Ana içeriğe atla

Çiçek Pasajı: Bir Beyoğlu Efsanesi

1970-1980 arasında çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın neredeyse tamamı burada geçti.

Beyoğlu’nun 20. Yüzyıldaki tüm tahrip edilmişliğine rağmen, bu dönemde hala en muhteşem günlerini yaşayan, meyhaneleri ile ünlü Çiçek pasajında.

Ne çok anım var burada!

Taksim ilkokulundan çıkıp, Sadri Alışık Sokak’tan, Tünel’e doğru yürür, Galatasaray lisesine gelmeden sağ tarafa kıvrılıp Çiçek Pasajının kapısından içeri girdiğimde bambaşka bir aleme yelken açar, ayaklarım yerden kesilirdi.

Bazen ikinci kapıdan girerdim. Balık Pazarı’na dönen Sahne sokaktan; her türlü balık, sebze ve meyvenin satıldığı bu sokağı tercih etmemin nedeni ise özellikle kokoreç kokusunu içime çekmekti.

İçeri girdiğimde, hiç kimsenin yüzünün asık olmadığı bu yerde, herkesin yüzünde aşırı bir neşe ve tebessüm, gizli bir sevinç ve mutluluk hemen fark edilirdi. Hüzün, keder buraya nedense hiç uğramazdı. En çatık kaşlı insanlar bile kapıdan içeri girdiğinde gevşer, yaşamın güzel yanlarını görmeye başlar, ‘kendi mahallesinden” olmayan ötekine kötü gözle bakmazdı.

Babam, amcalarım, babamın dayıları ve daha başka akrabalar ya bu pasajdaki meyhanelerden birinin sahibi ya da çalışanıydı. Pasajın ismi kadar meşhur Entelektüel Cavit namıyla bilinen Cavit Güneş babamın anne tarafından eniştemizdi ve Huzur’u o yıllarda yeni açmıştı. İnsanlar huzur bulmak için akın akın buraya gelirdi.

En gözde mekanlardan biri olan Kimene meyhanesi, babamın dayısı Kazım Tataroğlu’na aitti. Girişin tam karşısındaki köşede yer alan Sev-İç ve Neşe meyhanelerinin sahipleri Tufan Ayanoğlu ve abisi Bayram Ayanoğlu da eniştemizdi.

Palmiye, Pavyon, Ankara Birahanesi, Lüks Karadağ, Aile, Pasaj, Çınar, Pera, Mahzen’i nasıl unutabilirdim.  Kendine has özgün çizgileri, dekoru, atmosferi ve rengarenk dünyasıyla ağırladığı tüm müşterilerinin belleğinde derin izler bırakan bu yer, benim de hafızamdan hiç silinmedi.

Beş erkek kardeşin tek erkek çocuğu olarak okula zoraki gidiyordum, bu cıvıl cıvıl ortamdan ayrılmayı kim isterdi ki. İlkokulun ardından, her dönem sonu 6-7 zayıfla bitirdiğim ortaokulun son gününe kadar her gün gece yarılarına kadar Pasajdaydım. Ta ki 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar.

Birdenbire her şey aniden değişti. Kendimi bir anda Fatih Çarşamba İmam Hatip’in Lise kısmında bulmuştum.

İmam Hatip ile başlayan günler, bir süre sonra Kuran Kursları, Camiler, Dergahlar ve dini çevrelerle giderek büyüdü ve genişledi. O güne kadar içinde bulunduğumdan çok farklı bir çevreye girmiştim. Artık Çiçek Pasajı ve Beyoğlu’ndan tamamen kopmuştum. Benimle birlikte bir süre sonra babam da Çiçek Pasajından elini eteğini çekmiş, ailece bir dindarlaşma sürecine girmiştik.

Ailece yaşadığımız bu ani değişim ve dönüşümü önceleri sevk-i ilahi olarak görüyordum. Oysa bana o yıllarda sevk-i ilahi olarak görünen şeylerin pek de öyle olmadığını anlamam çok uzun sürdü. Meğer benim sevk-i ilahi dediğim şeyler aslında bir kurguymuş. Sevk-i devletlûların kurgusu.

