Ana içeriğe atla

Kureyş'in İlişkiler Ağı

 “Mekke’nin ekonomi politiği” başlıklı yazıda, Kur’an gelmeden önceki yüz yıl içinde meydana gelen olayların ne denli önemli olduğuna işaret edilmiş, İslam’dan önceki yüz yıllık süreçte, onun iki büyük kurucusundan özellikle Hz. Peygamberin büyük dedesi Haşim’in yapıp ettiklerinin önemi üzerinde durulmuştu. 

Bu yazıda, yine beş ve altıncı yüzyıllar arasındaki bir asırlık dönemi farklı bir açıdan yeniden yorumlamayı deneyecek ama bu defa Kusay üzerinde durulacaktır. Mekke’de olup bitenler, Kureyş’in ilişkiler ağı açısından yorumlanacak ve bu ilişkiler ağının Kur’an’a yansımaları, örneklik bağlamında, gösterilmeye çalışılacaktır.

****

Mekke’nin Kabe merkezli kutsallığı paranteze alınırsa, Kusay şehri belirleyen neredeyse tek isimdir. Mekke’nin gerçek banisi o’dur, zira onun mekana yönelik, şehrin doğal yapısı üzerinde kutsal olmayan tek hamlesinin bir benzeri yoktur, eşsizdir.

5. Yüzyılın sonlarına doğru yapıldığı anlaşılan bu hamleyi yapan Kusay, babası tarafından küçük yaşta götürüldüğü dönemin kuzey bölgesinde uzun süre yaşadıktan sonra tekrar Mekke’ye geri dönmüştü. Bu dönüşle birlikte, bilgi ve görgüsü oldukça zenginleşmiş, dönemin uygar bölgelerinden edindiği deneyimleri Mekke’de gerçekleştirmek üzere işe koyulmuştu.

 Ondan başka Mekke’nin şehir kimliğine yönelik müdahalesi olan ikinci bir isim neredeyse yoktur. Hz. Peygamber de dahil onun kadar Mekke şehri üzerinde belirleyici olan bir kimse olmamıştır. Yüzyıllar boyunca bu yargıyı değiştirecek bir hamle olmadığı gibi Kusay ayarında biri de çıkmamıştır. Abdullah b. Zübeyr (ö. 73/692) başta olmak üzere Emevi, Abbasi ve Osmanlı imparatorlarından bazıları, çeşitli müdahaleler yapmışsa da bunlar, onun kurguladığı şehir planını kökten değiştirecek müdahaleler değildir.

Aslında şehrin doğal yapısına herhangi bir müdahale eden başka isimlerin çıkmaması, Arapların şehir bilinci dikkate alındığında pek de şaşırtıcı değildir.

İslami kaynakların Kusay’dan önceki Mekke’ye dair anlatıları oldukça yetersiz olmanın yanında, bu anlatıların büyük bir bölümü mitolojik bir mahiyet sergiler. Bu nedenle Mekke’ye dair anlatıların Kusay ile başlaması hiç de şaşırtıcı değildir.

Kusay’a kadar Mekke’de hakimiyet Huzaa kabilesi’nin elindeydi. Kusay, Mekke hakimiyetini sağladıktan sonra, Huzaalıları şehirden çıkarmakla kalmamış, Kureyşlilerin Mekke’deki hakimiyetini de sağlamlaştırmıştı.

Kusay, iki büyük köklü hamle yaptı.

1.   Şehri ilk ve son kez planladı.

2.   Şehrin doğal yapısına uygun idare bir yapılanmaya gitti.

Bu iki hamle, Hz. Peygamber ve ondan sonra ki dönem de dahil, Mekke’nin tarihini bütünüyle belirlemiştir. Bu tespit mübalağa olarak görülmemelidir.

Kusay, Mekke’yi iki bölgeye böldü. Bitah ve Zevahir adı verilen bu ayırım bir tür şehir planlamasıydı. Buna göre şehir, merkez ve banliyö olarak ikiye ayrıldı. Meke’yi de on bölgeye ayırarak yeni bir iskan alanı ihdas etti.

Buna göre; Kabe’nin merkezde olduğu bölgeye ayrıcalıklı sınıfa mensup Kureyş kabileleri yerleştirildi. Bunlara Kureyş-i bitah denildi ve hiyerarşik olarak Kusay ailesine yakınlık derecelerine göre mensupları Kabe’yi merkeze alan mahallelere dağıtıldı. Daha az önemli olan kabileler ise Kabe’den daha uzak mahallelere yerleştirildi. Bunların dışında kalan kabilelere ise Kureyş-i zevahir denildi ve bunlara da Mekke'nin banliyösü sayılabilecek, Kabe'nin görüş alanının tamamen dışında kalan bölgeler verildi. 

Uzun yıllar sonra Abdülmüttalb’e Ebu’l-betha (Betha’nın efendisinin oğlu) denilmesi bu nedenle olmalıdır.

Kusay, ikinci büyük bir hamle daha yaptı.

Şehri idari olarak yapılandırdığı gibi şehrin tarihinde kutsal alan dışında belki de tarihindeki ilk kamu binası sayılabilecek bir yönetim merkezi yaptırdı.

