1970-1980 arasında çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın neredeyse tamamı burada geçti.
Beyoğlu’nun 20. Yüzyıldaki tüm tahrip
edilmişliğine rağmen, bu dönemde hala en muhteşem günlerini yaşayan, meyhaneleri
ile ünlü Çiçek pasajında.
Ne çok anım var burada!
Taksim ilkokulundan çıkıp, Sadri Alışık Sokak’tan,
Tünel’e doğru yürür, Galatasaray lisesine gelmeden sağ tarafa kıvrılıp Çiçek
Pasajının kapısından içeri girdiğimde bambaşka bir aleme yelken açar, ayaklarım
yerden kesilirdi.
Bazen ikinci kapıdan girerdim. Balık Pazarı’na
dönen Sahne sokaktan; her türlü balık, sebze ve meyvenin satıldığı bu sokağı
tercih etmemin nedeni ise özellikle kokoreç kokusunu içime çekmekti.
İçeri girdiğimde, hiç kimsenin yüzünün asık
olmadığı bu yerde, herkesin yüzünde aşırı bir neşe ve tebessüm, gizli bir sevinç
ve mutluluk hemen fark edilirdi. Hüzün, keder buraya nedense hiç uğramazdı. En
çatık kaşlı insanlar bile kapıdan içeri girdiğinde gevşer, yaşamın güzel yanlarını
görmeye başlar, ‘kendi mahallesinden” olmayan ötekine kötü gözle bakmazdı.
Babam, amcalarım, babamın dayıları ve daha başka
akrabalar ya bu pasajdaki meyhanelerden birinin sahibi ya da çalışanıydı.
Pasajın ismi kadar meşhur Entelektüel Cavit namıyla bilinen Cavit Güneş babamın
anne tarafından eniştemizdi ve Huzur’u o yıllarda yeni açmıştı. İnsanlar
huzur bulmak için akın akın buraya gelirdi.
En gözde mekanlardan biri olan Kimene
meyhanesi, babamın dayısı Kazım Tataroğlu’na aitti. Girişin tam karşısındaki köşede
yer alan Sev-İç ve Neşe meyhanelerinin sahipleri Tufan Ayanoğlu
ve abisi Bayram Ayanoğlu da eniştemizdi.
Palmiye, Pavyon, Ankara Birahanesi,
Lüks Karadağ, Aile, Pasaj, Çınar, Pera, Mahzen’i nasıl unutabilirdim. Kendine has özgün çizgileri, dekoru, atmosferi
ve rengarenk dünyasıyla ağırladığı tüm müşterilerinin belleğinde derin izler bırakan
bu yer, benim de hafızamdan hiç silinmedi.
Beş erkek kardeşin tek erkek çocuğu olarak
okula zoraki gidiyordum, bu cıvıl cıvıl ortamdan ayrılmayı kim isterdi ki. İlkokulun
ardından, her dönem sonu 6-7 zayıfla bitirdiğim ortaokulun son gününe kadar her
gün gece yarılarına kadar Pasajdaydım. Ta ki 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar.
Birdenbire her şey aniden değişti. Kendimi bir anda Fatih Çarşamba İmam Hatip’in
Lise kısmında bulmuştum.
İmam Hatip ile başlayan günler, bir süre sonra
Kuran Kursları, Camiler, Dergahlar ve dini çevrelerle giderek büyüdü ve
genişledi. O güne kadar içinde bulunduğumdan çok farklı bir çevreye girmiştim. Artık
Çiçek Pasajı ve Beyoğlu’ndan tamamen kopmuştum. Benimle birlikte bir süre sonra babam
da Çiçek Pasajından elini eteğini çekmiş, ailece bir dindarlaşma sürecine girmiştik.
Ailece yaşadığımız bu ani değişim ve dönüşümü önceleri sevk-i ilahi olarak görüyordum. Oysa bana o yıllarda sevk-i ilahi olarak görünen şeylerin pek de öyle olmadığını anlamam çok uzun sürdü. Meğer benim sevk-i ilahi dediğim şeyler aslında bir kurguymuş. Sevk-i devletlûların kurgusu.