Bunun bilincinde olmadığım zamanlar kendimi hep baskıladım. Tüm yaşadıklarımı yadsıyordum. Yıllar boyu orada yaşadıklarımı, olup bitenleri günah olarak algılayıp bastırmaya çalışsam da içimde bir yerlerde hep oradaki neşeyi ve samimiyeti aradım durdum.

Niçin inkar etmeli? Belki de bir arayışın dilemmasıydı. 

İlerleyen zaman içinde pek çok dini cemaat tanıdım, sohbetlerine gittim. Bir kısmının uzun süre içinde de bulundum. Ancak hiçbirinde Çiçek pasajındaki neşe ve muhabbeti, samimiyet ve yalınlığı bulamadım.

Bu çevrelerde kimse içten gelerek gülmüyor, kahkaha atamıyordu. İzin verilen sadece yarım dudak bir tebessümdü, hepsi o kadar. Hüznü yüceltiyorlardı ama o da sırıtan bir maske gibi eğreti duruyordu. Hep bir perdeleme ve ket vurma vardı. Davranışlara, duygulara, hatta bakışlara bile. Çiçek Pasajında gördüğüm içtenlik yoktu. 

Aslında sorun biraz da yaşanan çağdaş din algısının kendisinden kaynaklanıyordu. Belli bir esnekliğe sahip olmayan bu anlayış hiçbir geçişkenliğe izin vermiyordu. Bu nedenle içten ve yalın duygularla hareket edenlere -en azından ben- pek rastlamadım. Oysa Çiçek pasajında insanlar en doğal hallerindeydi; yapmacık (tasannu) yoktu, riya yoktu, kibir yoktu. Neyse oydular.

Bu uzun ve öznel girişi daha fazla uzatmanın anlamı yok. Bu ayrıntıyı vermemizin nedeni, Çiçek Pasajı hakkında bundan sonra dile getirilecek kişisel gözlemlerin öznelliğine dikkat çekmektir.

Şimdi, Çiçek Pasajının 70’li yıllarının, izini sürmeye geçebiliriz.

***

Buraya niçin Çiçek Pasajı dendiğini çok sonraları öğrenmiştim. 1917 Rus Bolşevik devriminden sonra buraya göç eden aristokrat Rus ailelerin kadınları ve kızları kapı önünde çiçek satarlarmış. O dönem İstanbul'u işgal eden İngiliz ve Fransız askerlerinin tacizlerinden korunmak için, kızlar pasajın içine sığınırlarmış. Bu olaydan sonra pasaj artık Çiçek Pasajı olarak anılır olmuş.

Menekşe, sümbül, mimoza’nın bin bir türlüsünün satılmaya başladığı pasajda bundan önce bonmarşe türü mağazalar, mobilya ve antika dükkanları yer alıyormuş. Bunlar, zamanla kapanmaya başlamış. 1950’lere doğru, ünlü Degüstasyon Lokantasının içkili servisleri rağbet görünce tüm pasaj sadece meyhaneler ile dolmuş. İşte bizim ailenin buraya girdiği yıllar da bu döneme yakındır.

Girişle birlikte üç katlı bu bina, geniş bir alan üzerine oturan bir taş yapıttır. Gösterişli cephe mimarisiyle yapının ön yüzünde yer alan türlü süslemeler ve kullanılan büyük heykeller bulunur. 19. yüzyıl Londra'sını resmeden gravürleri andıran yapısıyla Beyoğlu’nun en süslü binalarından biridir.

19. Yüzyılın Pera’sı nasıl ki İstanbul’un gözbebeği ise, 20. Yüzyıl Beyoğlu’nun göz bebeği de Çiçek Pasajıydı. Uluslararası çok kültürlü ve çok sesli eski Pera’nın yerini ulusal ölçekte de olsa Çiçek Pasajı almıştı.
Pera döneminde de meyhaneler çoktu, ama tek bir çatı altında toplanmamıştı. Dağınıktı. Şehrin başka bölgelerinde de vardı. Mesela Kumkapı ve Balat meyhaneleri meşhurdu.

