaran yazı ile nispeten daha geç bir dönemde karşılaşmış olmaları bu nedenle olmalıdır.
Araplar okuma yazma bilmez denildiğinde, aslında onun gerektirdiği donanımdan yoksunluk anlamı kastedilir; kültür düzeyi yüksek olmayan, entelektüel faaliyetlerden mahrumiyet anlamı taşır. Kültür de zaten insan bilincinin ürettiği, doğal olmayan, yapay bir edimdir. Özsel anlamda, anadan doğduğu gibi kalan anlamıyla ümmilik, bireysel olmaktan daha çok toplumsallık ifade eder. Sözlü kültür ve yazılı kültür bu ayırıma tekabül eder. Sadece Araplarda değil, tüm toplumlarda sözlü kültüre sahip olanlar babadan ve atadan duyup işittikleri ile doğayı ve toplumu algılayıp, buna göre yaşamı sürdüren toplumlar iken yazılı kültür, insan aklına ve bilincine dayalı toplumları ifade etmektedir. Kutsal kitaplar, en azından müntesipleri yönüyle, sözlü kültürün ürünüdür. Yazılı kültürün vazgeçilmez ürünü olan kitap sözlü toplumlarda sadece "kutsal kitap" demektir; onun da en temel vasfı, vahiy ürünü olması ve kitaptan ziyade bir hitap vasfını taşımasıdır.
Kur’an'ın nazil olduğu dönemde ve Hz. Peygamberin vefatına yakın bir zamana kadar Hicaz bölgesinde, yazının hiç de iddia edildiği gibi, yaygın olmadığı, henüz başlangıç seviyesinde ve gelişmemiş olduğu bilinmektedir. Bu temel önermeden hareketle, toplumsal ve kültürel alt yapının önce Hz. Peygamberin zihninde sonra da Kur’an’da nasıl bir yansıma alanı bulduğu, özellikle onda okuma (kıraat) ve yazma (kitabet) ile ilgili kelimelerin ne anlama geldiği büyük önem taşır.
Kur’an’da okuma yazma faaliyeti, genelde tek bir başlık altında ele alınsa da aslında iki farklı alan olarak görülmelidir: Kur’an vokabularisinde okumaya ilişkin imalar, sıradan bir okurun bile hemen dikkatini çektiği üzere; mesela kıraat, tilavet, tertil kelime çeşitliliğiyle sıklıkla tekrar edilmesine karşın aynı durum yazı için söz konusu edilmez. Okumanın nesnesi olan kitap kelimesi Kur’an'da en çok geçen kelimelerden olmasına karşın yazmanın nesnesi defter kelimesi hiç geçmemektedir. (Özellikle suhuf ve zübür kelimelerinin bu anlamı çağrıştıran ve yazı nesnesi olduğu yönündeki yorumları, şimdilik paranteze alıyoruz).
"Yazmak" anlamına gelen ketebe fiili Kur’an’da her zaman yazma anlamına gelmemektedir. Bu konudaki tartışmaları da şimdilik erteleyerek belirtelim ki, Kur’an’da okuma (kitab) ve yazmaya (kitabet) ilişkin kelimeler her zaman bu anlama delalet etmemektedir. Onda geçen az sayıda da olsa bazı kelimelerin anlamları hiç de bugün anlaşıldığı gibi yazı araçlarına denk düşmemektedir. Bununla birlikte Mekke ve Kureyşlilerin en bariz vasıflarından olan ticarete yönelik Kur’an’da çok sayıda kelime yer alırken, aynı durumun yazıya ilişkin kelime bolluğunda görülmemesi, yazının (alfabe) tüm toplumlarda, ticaretin hemen ardından gelişim göstermesiyle ilgili olmalıdır.
Kur’an’da kitap (okuma) ve kitabet (yazma) üzerinden ilerlediğimizde konu, iki yönlü ele alınabilir: Birincisi, tarihi verilerin (siyer) ışığında, Kur’an'ın nazil olduğu dönemde yazının genel düzeyinin hangi seviyede olduğuna ilişkin örneklerden hareket edilebilir ya da bu bilgilerden hareketle Kur’an’da kitap ve kitabetin (yazı) gerektirdiği donanıma ilişkin kelimelerin izleği sürülebilir.