Bunun bilincinde olmadığım zamanlar kendimi hep
baskıladım. Tüm yaşadıklarımı yadsıyordum. Yıllar boyu orada yaşadıklarımı,
olup bitenleri günah olarak algılayıp bastırmaya çalışsam da içimde bir
yerlerde hep oradaki neşeyi ve samimiyeti aradım durdum.
Niçin inkar etmeli? Belki de bir arayışın dilemmasıydı.
İlerleyen zaman içinde pek çok dini cemaat tanıdım, sohbetlerine
gittim. Bir kısmının uzun süre içinde de bulundum. Ancak hiçbirinde Çiçek pasajındaki
neşe ve muhabbeti, samimiyet ve yalınlığı bulamadım.
Bu çevrelerde kimse içten gelerek gülmüyor, kahkaha atamıyordu. İzin verilen sadece yarım dudak bir tebessümdü, hepsi o kadar. Hüznü yüceltiyorlardı ama o da sırıtan bir maske gibi eğreti duruyordu. Hep bir perdeleme ve ket vurma vardı. Davranışlara, duygulara, hatta bakışlara bile. Çiçek Pasajında gördüğüm içtenlik yoktu.
Aslında sorun biraz da yaşanan çağdaş din
algısının kendisinden kaynaklanıyordu. Belli bir esnekliğe sahip olmayan bu anlayış
hiçbir geçişkenliğe izin vermiyordu. Bu nedenle içten ve yalın duygularla
hareket edenlere -en azından ben- pek rastlamadım. Oysa Çiçek pasajında
insanlar en doğal hallerindeydi; yapmacık (tasannu) yoktu, riya yoktu, kibir
yoktu. Neyse oydular.
Bu uzun ve öznel girişi daha fazla uzatmanın anlamı yok. Bu ayrıntıyı vermemizin nedeni, Çiçek Pasajı hakkında bundan sonra dile getirilecek kişisel gözlemlerin öznelliğine dikkat çekmektir.
Şimdi, Çiçek Pasajının 70’li yıllarının, izini sürmeye geçebiliriz.
***
Buraya niçin Çiçek Pasajı dendiğini çok sonraları
öğrenmiştim. 1917 Rus Bolşevik devriminden sonra buraya göç eden aristokrat Rus ailelerin kadınları ve kızları kapı önünde çiçek satarlarmış. O dönem İstanbul'u işgal eden İngiliz ve Fransız
askerlerinin tacizlerinden korunmak için, kızlar pasajın içine sığınırlarmış. Bu olaydan sonra pasaj artık Çiçek Pasajı olarak anılır olmuş.
Menekşe, sümbül, mimoza’nın bin bir
türlüsünün satılmaya başladığı pasajda bundan önce bonmarşe türü mağazalar,
mobilya ve antika dükkanları yer alıyormuş. Bunlar, zamanla kapanmaya
başlamış. 1950’lere doğru, ünlü Degüstasyon Lokantasının içkili servisleri rağbet
görünce tüm pasaj sadece meyhaneler ile dolmuş. İşte bizim ailenin
buraya girdiği yıllar da bu döneme yakındır.
Girişle birlikte üç katlı bu bina, geniş bir alan üzerine oturan bir taş yapıttır. Gösterişli cephe mimarisiyle yapının ön yüzünde yer alan türlü süslemeler ve kullanılan büyük heykeller bulunur. 19. yüzyıl Londra'sını resmeden gravürleri andıran yapısıyla Beyoğlu’nun en süslü binalarından biridir.
19. Yüzyılın Pera’sı nasıl ki İstanbul’un gözbebeği ise, 20. Yüzyıl Beyoğlu’nun göz bebeği de Çiçek Pasajıydı. Uluslararası çok kültürlü ve çok sesli eski Pera’nın yerini ulusal ölçekte de olsa Çiçek Pasajı almıştı.Peki ama Beyoğlu’nun düşüşe geçtiği bir dönemde, Çiçek
Pasajı nasıl bu denli büyük bir yükseliş trendine girmişti. Aslında sorunun kısa
cevabı, neşe ve eğlencenin, merkeze gelmesiydi. Bu görüş, Çiçek Pasajının yükselişe
geçtiği yıllarda, Hollandalı filozof Johan Huizinga (ö. 1945)
tarafından teorize edilmişti. Huizinga, çok ses getiren kitabında, asırlar boyu
insan için yapılan homo sapians (bilen insan), homo faber
(çalışan/üreten insan) tanımlarına yeni bir tanım ekliyordu: Homo ludens.