Darunnedve!

Kur'an'da sıklıkla kullanılan mele kavramı aslında özel bir isim anlamına gelmese de kaynaklarda genelde Darunnedve mensupları açısından yorumlanmıştır.

Darunnedve, Kureyş ileri gelenlerinin katıldığı bir tür küçük çaplı şehir meclisiydi.

Buranın merkezde yer aldığı idari yapıyı diğer ayaklar ile tahkim etti. Bu idari yapı en temelde ikiye ayrılıyordu: Biri Kabe’nin güvenliğine dönük (sidane, hicabe, sikaye, rifade) uygulamalar diğeri ise şehir kimliğiyle Mekke’nin düşmanlardan korunmasına yönelikti (kıyade, liva).

Sidane/hicabe, Kabe’nin bakım ve görümü, sikaye su işleri, rifade gıda ve yemek işlerini düzenlemeye yönelik iken; şehrin savunmasına yönelik kıyade askeri işleri, liva ise sancak görevinden oluşuyordu.

Bu taksimat aslında şehrin kimliğini tüm yönleriyle ifşa etmektedir. Buna göre şehrin ve orada yaşayanlarının yaşamı ikili bir saç ayağı üzerine kuruludur. Birisi din ve inanç, diğeri ise savaş. Şehir buna göre konumlanmıştır. Bir yanda Hac mevsiminde dışardan gelenleri ağırlamaya yönelik bir organizasyon, diğer yanda, olası bir savaş halinde şehrin güvenliği dikkate alınmıştı.

Müslüman kaynaklar tarafından aşırı abartmalarla anlatılan bu uygulamalar bir şehir için ciddiye alınır yapısal bir değer taşıyıp taşımadığı bir yana, Mekke tarihi bakımından sembolik değerde öneme sahip olduğuna hiç kuşku yoktur.

***

Mekke’de bundan sonra olup bitenlerin neredeyse tamamı bu iki büyük hamle ile ilgili olacaktır. MS. 450 ile 470 arasında meydana gelen bu gelişmeler, bundan böyle Mekke’de olup bitenleri büyük ölçüde belirleyecektir. Dolayısıyla yıllar sonra İslam ortaya çıktığında yaşananlar, Hz. Peygambere verilen “emin” sıfatı, Şi’b-i Ebu Talipte uygulanan ambargo, Habeşistan’a ve Medine’ye hicret ya da Mekke’nin fethinde olup bitenler bir yana farklı kabilelerin birbiriyle olan ilişkiler ağı da bu hamleler ile çok yakından ilgili olacaktır.

Kusay’ın ölümüne kadar onun hakimiyetinde olan idari yapılanma bir daha tek elde asla toplanamadı. Aslında Kusay’a sırf bu yüzden mücemmi (toplayıcı, bir araya getirici) lakabı verilmişti.

O öldükten sonra bu görevler oğulları arasında bölündü. Her kabile bu idari organizasyonda pay sahibi olmak istedi. Bazen sikaye bir kabileye geçiyordu bazen de rifade ya da kıyade.

Bitah ve Zevahir ayırımı sadece mekânsal bir bölünme değil aynı zamanda soya dayalı bir bölünmeydi. Burada asla unutulmamalıdır ki  Mekke kabile sistemiyle yönetiliyordu ve soya bağlılık dışında bir belirlenim bulunmuyordu.

6. Yüzyılın başlarına doğru gelindiğinde yeni bir durum ortaya çıktı. Mekansal temelli bu ikiye bölünmüşlük, mekan sakinlerini de ikiye böldü:

Ahlaf ve Mutayyebun.

Bu bölünme, Bitah içinde gerçekleşti.

Bu yeni bir gelişmeydi ve Kusay’ın Mekke adına yaptığı tüm kazanımlar neredeyse yok olmak üzereydi.

***

Kusay’ın iki oğlundan Abdümenaf ve Abdüddar arasında başlayan iktidar mücadelesi kısa bir süre sonra Mekke’yi iç savaşın eşiğine getirdi.

Kusay yerini Abdüddara bırakmıştı ama Abdüddar yaşça büyük olsa da silik bir şahsiyetti. Oysa Abdümenaf daha karizmatik ve lider tabiatlıydı. Bu iki kardeşin ölümünden sonra Abdümenaf’ın çocukları, kabilenin gücünün giderek zayıfladığı gerekçesiyle idarenin kendi hakları olduğunu talep ettiler.

Abdümenaf’ın oğulları bir tarafta, amcaları Abdüddar’ın oğulları diğer taraftaydı. Her iki gurupta haklarını almak için harekete geçtiler. Mekke ve Kureyş, bu iki taraftan birini desteklemek zorunda kaldı. Tarafsızların oluşturduğu bir üçüncü gurup (zevahir) ile Mekke üç parçaya bölündü.

İşte bu durum, İslam gelmeden önceki yüzyıllık süreçte ikinci en önemli gelişmeydi.