Yazıları olan toplumların büyük çoğunluğu yazıyı ya komşularından ödünç aldılar ya da kendi başlarına icat etmeksizin ötekilerden esinlenerek geliştirdiler. Bu bütün dünyada böyle olduğu için, Araplara yazının intikali de bundan azade değildir. Nabati ve Himyeri yazısından hangisinin tetikleyici unsur olduğu tartışmalı olsa da her iki dili kullanan toplumlar Hicaz Araplarına en yakın uygar toplumlardı. Öte yandan Arapların amca oğlu Samilerin yazıya Araplardan çok daha önce kavuştukları ve kullandıkları da bilinmektedir.
Yazının gelişimi, Sümer'de kâtip sınıfının elinden tacirlerin kullanımına geçmeye başlaması, ekonomik bir ihtiyaçtan doğmuştu. Yazının ticaret ile bağlantısı dikkate alındığında Mezopotamya bölgesi başta olmak üzere, Mısır, Anadolu ve Ege kıyıları dünya ticaretinin kavşağı olması yönüyle öne çıkar. Yazı; piktogramlar, logogramlar ve hiyeroglif süreçlerinden geçerek nihayet Fenikelilerin Alfabeyi bulmaları ile uygarlık tarihinin bulduğu en önemli araçlardan bir olmuştur. Niçin başka uluslarda değil de Fenikeliler tarafından geliştirildiği, onların ticarete olan yatkınlıkları ile doğrudan ilgili olmalıdır. Zira kimin kime borcu olduğuna dair kayıt tutulamayan bir ticaret olamazdı. Araplar ile aynı soydan gelen Samilerde yazı ve yazının varlığı bilinmesine karşın Fenikelilerin torunları olan Arapların yazı ile temaslarının daha geç bir dönemde olmasının nedeni, bize göre, ticaretin gelişmesiyle yakından ilgilidir. Yazının Arabistan'a girişinin Güneyden, Yemen bölgesinden Müsned yazısı ile olduğunu söyleyenler yanında; Kuzeyden, Nabati yazısı üzerinden girdiğini söyleyenler de vardır. Güneylilerin kullandığı dil Kuzeylilerin kullandığı Arapçadan kısmen farklıydı ve Habeş dili ile olan ilgisi tarihi veriler ile sabittir. Zira burası tarih boyunca Habeşistan'ın vassalı konumundaydı. Bu bölgede Arapça Main, Sebe ve Himyerilerin konuştukları lehçelere ayrılıyordu.
Güneyde Himyeriler ile kuzeyde Nabatîler arasında kalan Hicaz bölgesinde, Arapça yazının gelişiminin izleri, Kur’an'a (Kureyş suresi) yansıdığı kadarıyla "yaz ve kış (güneye ve kuzeye) yapılan ticari seyahatler üzerinden takip edilebilir. Ticaretin zorunlu hale getirdiği yazının Mekke ve civarındaki gelişim seyrini bu açıdan görmek, belirsizlikleri kısmen ortadan kaldırabilir. Kur’an'ın nüzulüne yakın Mekke ve Kureyş'in ticari faaliyetlerindeki hareketlilik ve ardından yazının Hicaz bölgesine girmeye başlaması bir rastlantı olmamalıdır.
Hicaz Araplarının yazıyı Kur’an'dan önce bildiklerine dair kaynaklarda bir kısım izler bulunsa da yaygın olmadığı açıktır. İslam gelmeden az önce Araplar, ticaret için gelip-gittikleri bu bölgelerden yazıyla ilk ünsiyet başlamış; ticaret geliştikçe onlar da yavaş yavaş belli düzeyde yazı ve okumayı öğrenmeye başlamışlardı.
Arapların tarihinde yazılı ilk kitabın Kur’an oluşu, konumuz açısından yaşamsal önemdedir. Bu temel öncülden hareketle hem yazının hem de okuma yazma oranının Mekke'de ki seviyesi hakkında belli bir fikir edinilebilir.