Yani oyun oynayan ve eğlenen insan. Ona göre, “kültür, toplumun
özdeksel, tinsel ve ahlaki alanların niteliği, doğal durumdan daha yüksek bir
varlık durumuna geçişte ortaya çıkan olgu”ydu. İşte bu nedenle oyun ve eğlence merkeze
gelmişti.
İçkinin onlarca çeşidinin bulunduğu pasajda,
aileden ve toplumdan gelen her türlü olumsuz itkiye rağmen benim belleğimde
bıraktığı imaj, hiçbir zaman içki ve alkol olmadı. Hep oyun ve eğlence oldu.
İşte 1970’li yıllar, Çiçek Pasajının, o eski ihtişamlı
Pera’nın yerini alması biraz da bu nedenleydi.
***
Pasaj, öğleden itibaren dolmaya başlar, özellikle akşam
havanın kararmasıyla inanılmaz güzellikte bir insan mozaiğine tanık olunurdu.
Müşterileri arasında diplomatlar, sanayiciler, siyasetçiler, bakan ve başbakanlar, sanatçılar, şarkıcılar, edebiyatçılar, gazeteciler, öğretim üyeleri, öğrenciler,
bohemler, yazarlar,
ressamlar, kısaca yüksek kültürün tüm temsilcileri buradaydı..
Bir köşede şairler ve edebiyatçılar,
sözün ve yazının hangi yöne evrildiğini tartışırken, diğer köşede gazeteciler
yazdıkları haber ve yorumlarının Türkiye’yi nasıl salladığını bir meslek heyecan
ile anlatırdı. Siyaset ve diplomatlar ülkeyi yeniden bir daha kurtarırken, felsefe
tutkunları hangi düşünürün daha çok içtiği ya da hangi şarabın daha kaliteli
olduğu üzerinde uzun konuşmalar yapardı. Daldan dala atlanılırdı. Tüm konuşmacılar
önlerinde adeta üniversite kürsüsü varmış gibi çektikleri nutuklarla sofranın
tadına tat katarlardı.
Konusu sanat olanlar yeni akım
art-nevoue üzerinde konsensüse bir türlü varamaz, grotesk mimarinin bizi
mahvettiğinden dem vurur; sinema ve tiyatrocular oynadıkları son sahnenin
izleyiciye bir türlü geçmediğinden şikayet ederdi. Bazen de hafta sonu oynanan
derbi maç sonrasında pasaja gelen ülkenin yıldız futbolcularına tezahüratlar
yapılırdı.
Müdavimi olmayanlar için dışardan kasvetli (mukassi) görünse de içinde bir
başka ferahlık ve letafet vardı. Kapıdan girildiğinde gam, keder, kasavetin dışarıda bırakıldığı bir mekandı burası. Kahkalar eşliğinde, sadece
iki lafın beli kırılmaz, muhabbetler koyulaştıkça koyulaşırdı. Eski müziğin en
seçkin örnekleri gecenin ilerleyen saatlerine kadar mırıldanırdı. İçmenin de
bir adabı olduğu ve bunun temsil edildiği yegane yerdi, Çiçek Pasajı.
Sohbetler kadar, mide ve göz de doyardı burada. Temaşa kelimesinin içeriği burada somutlaşırdı. Sofralardaki meze çeşitleri büyük bir hayranlıkla sadece izlenmez aynı zamanda damak zevklerini de süslerdi. Ana yemeklere geçmeden önce, soğuk ve sıcaklar denenirdi önce. İnce dilimlenmiş torik balığı, kalamar tava, haydari, sardalya plaki, palamut marina, pazı kavurma, acılı biber sosu, çiroz ve börülce özenli garsonlar tarafından ustalıkla servis edilirdi. Ara sıcaklardan tereyağlı karides, paçanga böreği, yaprak ciğer ve daha bir sürü şey bunlara eşlik ederdi. .