Peki ama Beyoğlu’nun düşüşe geçtiği bir dönemde, Çiçek Pasajı nasıl bu denli büyük bir yükseliş trendine girmişti. Aslında sorunun kısa cevabı, neşe ve eğlencenin, merkeze gelmesiydi. Bu görüş, Çiçek Pasajının yükselişe geçtiği yıllarda, Hollandalı filozof Johan Huizinga (ö. 1945) tarafından teorize edilmişti. Huizinga, çok ses getiren kitabında, asırlar boyu insan için yapılan homo sapians (bilen insan), homo faber (çalışan/üreten insan) tanımlarına yeni bir tanım ekliyordu: Homo ludens. Yani oyun oynayan ve eğlenen insan. Ona göre, “kültür, toplumun özdeksel, tinsel ve ahlaki alanların niteliği, doğal durumdan daha yüksek bir varlık durumuna geçişte ortaya çıkan olgu”ydu. İşte bu nedenle oyun ve eğlence merkeze gelmişti.

İçkinin onlarca çeşidinin bulunduğu pasajda, aileden ve toplumdan gelen her türlü olumsuz itkiye rağmen benim belleğimde bıraktığı imaj, hiçbir zaman içki ve alkol olmadı. Hep oyun ve eğlence oldu.

İşte 1970’li yıllar, Çiçek Pasajının, o eski ihtişamlı Pera’nın yerini alması biraz da bu nedenleydi.

***

Pasaj, öğleden itibaren dolmaya başlar, özellikle akşam havanın kararmasıyla inanılmaz güzellikte bir insan mozaiğine tanık olunurdu.

Müşterileri arasında diplomatlar, sanayiciler, siyasetçiler, bakan ve başbakanlar, sanatçılar, şarkıcılar, edebiyatçılar, gazeteciler, öğretim üyeleri, öğrenciler, bohemler, yazarlar, ressamlar, kısaca yüksek kültürün tüm temsilcileri buradaydı..  

Bir köşede şairler ve edebiyatçılar, sözün ve yazının hangi yöne evrildiğini tartışırken, diğer köşede gazeteciler yazdıkları haber ve yorumlarının Türkiye’yi nasıl salladığını bir meslek heyecan ile anlatırdı. Siyaset ve diplomatlar ülkeyi yeniden bir daha kurtarırken, felsefe tutkunları hangi düşünürün daha çok içtiği ya da hangi şarabın daha kaliteli olduğu üzerinde uzun konuşmalar yapardı. Daldan dala atlanılırdı. Tüm konuşmacılar önlerinde adeta üniversite kürsüsü varmış gibi çektikleri nutuklarla sofranın tadına tat katarlardı.

Konusu sanat olanlar yeni akım art-nevoue üzerinde konsensüse bir türlü varamaz, grotesk mimarinin bizi mahvettiğinden dem vurur; sinema ve tiyatrocular oynadıkları son sahnenin izleyiciye bir türlü geçmediğinden şikayet ederdi. Bazen de hafta sonu oynanan derbi maç sonrasında pasaja gelen ülkenin yıldız futbolcularına tezahüratlar yapılırdı. 

Müdavimi olmayanlar için dışardan kasvetli (mukassi) görünse de içinde bir başka ferahlık ve letafet vardı. Kapıdan girildiğinde gam, keder, kasavetin dışarıda bırakıldığı bir mekandı burası. Kahkalar eşliğinde, sadece iki lafın beli kırılmaz, muhabbetler koyulaştıkça koyulaşırdı. Eski müziğin en seçkin örnekleri gecenin ilerleyen saatlerine kadar mırıldanırdı. İçmenin de bir adabı olduğu ve bunun temsil edildiği yegane yerdi, Çiçek Pasajı.

Sohbetler kadar, mide ve göz de doyardı burada. Temaşa kelimesinin içeriği burada somutlaşırdı. Sofralardaki meze çeşitleri büyük bir hayranlıkla sadece izlenmez aynı zamanda damak zevklerini de süslerdi. Ana yemeklere geçmeden önce, soğuk ve sıcaklar denenirdi önce. İnce dilimlenmiş torik balığı, kalamar tava, haydari, sardalya plaki, palamut marina, pazı kavurma, acılı biber sosu, çiroz ve börülce özenli garsonlar tarafından ustalıkla servis edilirdi. Ara sıcaklardan tereyağlı karides, paçanga böreği, yaprak ciğer ve daha bir sürü şey bunlara eşlik ederdi. .