Taraflar birbirlerini desteklemek ve yalnız bırakmamak üzere yemin ettiler. Abdümenaf oğulları ve onu destekleyen kabileler güzel kokulu bir kaba ellerini batırarak Kabe duvarına sürerek yemin ettiler. Bunlara Mutayyebun denildi. Abdüddar oğulları ve onları destekleyen kabileler ise kendi aralarında yemin ettiler ve onlara da Ahlaf denildi. Buna göre kabilelerin Mekke’deki durumu şöyle oldu:

    • 1.  Gurup: Abdümenaf oğullarını tutanlar (Mutayyabun)
      • Esed oğulları
      • Zühre oğulları
      • Teym b. Mürre oğulları
      • Haris b. Fihr oğulları.
    • 2.   Gurup: Abdüddar oğullarını tutanlar (Ahlaf)
      • Mahzum oğulları
      • Sehm oğulları
      • Cumah oğulları
      • Adi b. Kab oğulları.
    • 3.   Gurup: Tarafsızlar (Zevahir)
      • Amir b. Lüey oğulları
      • Muharib b. Fihr oğulları

Neticede bir orta yol bulunarak uzlaşma yoluna gidildi. Buna göre Abdüddar oğullarına göstermelik birtakım imtiyazları verilse de asıl iktidar Abdümenaf oğullarının eline geçti. Zira kıyade, sikaye ve rifade onların kontrolündeydi ve bu üçlü kimdeyse Mekke de onundu.

İşte bu olay münasebetiyle meydana gelen gruplaşma Mekke’nin bundan sonraki tüm siyasal ve toplumsal ilişkilerini belirledi. O nedenle bu iki kampa mensup olan kabilelerin kimler olduğu büyük önem taşır. Çünkü İslam geldiğinde bu ayrışmanın etkileri kendisini çok daha derinden hissettirecektir.

Başka bir ifadeyle; Ahlaf ve Mutayyebun dikkate alınmadan, ne Hz. Peygamberin yaşamı boyu meydana gelen olaylar ne Mekke’nin fethi, ne Hz. Peygamberden sonra Hz. Ebubekir’in Halife olması, ne herkesin gözü önünde Hz. Osman’ın katledilmesi açıklanabilir. Ya da bir Haşimi olan Hz. Ali ile Ümeyye oğullarından Muaviye’nin arasında geçen Sıffin Savaşı veya sonrasında meydana gelen Kerbela faciası ve nihayet içinden iki imparatorluk çıkan Ümeyye oğulları (Emeviler) ile Abbas oğullarının (Abbasiler) kökensel temelleri.

Bu nedenle, 5. Ve 6. Yüzyılların Mekkesinde kabileler arasında dolaşmayı biraz daha derinleştirmeden önce, bu ilişkiler ağında kabile sisteminin mahiyeti ve bunun Kur'an’a yansımasına dair bir kaç hususun belirtilmesi gerekmektedir.

 ***

Öncelikle kabile, boy, sülale kelimeleri, toplumdan topluma değişmektedir. Söz konusu kabile sistemini yaşamın en temeline yerleştiren Mekke toplumu açısından bakıldığında, böylesine girift ve karmaşık ilişkiler ağına başka bir bölge ve toplumda kolay kolay rastlanmaz.

Bunun böyle olduğunu anlamak için Kur'an’da geçen kabile ve kabile yapılanmasına ilişkin oldukça zengin bir kelime dağarcığına göz atmak bile yeterlidir:

Kur'an’da sosyal gurupları ifade eden ve kısmen kabile sisteminin aparatları olan onlarca kelimenin farklı türevlerde sıklıkla kullanıldığı görülür. Mesela kavm/akvam, kabile/kabail, usbe/asabe, aşiret, cibill, fasile, ehl/al, fırka, fevç, hizb/ahzab, fietü, raht, nefer/enfar, sıbt/subat, şia, taife gibi kelimeler işbu kabile sisteminin ne denli girift olduğunun en açık göstergelerinden biridir. Dahası küçük toplulukları ifade eden tüm bu kelimeler dizgesinin tam karşısında yer alan ümmet kelimesi ise Kur'an tarafından toplumsal büyük bir değişimin habercisi olarak en tepeye yerleşmesi konunun bir başka yönüdür..

Tüm bu kavramlar Kur'an geldiğinde kimi ne ölçüde karşıladığı sorunu tefsir ilmiyle uğraşanları hayli meşgul etmiştirMesela bu kavramlardan biri olan ehl kelimesi için Kur'an'da Hz. Nuh’a “O senin ehlinden değildir” denilmektedir. Ancak bu ifade ile çekirdek aile mi kastedilmektedir yoksa sülale mi? Eğer çekirdek aile anlamı verilirse o takdirde ehl-i kitap ifadesindeki ehl ile nasıl bir bağıntı kurulacaktır? Ya da aynı kökten türeyen âl kavramının farklı kullanımlarından Âl-i Firavun, Âl-i İmran, Âl-i Yakup, Âl-i İbrahimÂl-i Lut gibi deyimler, en küçük toplum birimi olarak “aile”yi mi kastetmekte yoksa daha geniş bir grubu mu. Mesela milleti mi? Eğer böyle ise bu iki kullanım arasındaki niceliksel büyüklük ve mesafe aynı kelime için nasıl mümkün olabilecektir.