Pasaja dışardan yeni girenler masaları süsleyen mezelerin tadına daha
varmadan gözleriyle belli bir doyuma ulaşırdı. İçeri yeni gelenlere bu görsel
şöleni tamamlayan fasıl eşliğindeki ritim (ağırlıklı olarak klarnet sesi
duyulurdu) buranın sakinlerini dünya zevklerinin şahikasına çıkarırdı. Uzun ve
büyük koridor boyunca, sağlı sollu masalara envai türlüsüyle içki servisi başladığında,
bu harmoni taçlanırdı.
Kimene, Sev-İç, Huzur, Palmiye ve
diğerleri farklı farklı mekanlar olsa da Çiçek Pasajı akşamları, yekpare bir
bütünlüğe sahipti. Sanki koca pasaj büyük bir meydana kurulmuş tek bir sofra
gibiydi.
Pasajın orta yerinde sürekli dolaşan
seyyar satıcılar da olurdu. Karidesci, midyeci, tepside buzlu bademciler, masa
masa dolaşan akordeoncular, viyolonistler, sürekli nabız kontrolü yapan
tansiyoncular, ayakta çalan kemancılar, elinde yelpaze gibi açılmış şapkalı
milli piyangocular ve vızır vızır gidip gelen garsonlar ile büyük bir orkestra kurulurdu.
Arada bir eskiden Rum meyhanelerinin değişmezlerinden, nostaljik laterna da
çalardı.
Çiçek pasajı her ne kadar meşhurlar
geçidine sahne olsa da burada içeri girdikten sonra büyük siyasetçiler,
diplomatlar, sinemanın ünlü yıldızları, isim yapmış şarkıcılar ve müzisyenler bir anda sıradanlaşır
ve kapının dışında bıraktıkları şöhretleriyle artık Çiçek pasajının sıradan bir
müdavimi olurlardı. Bu nedenle burada tüm gözlerin kendisine çevrildiği sadece
iki çok ünlü kişi vardı: Bunların biri Entelektüel Cavit diğeri ise Madam
Anahit’di.
Entelektüel Cavit eskilerin Çelebi dediği
türden bir adamdı. Entelektüel lakabı, zamanın Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Doğan Nadi tarafından verilmişti. Çiçek pasajı
demek biraz da Cavit demekti. Pasajın en
önemli markasıydı. Çiçek pasajına gelip onu tanımayan yok gibidir. Güler yüzlü,
kibar, zeki ve bir o kadar da centilmendi. Ayhan Işık ve Zeki Müren’e nasıl
davranıyorsa parası denk düşmeyen, felekten bir gün çalmak için pasaja gelen
sıradan birine de aynı davranıyordu. Tüm erkek müşterileri onun tarafından
“ekselans” hitabıyla karşılanır, hanımlar ise bir prenses muamelesi görürdü.
Kadınların karşısında saygıyla eğilir, zarif bir reveransla ellerini öper ve bulup
buluşturup mutlaka bir gül verirdi. Her müşterinin masasına muhakkak uğrar,
gelenlerin kişiliklerine uygun bir karşılama tiradı çekerdi. Bunu yaparken
hiçbir yapmacıklık hissetmezdiniz: “Çek ekselansa bir arjantin, monsenyora çiroz getirelim, bol
dereotlu olsun!” talimatları
Çiçek Pasajının duvarlarında gece boyu yankılanırdı. Müşterileri
arasında kimler yoktu ki. Ünü yurt dışına taşmıştı. Zamanın ABD Dışişleri
Bakanı Henry Kissinger’in
meyhaneye gelişinde, kendisine “ekselans!” diyerek sarılması onu daha da
efsaneleştirmişti. Ağzına ne içki koydu ne de sigara. Ölmeden önce annesini
hacca gönderirken kendisinin neden gitmediği sorulduğunda tam bir çelebi
zarafetiyle “ama meyhane parasıyla hacca gidilmez ki!” demişti.