Pasaja dışardan yeni girenler masaları süsleyen mezelerin tadına daha varmadan gözleriyle belli bir doyuma ulaşırdı. İçeri yeni gelenlere bu görsel şöleni tamamlayan fasıl eşliğindeki ritim (ağırlıklı olarak klarnet sesi duyulurdu) buranın sakinlerini dünya zevklerinin şahikasına çıkarırdı. Uzun ve büyük koridor boyunca, sağlı sollu masalara envai türlüsüyle içki servisi başladığında, bu harmoni taçlanırdı.

Kimene, Sev-İç, Huzur, Palmiye ve diğerleri farklı farklı mekanlar olsa da Çiçek Pasajı akşamları, yekpare bir bütünlüğe sahipti. Sanki koca pasaj büyük bir meydana kurulmuş tek bir sofra gibiydi.

Pasajın orta yerinde sürekli dolaşan seyyar satıcılar da olurdu. Karidesci, midyeci, tepside buzlu bademciler, masa masa dolaşan akordeoncular, viyolonistler, sürekli nabız kontrolü yapan tansiyoncular, ayakta çalan kemancılar, elinde yelpaze gibi açılmış şapkalı milli piyangocular ve vızır vızır gidip gelen garsonlar ile büyük bir orkestra kurulurdu. Arada bir eskiden Rum meyhanelerinin değişmezlerinden, nostaljik laterna da çalardı.

Çiçek pasajı her ne kadar meşhurlar geçidine sahne olsa da burada içeri girdikten sonra büyük siyasetçiler, diplomatlar, sinemanın ünlü yıldızları, isim yapmış şarkıcılar ve müzisyenler bir anda sıradanlaşır ve kapının dışında bıraktıkları şöhretleriyle artık Çiçek pasajının sıradan bir müdavimi olurlardı. Bu nedenle burada tüm gözlerin kendisine çevrildiği sadece iki çok ünlü kişi vardı: Bunların biri Entelektüel Cavit diğeri ise Madam Anahit’di.

Entelektüel Cavit eskilerin Çelebi dediği türden bir adamdı. Entelektüel lakabı, zamanın Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Doğan Nadi tarafından verilmişti. Çiçek pasajı demek biraz da Cavit demekti. Pasajın en önemli markasıydı. Çiçek pasajına gelip onu tanımayan yok gibidir. Güler yüzlü, kibar, zeki ve bir o kadar da centilmendi. Ayhan Işık ve Zeki Müren’e nasıl davranıyorsa parası denk düşmeyen, felekten bir gün çalmak için pasaja gelen sıradan birine de aynı davranıyordu. Tüm erkek müşterileri onun tarafından “ekselans” hitabıyla karşılanır, hanımlar ise bir prenses muamelesi görürdü. Kadınların karşısında saygıyla eğilir, zarif bir reveransla ellerini öper ve bulup buluşturup mutlaka bir gül verirdi. Her müşterinin masasına muhakkak uğrar, gelenlerin kişiliklerine uygun bir karşılama tiradı çekerdi. Bunu yaparken hiçbir yapmacıklık hissetmezdiniz: “Çek ekselansa bir arjantin, monsenyora çiroz getirelim, bol dereotlu olsun!” talimatları Çiçek Pasajının duvarlarında gece boyu yankılanırdı. Müşterileri arasında kimler yoktu ki. Ünü yurt dışına taşmıştı. Zamanın ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in meyhaneye gelişinde, kendisine “ekselans!” diyerek sarılması onu daha da efsaneleştirmişti. Ağzına ne içki koydu ne de sigara. Ölmeden önce annesini hacca gönderirken kendisinin neden gitmediği sorulduğunda tam bir çelebi zarafetiyle “ama meyhane parasıyla hacca gidilmez ki!” demişti.