Kur'an'da geçen aşir(et) kelimesi kök anlam itibariyle 10 demektir ve bu kadarlık bir grup için kullanılmış olmalıdır. Ancak Türkçe açısında aşiret neredeyse kabile kelimesi ile aş anlamlı kullanılmakta ve bazen kabileden daha büyük bir yapıyı ima etmektedir.

Bu nedenlerden ötürü, kabile, boy ve sülale vb. kavramları arasındaki girift ilişki ayırt edilmediğinde ciddi karışıklıklara neden olmaktadır. Mesela Kureyş kabilesi ile Haşimi kabilesi sıklıkla aynı anlamda kullanılmakta ve fakat bu ikisinin bir ve aynı olmadığı bilinmektedir. Haşimi oğulları Kureyş kabilesinin sadece bir alt koludur. Türkçe açısından kesin ayırım ancak sülale kavramı üzerinden yapılabilir.


Kabile ile sülale arasındaki  sorun büyük ölçüde hallolsa bile toplumsal ilişkiler ağını tam olarak yansıtmamaktadır. Mesela Kureyş kabilesi içinde Abdümenaf oğulları ya da Haşim ve Ümeyye oğulları eşit iki topluluk olduğu sanılabilir. Oysa Haşim ve Ümeyye, Abdümenaf oğulları içinden çıkmış daha alt kollardır. Bu nedenle eşit değildir ve birincisi sülale olsa bile diğeri ancak boy kelimesi ile ifade edilmelidir.

Kabileler konusunda aşağıda dile getirilecekler, bu ayırıma dikkat edilmediğinde ciddi karışıklıklara neden olabilecektir. O nedenle bu yazıda tek tek bu ayırımları göstermek yerine Arap toplum yapısının hiyerarşik düzeneğine ilişkin genel bir tablo vermek daha yararlı olacaktır.  Arap kabile sistemi en genel çizgilerle en küçükten büyüğe doğru hiyerarşik olarak şu sıralamaya tabidir:

Aşiret

Fasile

Fahz

Kabile

İmare

Batın

Şa'b


Dikkat edilirse bu sıralamada yer alan kelimelerin lügat anlamları  biyolojik bir organizmaya benzetilmiş, baştan ayak parmaklarına kadar yedi bölgeye ayrılarak adlandırılmıştır. Baş (şa’b), boyun (kabile) göğüs (imare), karın (batn), bacak (fahz), ayak (fasile), ayak parmakları (aşireti) temsil etmektedir. (İbn Manzur, 2229)

Buna göre en aşağıdan başlayarak yukarı doğru ya da tersi bir sıralama ile şa’b kabilelerden, kabile imarelerden, imare batınlardan, batın fahzlardan, fahz fasilelerden, fasile de aşiretlerden oluşur. Daha somut  olarak; Abbas bir fasile, Haşim bir fahz, Kusayy bir batın, Kureyş bir imare, Kinane bir kabile, Huzeyme bir Şa’b’dır.

 *****

Şimdi bu bilgiler ışığında İslam gelmesine yakın, Mekke’deki kabileler ve ilişkiler ağına yeniden dönüp, biraz daha yakından bakalım:

Haşim oğulları: Ebu Talib’e gelinceye kadar Mekke’nin önemli kollarından biriydi. Ancak Abdülmuttalib’den sonra Mekke’deki ağırlığını kaybetti. Ebu Talibin ölümüyle reis Ebu Leheb oldu. O’nun peygambere karşı çıkışının ardında muhtemelen karısının Haşimilerin en büyük rakibi Abdüşşem sülalesinden olması yatıyordu, zira Ebu Süfyan’ın ablasıyla evliydi.

Muttalib oğulları: Haşimilere bağlı bir koldu ve içlerinde ileri gelen pek kimse yoktu.

Teym oğulları: Mekke’nin etkili kollarından değildi. Belki zikre değer tek isim, evinde Hılfül-fudul toplantısını tertip eden Abdullah b. Cud’an’dı. İlk Müslümanlardan Süheb b. Sinan aslen Bizansdan gelme kölelerden olmasına karşın Abdullah b. Cüdan’ın kölesi olmasıyla bu kabileyle ilişkilidir. Hz. Ebubekir de bu kabiledendir. Ancak sanıldığının aksine ilk başlarda, Mekke iç siyasetinde kabilesinin ağırlığı oranında önem taşıdığı söylenemez. Oysa aynı Ebu Bekir, Peygamber vefat ettiğinde onun yerine geçecek kadar önemli bir figür haline gelmişti. Arap geleneğine göre bu imkansıza yakın bir şeydir. Peki ama nasıl olmuştur denirse; bunun nedeni, her ne kadar çoğunlukla onun takvası ve Hz. Peygamber’e yakın ve dostluğu üzerinden açıklanmaya çalışılsa da bizim kanaatimiz bunun tek belirleyici olmadığı yönündedir. Hz. Ebubekir’in özellikle Arapların soy kütük bilgisi anlamına gelen ensab ilmine ileri derecede vakıftı. Kabile ilişkiler ağını ondan daha iyi bilen (nessab) kimse yoktu. Hz. Peygamber’in en yakını ve kendisinden sonra halefi olmasının da başlıca nedenlerinden biri bu olmalıdır.