Madam Anahit ise Cavit’e göre daha az meşhurdu ama özellikle akordeonu ile tüm ömrünü burada geçirmiş pasajın ikonlarından biri olduğu kesindi. Kocaman gözlükleri ve parlak kırmızı ruju ile belleğimde o kadar yer etmiş ki, onu uzun yıllar rüyalarımda gördüm hep. Varlıklı bir ailenin kızı olarak, gençliğinde Büyükada'da Yorgo adında akordeon çalan bir gence aşık olmuş ve onun ardına takılıp gelmiş Beyoğlu'na. Ölünceye kadar Çiçek Pasajından ayrılmayan bu kadın, omuzuna asılı akordeonuyla yeri göğü inletirdi. Neredeyse üç çeyrek yüzyıllık yaşamının yarım yüzyılını burada geçirdi. Madam Anahit (Terziyan)’in en çok çaldığı şarkı, bazen tüm masaların eşlik etmesiyle koro halinde söylenirdi: “Yıldızların Altında”.
***
Pasajın içi kadar dışı da
şenlikliydi. Balık Pazarı tarafındaki kapısından çıkıldığında karşılaşılan
manzara, Çiçek Pasajındaki cümbüşe eşti. Envai türlü balıkçı, sebze ve meyve
satılan dükkanlar, sıcak ve soğuk mezelerin satıldığı onlarca bonmarşe, şarküteri,
kuruyemişçi, tatlıcı Çiçek Pasajının aksesuarıydılar.
Pazarın biraz ilerisinde yer alan Üç Horan
(Yerrortutyun Surp) kilisesi, benim o yıllarda korktuğum yerlerden biriydi:
Küçük gibi görünen bu kilise aslında tahmin edilemeyecek kadar geniş bir
alana sahipti. Aralarında Taksim, Tarlabaşı ve Feriköy’ün de bulunduğu Beyoğlu merkezli
tüm Ermeni kiliseleri ile Meryemana Süryani Kadim Kilisesinin de merkeziydi.
Mimarı, meşhur Balyanlar’dı.
Bu kiliseden niçin çok korkuyordum? Benim
gibi Beyoğlu’nda büyüyen biri için bu çok da şaşırtıcı değildir. Çünkü çok uzun
olmayan bir süre önce, 6-7 Eylül olaylarındaki azınlıklara karşı yapılan talan,
toplumsal hafızada öylesine bir kin ve nefrete dönüşmüştü ki; bütün kiliseler
Tanrının mabedi olmaktan çıkmış, içeride ifrit ve şeytanların cirit attığı, her
türlü kötülüğün kol gezdiği mekanlardı adeta.
***
Bir gece ansızın çöküvermişti Çiçek pasajı.
1978 senesinin Mayıs ayıydı. Büyük amcamın Balık Pazarının
bitimindeki evindeyken küçük amcam telaşla içeri girmiş ve o acı haberi
vermişti: Pasaj yıkıldı!
Ertesi gün gazeteler sabaha doğru 100
yıllık tarihi bu binanın haberini manşetten veriyordu: “Çiçek Pasajı çöktü: 5
kişi öldü” (Cumhuriyet, 11. 5. 1978). Ölenler
arasında akrabalarımız vardı. Yıkımdan sağ çıkanlar da.
Bu tarihten sonra Çiçek Pasajı bir
daha belini doğrultamadı. Bina restore edildi, tekrar açıldı ama o eski
canlılığı büyük yara almıştı.
Bu tarihten kısa bir süre önce babam
ve amcalarım, dayılarının yanında ayrılmış ve Çiçek Pasajının tam karşısında
yer alan Krepen Pasajı’nda kendi meyhanelerini açmıştı. Hoşgör
restoran’ın üst katı artık tamamen benimdi.
Zaten Çiçek pasajı, bir süredir mevcut yerine
sığmamaya başlayınca Krepen Pasajına taşmıştı. Küçük bir geçitle
bağlanan bu iki pasaj arasında bazı küçük farklılıklar vardı. Çiçek Pasajı daha
özenli, şık kıyafetli, saçları yapılı, makyajlı, yüksek topuklu hanımlar ile
bazen smokinli ama çoğunlukla grantuvalet beylerin mekanı iken, Krepen
Pasajı’nın müşterilerinin pek öyle bir dertleri yoktu. Daha serbest
kıyafetlerle gelinirdi.
İmroz, Kadir’in Yeri, Kulis, Papirüs’ü yazar çizer tayfasının tercih etmeleri
bundandı. Muhabbeti böldüğü için bazen buraya müzik ve şarkı bile fazla
gelirdi. İmroz’un duvarında “Meyhanede şarkı söylemek kat’iyen memnudur”
yazısı hala hafızamdadır.