İkinci olarak, Hz. Peygamberin içinde yaşadığı Mekke'de ticaret ve yazı arasındaki sıkı ilişkinin bir süreç olarak ele alınıp takip edilmesi belli ipuçları verebilir. Mekke ticari yönden tam anlamıyla bir tüccar kentiyken, yazı konusunda ilk başlarda aynı gelişmişlik seviyesinden söz etmek pek mümkün görünmemektedir.
Mekke'de yazım faaliyeti, ticarete göre daha ilkel bir düzeyi göstermektedir. Ancak yazının ortaya çıkmasının olmazsa olmaz şartı, ticaret olduğundan; yazılı topluma geçen diğer yerlerde olduğu gibi, Mekke'de de önce ticaret sonra yazının geliştiği söylenebilir. Çivi yazısını bulan Sümerlerde ticaretin tetikleyici bir unsur olması gibi tarihin en önemli tüccarları kabul edilen Fenikeliler de insanlığa alfabeyi armağan etmeleri benzer süreçlerin sonucudur. Aynı durum yazının Hicaz bölgesine giriş süreci için de söylenebilir. Mekke ve Kureyş'in ticari faaliyetlerinin belli bir düzeye geldikten sonra, yazının yaygınlık kazandığı tarihi veriler ile de örtüşmektedir.
Kur’an ve yazı arasındaki ilişki aslında bir başka açıdan Hz. Peygamber ve yazı arasındaki ilişki ile de irtibatlıdır. Özellikle Kur’an’da geçen ümmi kavramının doğrudan peygamber ile ilişkilendirilmesi bu yönüyle dikkat çekicidir. Kur’an bu kavramı tüm bir Arap ırkı için kullanması ise konunun boyutunun sınırlarına işaret etmektedir.
Kur’an nazil oluncaya kadar Mekke'de okuma yazma faaliyetlerinin yapıldığı örgün bir eğittim kurumunun varlığına yönelik elimizde herhangi sağlam bir veri bulunmamaktadır. Bu, Hz. Peygamber dönemi için de geçerlidir. Oysa bugün, İslam’dan asırlarca önce Sümerlerin örgün eğitim veren okulları olduğu, burada öğrencilere yazı yazma ile ilgili eğitim verildiği bilinmektedir. Aksi iddialar bulunmasına rağmen, Kur’an'ın nazil olduğu Mekke'de herhangi bir örgün eğitim kurumunun olmaması bir yana, okuma ve yazma bilen sahabe sayısının bir elin parmakları ile gösterilebilecek seviyede olması bu yönüyle kıyaslanmaya değerdir.
İslam kaynaklarında vahiy katiplerinin sayısının abartılı rakamlar ile ifade edilme alışkanlığı ciddi bir sorundur. Kur’an'ın (neredeyse) dörtte üçü Mekke'de nazil olmasına rağmen, yazım faaliyetlerinin Hicret sonrasında kısmi bir ilerleme gösterdiği nazar-ı dikkate alındığında, Mekke döneminde yazılan vahiylerin -ezber dışında- Medine'ye nasıl taşındığı konusundaki belirsizlikler ise ana sorunların başında gelir.
Sahabenin içinde okuma bilenler elbette vardı. Ancak bunların sayısı ilerleyen dönemlerde belli düzeyde bir artış göstermiştir. Bu sayının ilk başlarda, iddia edildiğinin aksine çok az olduğu söylenebilir. Yazı başka bir yetenek gerektiriyordu ve bu konudaki genel yaklaşım, 3. Yüzyıl alimlerinden İbn Kuteybe (ö. 276/889) tarafından çok açık bir biçimde dile getirilmektedir. O, Te'vilü muhtelifi'l-hadîs' adlı eserinde şöyle demektedir;
- “Sahabeden (Abdullah b. Amr)'ın dışında kalanlar ümmi idiler. Onların arasına yazı yazabilenlerin sayısı bir ya da iki kişi ancak vardı.”
- (و كان غيره من الصحابة اميين لا يكتب منهم الا الواحد والاثنان). (İbn Kuteybe, Te'vilü muhtelifi'l-hadîs, s. 412).