Zühre oğulları: Teym ve Muttalib kabilesine göre daha iyi bir konumdaydı. Güç bakımından ortalarda bir yerdeydi. İleri gelenlerden biri Esved b. Abdu Yeğus idi. Peygamberin Taif ziyaretinden Bedir savaşına kadar sülalenin reisi Ahnes b. Şerik’ti. Kabilenin en meşhurlarından biri Abdurrahman b. Avf’tı. Sad b. Ebu Vakkas da bu kabilenin başka bir kolundandı. Abdullah b. Mesud da öyle.

 Adi oğulları: Adi oğulları önce Ahlaf gurubundandı. Ancak sonra saf değiştirdi. Adi oğullarına mensup olan Müslümanların çoğunun anneleri Sehm ve Cumah oğullarındandı. İlk Müslümanlardan biri olan Nüaym b. Abdullah İslam geldiği sıralarda kabilenin reisi konumundaydı. Hz. Ömer de bu kabiledendi. Babası Hattab ile dedesi Nufeyl kabilenin ileri gelenlerindendi. Onlar ölünce Ömer’den başka ileri gelen bir isim pek bilinmiyor. İslam geldiğinde onun da Mekke siyasetinde pek bir dahli olduğu söylenemez. Başlangıçta İslam’a karşı hiç de olumlu bir kanaate sahip olmaması,  biraz da anne tarafından Mahzum oğullarından olması ile ilgili olmalıdır. O da Ebubekir gibi ensab ilmine vakıftı. Hz. Peygamberin duasında, Ebu Cehil ile eşitlenecek derecede kabile şerefi yüksek biri olmamasına karşın yüksek karizması ile kabilesini aşan bir konuma sahipti.

Haris oğulları: Bitah ile Zevahir arasında kalan bölgedeydiler. Hz. Peygambere karşı düşmanlık yapanlar arasında bu kabileden ileri gelen pek kimse yoktur. Kabile içi evliliklerin dışında Zühre ve Amir gibi nispeten düşük sülalelerle yapılan evlilikler ile ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Ebu Ubeyde b. Cerrah bu kabiledendi.

Amir oğulları Haşim, Nevfel ve Mahzum oğulları ile yaptıkları evlilikler nedeniyle konumlarını nispeten yükseltmişlerdi. İleri gelenleri arasında nüfuzlu pek kimse yoktur. Sonraki yıllarda Kureyş ve Mekke'nin azalan gücü karşısında Mekke'nin önemli isimleri arasına giren Süheyl b. Amr, Hudeybiye antlaşmasıyla öne çıkan isimlerden biri oldu. Kur'an’da âmâ olarak anılan  ve gözleri görmeyen İbn Ümmü Mektum da bu kabiledendi.

Esed oğulları: Mekke’nin ileri gelen kabilelerinden biriydi. Mekke'nin önemli isimleri arasında sayılan Nevfel b. Huveylid, Ebul Bahteri, Zema b. Esved, Hakim b. Hizam bu kabiledendi. Zübeyr b. Avvam, bu kabilenin bir kolu olan Huveylid’dendi. Annesi kanalıyla Hz. Peygamber ile babası kanalıyla Hz. Hatice ile akrabaydı.

Nevfel oğulları: Sayıca güçlü değillerdi. Ancak Abdüşşems oğulları ile ilişkileri nedeniyle bazı kabile mensuplarının belli bir nüfuz alanları vardı. Mahzum oğullarıyla da ilişkileri iyiydi. Bu nedenle olsa gerek ilk Müslümanlar arasında bu gurupta pek fazla kimse yoktur.

Abdüşşems oğulları: Haşim oğullarının amca oğullarıydı ancak eskiye oranla pozisyonlar tamamen değişmişti. Artık Abdüşşems oğulları çok iyi durumdaydı. Mekke liderliğini büyük ölçüde Mahzum oğulları ile paylaşıyorlardı. Aralarında büyük bir mücadele vardı ancak Mahzum oğulları bir adım öndeydi. Ukbe b. Ebi Muayt, Utbe b. Rebia ve Şeybe b. Rebia Bedirde öldürülünceye kadar Mekke’nin nüfuzlu isimleriydi. Müslümanlar arasında Osman b. Affan bu kabiledendi ve 3. Halife olması pek de şaşırtıcı olmamalıdır. Ayrıca Halid b. Said, Ebu Huzeyfe b. Utbe, kabilenin müttefiklerinden Abdullah b. Cahş ve kardeşleri de ilk Müslümanlar arasındaydı. Özellikle Halid b. Said ve Ebu Huzeyfe anne tarafından Mekke’de zayıf bir konumda bulunan Kinane oğullarındandı. Mahzum’un liderleri Bedirde ölünce, liderlik Abdüşşems oğullarına eline geçmişti. Ebu Süfyan Uhud’da Kureyş’in komutanıydı. Ebu Süfyan’ın kabilesinin ağırlığıyla orantılı ayrıca yüksek bir karizmaya sahip olduğu anlaşılıyor. M. Watt onu Atina döneminin Perikles’ine benzetir.