O yıllarda bizim meyhaneye sık gelenlerden biri de gece yarısına kadar tek başına oturan pejmürde kılıklı bir adamdı. Daha çok bir dilenciye benzeyen bu adamı yıllar sonra, Kuzguncuk sahilinde bir kahve köşesinde görünce yanımdaki arkadaşımın “şu kim biliyor musun?” dediğinde “e ama ben onu çok iyi tanıyorum. Hep bize gelirdi” diyecektim. Hasan Ali Yücel’in biricik oğlu Can Yücel’di bu.
Daha başkaları da vardı. Hem de yığınla. Sinemadan müziğe, sanattan kültür ve edebiyata,
siyasete, futboldan tiyatroya onlarca farklı alanın en seçkin ve meşhur
isimlerini daha çocukken tanımıştım
Atatürk’e, Yahya Kemal, Yakup Kadri, Ahmet Hamdi Tanpınar’lara yetişemesem
de Necip Fazıl’lara yetişmiştim. Hafızam beni yanıltmıyorsa bizim meyhaneye
gelenlerden bazıları şunlardı: Fatma Girik, İzzet Günay, M. Cevdet
Anday, Erol Günaydın, Altan Erbulak, Necati Cumalı, Bedri Rahmi Eyüboğlu,
Behçet Necatigil, Turgay Şeren,
İslam Çupi, Pakize Suda, Erol Evgin, Timur Selçuk, Enis Cansever, Semih
Balcıoğlu. O yıllarda tanımadığım daha başkaları da.
Bunlar arasında pasajın tek çocuk sakini ben olduğumdan özellikle bizim
restorana gelenler de vardı. Bunlardan biri Fikret Hakan’dı. Birlikte geldikleri
hanım arkadaşının benimle yaşıt küçük bir kızları vardı ve muhtemelen evde tek
başına bırakamadıkları için her gün bize gelirlerdi.
Şaşırtıcı gelebilir ama Ramazan ayı geldi mi pasajda oruç
tutanların sayısı hiç de az olmazdı. Bütün amcalarım oruç tutardı. Türkiye sosyolojisini yansıtan bu tabloyu o yıllarda anlamlandırmazdım. Bana çok ilginç gelirdi. Ama bu durum beni pek mutlu etmezdi. Çünkü kaşlar hafif çatılır, suratlar düşerdi. Ta ki iftar
saati geldiğinde, radyodan duyulan ezan sesine kadar. Oruçlar açılır açılmaz, o
neşe tekrar geri döner, pasajın o renkli dünyası kaldığı yerden devam ederdi.
Belki de pasajın en küçüğü olduğumdan, en çok bahşişi ben alırdım. Tankut
Bey’i nasıl unutabilirim. Bir gün küçük amcamın işi çıkmış, geç saatte eve
yalnız dönmüştüm. Tankut beyin verdikleriyle ceplerim o kadar dolmuş olmalı ki iki
elimle sıkı sıkı tutarak gecenin bir yarısında mahalleye kadar nefessiz koşmuş,
sokağın başına geldiğimde çığlık çığlığa “anneee!” diye bağırdığımı
hatırlıyorum.
Rahmetli babam birayı severdi, amcalarım ise rakıyı. İlk bira deneyimim babam sayesinde olmuştu. Ancak biranın kendisini de kokusunu da hiç sevmedim. Oysa rakının tadına değilse bile kokusuna bayılırdım. Ne zaman kurulu bir sofranın yanından geçsem ve anoson kokulu bir sofra muhabbetine tanık olsam oraya hemen konuk olmak isterdim.
Özetle İhtilalden sonra, Çiçek Pasajı da Krepen Pasajı da o ihtişamlı günlerini bir daha göremedi. O zengin ve yüksek kültür yok olup gitti. Bir süre sonra bugün Nevizade olarak bilinen meyhaneler sokağı, Çiçek ve Krepen Pasajının yerini almaya çalıştıysa da onun boşluğunu hiçbir zaman dolduramadı.
Yorumlar
Yorum Gönder