- Bu bilgi, aynı şekilde erken dönem diğer kaynaklar tarafından da desteklenmektedir. Mesela İbn Sa'd (öl. 230/845), sahabeden Rafii b. Malik'in yazı yazmayı bildiğini söylerken, Araplar arasında yazının çok az bilindiğine (وكانت الكتابة في القوم قليل) işaret etmektedir. (İbn Sa'd, Tabakat, 3/622)
- Belazuri (ö. 279/892), aynı şeyi Medineli Müslümanlar için dile getirmekte, Evs ve Hazreç kabilelerinden yazmayı bilenlerin çok az olduğuna benzer ifadelerle aynı şeyi söylemektedir.
- (كان الكتاب بالعربية في الاوس والخزرج قليلا .... فجاء الاسلام وفي الاوس والخزرج عدة يكتبون) (Belazuri, Fuhuhu’l-buldan, 659).
Nüzul süreci ilerledikçe, Mekki ve Medeni surelerde, kitap ve yazıya ilişkin önemli bir farklılık görülür. Mekkî ayetlerin şiirselliği Medine dönemi ile birlikte daha düz yazı formuna bürünmüştür. Bu, sahabenin bilincinde tebarüz etmiş midir bilinmez ancak Kur’an'ın Mushaflaşma süreciyle yüz yüze gelenler manzum ile mensur (düz yazı) ayırımını fark etmiş olmalıdırlar. Manzum ile mensur arasındaki en önemli farklardan biri manzum, sözlü kültürün ürünü iken mensur, yazılı toplumun ürünüdür. Analitik düşünme ve mantık, düz yazının icadı ile gelişmiş ve Antik dönemde de benzer bir süreç yaşamıştır. Bu nedenle Cahiliye döneminde yazıdan bağımsız olarak gelişen şiir -özellikle İmrü'l-Kays gibi Muallaka şairleri- bu meyanda hatırlanmalıdır. Kur’an’da Mekkeli müşriklere ve Arap bedevilerine hitap eden ayetlerin üslubunda işaret, ima ve hazf üslubu görülmesi biraz da bu nedenle olmalıdır. Oysa Medine döneminde İsrail oğullarına hitap edilirken, sözlü kültürün tüm inceliklerine rağmen (burada belki nesir denilebilir) cümlelerin daha şiirsel formun dışında kullanıldığı görülür. Dolayısıyla Kur’an metninin kendisi bir kitap olarak sözlü kültür ile yazılı kültür arasında ayırıcı bir vasıf olarak orta bir yerde durmaktadır.
Şimdilik son bir hususu belirterek bitirelim; yazım faaliyeti, sözlü kültür dikkate alındığında ilk dikkat çeken, onun belli bir gizemi barındırdığıdır. Mezopotamya ve Mısır'da kâtip sınıfının rahiplerden oluştuğu; tanrı-insan arasında samimi bir bağ kurma gibi özellikler düşünüldüğünde onları farklı kılanın, yazı ile olan ilişkileridir. Rahiplerin yazıyla ilişkisinin efsunlu bir edim olarak algılanması, Kur’an öncesi kültürde, "yazma, yazıt" (kitabet) kavramı vahyin sözlük anlamında mündemiç bulunan "gizlilik", "saklılık" manasıyla uyumlu görünmektedir. Gerçi Kur'an'da vahiy kelimesi kitabet (yazı) anlamıyla kullanılmasa da özellikle bazı dil bilimcilerin kitabet’i "vahy" kelimesinin içerdiği anlamlara dahil etmeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Ayrıca peygamber döneminde özellikle hadislerin kayıt altına alınması bağlamında Kur’an 'dan başka bir şeyin yazılmasına dönük belli bir çekincenin varlığı, sadece Kur’an 'dan olmayanın ona karışması endişesiyle olmamalıdır.
Özetle demek istediğimiz; “Kur’an ve Yazı" konusu, ondaki kavramların yapı sökümü doğru yapılmadan, Hz. Peygamberin yaşadığı dönemin reel-politiği ile ilişkilendirilmeden, iki yönlü bu ilişkinin sosyal, siyasal ve toplumsal kökenlerine inilmeden, sağlıklı bir analiz yapılamaz.
Yorumlar
Yorum Gönder