Mahzum oğulları: Bedir Savaşına kadar Mekke’nin yegane hakimi durumundaydılar. Özellikle Amr b. Hişam (Ebu Cehil) ileri gelenlerin başında geliyordu. Sayıca çok kalabalıktılar ve özellikle Ebu Cehil’in dedesi Muğire’nin soyundan gelenler çok daha güçlüydüler. İlk Müslümanlardan Erkam ve Ebu Seleme, Ebu Cehilin dedesi Muğirenin erkek torunlarıydı. Evini müslümanların karargahı olarak kullandıran Erkam kendi sülalesinin de reisiydi. Yine bu kabileden müslüman olanlardan biri de Ayyaş’tı ve Ebu Cehil’in anne bir kardeşiydi. Ammar b. Yasir ve babası da bu sülalenin müttefikiydi.

Sehm oğulları: Güçlü sülalelerden biriydi. Hılfül-fudul onlara karşı kurulmuştu. Ebû Süfyân’ın babası Harb b. Ümeyye’nin Adîoğulları’nı haksız yere Mekke’den çıkarmak istemesine karşı çıkarak Haşim oğullarından Abdülmuttalib’in yanında yer alsalar da Hz. Peygamber’e karşı şiddetli bir düşmanlık beslediler. Özellikle kabilenin ileri gelenleri arasında As b. Vail ve Haris b. Kays bu düşmanlıkta sınır tanımayan kimselerdi. Bedir’de Sehm oğullarının liderleri Münebbih b. Haccac ile kardeşi Nubeyh’dı. Amr b. As da bu kabiledendi ve ileride Mısır valisi olduğunda Fustat şehrinin kuruluşunda Sehm oğullarının çoğunu buraya yerleştirdi.

Cumah oğulları: Sehm kadar olmasa da bunlar da güçlüydü. Safvan b. Umeyye meşhur isimlerinden biridir. Ümeyye b. Halef ve daha sonra Vehb b. Umeyr b. Halef başta olmak üzere ailece lider bir pozisyonları vardı. İlk Müslümanlardan Osman b. Mazun bu kabiledendi.

Abduddar oğulları: Kusay’ın oğulları arasında en önemlisiydi ancak Abdüddar ölünce oğulları Mekke yönetiminde pek etkili olamadı. Musab b. Umeyr ve Mekke’nin fethinde Kabe’nin anahtarlarının kendisine verildiği Osman b. Talha da bu kabiledendi.

***

 Ahlaf ve Mutayyebun ile başlayan, Hz. Peygamber dönemine gelindiğinde Mekke içindeki bu ilişkiler ağının en önemli iki yansımasının daima hatırda tutulması gerekir.

Bunlardan biri Hums ehli uygulaması, diğeri ise Hılfu’l-fudul. Her iki uygulama da Ahlaf ve Mütayyebun’a dayanıyordu. Hums ve Hille guruplaşması tarih olarak muhtemelen Hz. Peygamberin doğumuna yakın bir zamanda, yaklaşık 570’lerde gerçekleşmiş, Hılfu’l-fudul guruplaşması ise Hz. Peygamberin nübüvvetten önce, muhtemelen 20 yaşlarında olduğuna göre, 590’larda olmalıdır.

Hılfu’l-fudul bu ilişkiler ağının görünür belirlenimlerinden biridir.

Bu teşebbüs, özellikle Ahlaf’dan Sehm oğullarından biri olan As b. Vail’in Hac için Yemenden gelen bir tüccardan aldığı malın karşılığını ödememesi nedeniyle patlak verdi. Adam malının karşılığını alamayınca Ebu Kubeys dağına çıkarak hakkını talep etti ancak Ahlaf gurubuna mensup olan hiçbir kabile Sehm oğullarına ses çıkarmadı. Mutayyabun gurubu ise bir araya gelerek adama hakkını verinceye kadar mücadele edeceklerine yemin (hılf) ettiler.

Buna göre bu harekete katılanların arasında Ahlaf’dan kimse yoktu. Mutayyebun'dan ise Haşimiler, Muttalip oğulları, Zühre oğulları, Teymiler ve Esed oğullarıydı.

Görüldüğü üzere, Altıncı yüzyıl Mekke’sini çözümlemek aslında biraz da Kureyş denen ana kabilenin saçaklanan boyları ile aralarındaki ilişkiyi çözmek anlamına gelir.

Dolayısıyla yedinci yüzyılın başına gelindiğinde söz konusu ilişkiler ağının hangi kertede olduğu, Hz. Peygamber’in Mekke’deki pozisyonuna göre nasıl bir dağılım sergilediğini görmek büyük önem taşır. O nedenle altıncı yüzyıl ile yedinci yüzyılı karşılaştırmak gereklidir.

Temel yapı Ahlaf ve Mutayyebun olmak üzere zaman içerisinde bir kısım küçük değişmeler olduğu çok açıktır:

 

 


 

İslam öncesi dönem

 

1.   Grup

2.   Grup

3.   Grup

Abdümenaf

Abdümenaf

Amir b. Lüey

Esed

Mahzum

Muharib b. Fihr

Zühre

Sehm

        -

Teym

Cumah

        -

Haris

Adi b. Kab

        -

 

 


İslami  dönem

Haşim

Abdüşşems

Mahzum

Muttalip

      -

Sehm

Zühre

Nevfel

Cümah

Teym

Esed

Abduddar

Haris b. Fihr

Amir

       -

Adi

     -

       -

 

İslam geldiğinde bu ilişkiler ağının en göze çarpan yanı; 2. Gurupta yer alanlar ile 3. Gurupta yer alanların ticari çıkarları nedeniyle ittifak halinde olmalarıdır.  Burada 3. Gurupta yer alanlar, İslam öncesi 2. Gurupta yer alan Ahlaf gurubunu oluşturmaktadır. Sadece Adi gurupta yer almamaktadır.

İslami dönem 1. gurup, aslında büyük ölçüde Hılful-fudul’u oluşturan guruptan oluşmaktadır. Sadece Esed çıkmış onun yerine Adi oğulları eklenmiştir. Bunun nedeni Ömer b. Hattap’ın İslam’a girmesi olmalıdır. Abdüşşems ile Mahzum ittifakı da olabilir. Çünkü Adi ile Abdüşşems arasında bir kısım sürtüşmeler vardır.

Bedir savaşı meydana geldiğinde Mekkelilerin liderleri 2. Ve 3. Gurupta yer alanlardandır. 1. Guruptan sadece Abbas yer almaktadır.

Zühre ve Adi oğulları başta olmak üzere İslami dönemdeki 1. Guruptakiler Mekkelileri pek desteklememişlerdir.

Haşim oğullarına boykot uygulandığında bu boykotu kıranlar İslami dönem 2. gurupta yer alan Amir, Nevfel, Esed oğullarıdır. Ayrıca anne tarafından Haşim oğullarından olan bir Mahzumi de boykotu kıranlar arasındadır.

Hz. Peygamber, Taif’den dönerken kendisini koruma talebinde bulunduğu kimseler Zühre, Amir, Nevfel’dendi ve bunların hiçbiri 3. Guruptan değildi.

Habeşistan’a hicret etmeyen Müslümanların büyük çoğunluğu Haşim, Muttalip, Zühre, Teym ve Adi oğullarına mensuptular: Bu ise kendi kabileleri içinde nefes alabildikleri anlamına gelir.

Tablodaki ilişkiler ağını daha teknik ve sosyolojik ayrıntılandırmak mümkün ise de şimdilik bu kadarla yetinip, Kur'an'da bu ilişkiler ağının izleri sürülecektir.

***

Aslında 7. Yüzyıl Mekkesini çözümlemenin biricik yolu orada yaşayan kabilelerin birbiriyle ilişkisini çözümlemektir. Bu son derece hayatidir. Zira bu yapılmadan İslam’ın bir din olarak ortaya çıkışı, gelişmesi, dönüşmesi ve genişlemesi açıklanamaz. Daha da önemlisi Kur’an da bundan geri kalmaz. Pek çok ayet, doğrudan 7. Yüzyıl Mekkesinde yaşayanlar, özellikle ileri gelenleriyle yaşanan polemikleri konu edinir. Bu polemikler, Kureyş kabilesinin tüm boylarına yayılmış putperest prototipleridir.  Özellikle Mekki ayetler genel olarak müşrikleri hedef almakla beraber daha özel de isimli isimsiz pek çok kişi muhatap alınmaktadır. Bu muhatapların tekil birer birey olmaları nedeniyle Kur'an’a yansıdığı düşünülmemelidir. Bu kişiler en temelde soy ve kabilelerine nispetle bir değer taşıdıklarından Kur'an’daki yansımalarının derinlikli tedkikine ihtiyaç vardır. Biz sadece genel bir fikir vermesi bakımından bazı hususlara dikkat çekmekle yetineceğiz.

Kur’an istisnai olarak isim verse de çoğunlukla isim vermeden muhatap aldığı pek çok kabile mensubuna dolaylı dolaysız işaret etmektedir. Bunların tümü büyük bir yekun tuttuğundan burada sadece en bilinir olanlarından bazıları ele alınacaktır.

Mesela Haşim oğullarından Ebu Leheb’in durumu Kur’an açısından çok özeldir. Onun adı Mesed suresinde bizzat zikredilmekte, özellikle hanımına da vurgu yapılmaktadır. İslam gelmeden önce peygamberle pek bir sorunu olmadığı anlaşılan Ebu Leheb ne olmuştur da Kur'an’a bu denli keskin ifadelerle yansımıştır? Bu yansıma da karısının Abdüşşems oğullarından olmasının bir etkisi var mıdır, bilmiyoruz.

Müddessir suresi 18-20 ayetlerinin muhatabı doğrudan Mahzumoğullarının ileri gelenlerinden Velid b. Muğire’dir ve bu zat akılsal faaliyetlerine Kur'an tarafından dikkat çekilen en önemli figürlerden biridir. Başka pek çok ayetle ilişkilendirilse de özellikle Zuhruf 31. ayette geçen “şu Kur’an iki memleketten büyük bir adama indirilseydi ya!” denilen o “iki kişiden” birinin Velid olduğunda pek kuşku bulunmamaktadır.

İkra olarak da bilinen Alak suresinin ilk beş ayetinden sonraki kısmının muhatabı da yine Mahzum oğullarından biri olan Ebu Cehil’dir. Onunla ilişkili başka ayetler de vardır.

Kevser suresinde peygambere “ebter” diyen ve surede yerilen kişi Sehm oğullarından As b. Vail’dir. Meryem suresi 77-80 arasında anlatılan kişi de o’dur. Furkan suresinin 43 ayetinde peygamberle alay eden kişilerden ikisi de Sehm oğullarındandır: As b. Vail ve Haris b. Kays. Tekasür suresinde mal, evlat ve akraba çokluğuyla övünenlerin ise tüm kabile üyelerini içine alacak şekilde Sehm oğulları olduğu belirtilmektedir.

Pek çok ayette Kur'an’ı aşağılamak, vahyi getireni yalancı bir duruma düşürmek için onlarca kez tekrar edilen “esatirül-evvelin” (eskilerin masalları) ifadesini kullanan kişi, Abdüddar oğullarından Nadir b. Haris’dir.

Kafirun suresinde geçen “ben sizin taptığınıza tapmam, zaten siz de benim taptığıma tapmazsınız” ayetinde peygambere teklifte bulunanlardan biri de Cumah oğullarından Ümeyye b. Haleftir. Kardeşi Ubey b. Halef ise Yasin suresi 78-79. Ayetlerde peygambere “toz olup gittikten sonra bu kemiğin diriltileceğini mi iddia ediyorsun?” diyen kişidir.

Hucurat suresi 14 ile18. Ayetler arasındaki bölümün Hz. Peygamber ile yaptıkalrı görüşmeler sırasında sergiledikleri kaba tutum ve davranışlar yüzünden Esed oğulları hakkında nazil olmuştur.

Furkan suresi 27-29 ayetlerinde muhatap Abduşşems oğullarından Ukbe b. Ebu Muayt’tır.

Nur suresi 40. Ayette geçen, “Allah’ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz” âyeti Abdüşşems oğullarının haliflerinde Utbe b. Rebia'dır.

Bu isimler arasında daha pek çok isim vardır ve ilginç olanlardan biri Ahnes b. Şerik’tir. Aslen Taifli (Sakif oğullarından) olmasına karşı Mekke’deki Zühre oğullarıyla ittifakı nedeniyle Mekkeli olarak anılan bu zat başlangıçta uzun bir süre putperestlerin ileri gelenlerinden biri olmasına, dahası Taif’te peygamberin başına gelenlerden sonra Mekke’ye girişine izin vermemesine rağmen, ileriki yıllarda pozisyonunu Mekke’deki dengeler doğrultusunda değiştirmiştir. 

Kur'an'da “el-insan” ve “müstehziun” şeklinde geçen ifadelerin medlülleri de büyük oranda yine farklı kabile kollarına mensup isimlerdir. Mesela Nevfel oğullarından Mutim b. Adiy, Esed oğullarından (Hz. Haticenin kabilesi) Ebul-Buhteri, tarafsız kabilelere mensup isimlerdir ve bunların Kur'an’a yansımaları keskin çizgilerle değildir. 

Dikkat edilirse verilen örnekler Mekkeliler ile ilgilidir. Medine dönemi surelerinde de bazı isimler zikredilmekte ancak bunlar niceliksel olarak Mekki sureler kadar fazla değildir. Belki Hazrec oğullarından İbn Ubeyy b. Selül bunlar arasında farklılık gösterir.

Son olarak, hakkında Mümtehine 1. Ayetinin nazil olduğu söylenen Hatıb b. Ebi Beltea’nın durumuna temas ederek bitirelim. Hatıp ,Mekke'nin fethinden önce gizlice Mekkedekilere haber vermiş ve oradaki akrabalarını korumak istemiştir. Gelen Ayette ise müminlerin Allah düşmanlarını dost edinmemeleri istenmektedir.

Hatib'in ilk Müslümanlardan olduğu biliniyor. Bedir ve Uhud’da yararlılıklar göstermiş, peygamberin yanında pek çok savaşa katılmış ve Mısır Mukavkıs’ına elçi olarak gönderişmiştir. Onun Mekke'nin önde gelen kabilelerinden birine mensup olmadığı, aslen Yemenli kökenli olduğu ve mükatebe yoluyla özgürlüğüne kavuştuğu biliniyor. Dolayısıyla ailesi Mekke’deki kabilelerden birinin halifi değildir. Onları koruyacak pek kimse bulunmamaktadır. Hiyanetin Araplar arasında nasıl affedilmez bir suç olduğu düşünülürse, onun bu özel durumu dikkate alındığı için Peygamber tarafından mazur görülmesinin de sebebi açıklık kazanır. Oysa bu olaya yakın bir tarihte meydana gelen Hudeybiye münasebetiyle, Mekke’ye gönderilen Hz. Osman kabilesi Ümeyyeoğulları nedeniyle hiçbir can güvenliği endişesi taşımadan geri dönmüştü. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...