Madam Anahit ise Cavit’e göre daha az meşhurdu ama özellikle akordeonu ile tüm ömrünü burada geçirmiş pasajın ikonlarından biri olduğu kesindi. Kocaman gözlükleri ve parlak kırmızı ruju ile belleğimde o kadar yer etmiş ki, onu uzun yıllar rüyalarımda gördüm hep. Varlıklı bir ailenin kızı olarak, gençliğinde Büyükada'da Yorgo adında akordeon çalan bir gence aşık olmuş ve onun ardına takılıp gelmiş Beyoğlu'na. Ölünceye kadar Çiçek Pasajından ayrılmayan bu kadın, omuzuna asılı akordeonuyla yeri göğü inletirdi. Neredeyse üç çeyrek yüzyıllık yaşamının yarım yüzyılını burada geçirdi. Madam Anahit (Terziyan)’in en çok çaldığı şarkı, bazen tüm masaların eşlik etmesiyle koro halinde söylenirdi: “Yıldızların Altında”.

***

Pasajın içi kadar dışı da şenlikliydi. Balık Pazarı tarafındaki kapısından çıkıldığında karşılaşılan manzara, Çiçek Pasajındaki cümbüşe eşti. Envai türlü balıkçı, sebze ve meyve satılan dükkanlar, sıcak ve soğuk mezelerin satıldığı onlarca bonmarşe, şarküteri, kuruyemişçi, tatlıcı Çiçek Pasajının aksesuarıydılar.

Pazarın biraz ilerisinde yer alan Üç Horan (Yerrortutyun Surp) kilisesi, benim o yıllarda korktuğum yerlerden biriydi: Küçük gibi görünen bu kilise aslında tahmin edilemeyecek kadar geniş bir alana sahipti. Aralarında Taksim, Tarlabaşı ve Feriköy’ün de bulunduğu Beyoğlu merkezli tüm Ermeni kiliseleri ile Meryemana Süryani Kadim Kilisesinin de merkeziydi. Mimarı, meşhur Balyanlar’dı.

Bu kiliseden niçin çok korkuyordum? Benim gibi Beyoğlu’nda büyüyen biri için bu çok da şaşırtıcı değildir. Çünkü çok uzun olmayan bir süre önce, 6-7 Eylül olaylarındaki azınlıklara karşı yapılan talan, toplumsal hafızada öylesine bir kin ve nefrete dönüşmüştü ki; bütün kiliseler Tanrının mabedi olmaktan çıkmış, içeride ifrit ve şeytanların cirit attığı, her türlü kötülüğün kol gezdiği mekanlardı adeta.

***

Bir gece ansızın çöküvermişti Çiçek pasajı. 1978 senesinin Mayıs ayıydı. Büyük amcamın Balık Pazarının bitimindeki evindeyken küçük amcam telaşla içeri girmiş ve o acı haberi vermişti: Pasaj yıkıldı!

Ertesi gün gazeteler sabaha doğru 100 yıllık tarihi bu binanın haberini manşetten veriyordu: “Çiçek Pasajı çöktü: 5 kişi öldü” (Cumhuriyet, 11. 5. 1978). Ölenler arasında akrabalarımız vardı. Yıkımdan sağ çıkanlar da.

Bu tarihten sonra Çiçek Pasajı bir daha belini doğrultamadı. Bina restore edildi, tekrar açıldı ama o eski canlılığı büyük yara almıştı.

Bu tarihten kısa bir süre önce babam ve amcalarım, dayılarının yanında ayrılmış ve Çiçek Pasajının tam karşısında yer alan Krepen Pasajı’nda kendi meyhanelerini açmıştı. Hoşgör restoran’ın üst katı artık tamamen benimdi.

Zaten Çiçek pasajı, bir süredir mevcut yerine sığmamaya başlayınca Krepen Pasajına taşmıştı. Küçük bir geçitle bağlanan bu iki pasaj arasında bazı küçük farklılıklar vardı. Çiçek Pasajı daha özenli, şık kıyafetli, saçları yapılı, makyajlı, yüksek topuklu hanımlar ile bazen smokinli ama çoğunlukla grantuvalet beylerin mekanı iken, Krepen Pasajı’nın müşterilerinin pek öyle bir dertleri yoktu. Daha serbest kıyafetlerle gelinirdi. İmroz, Kadir’in Yeri, Kulis, Papirüs’ü yazar çizer tayfasının tercih etmeleri bundandı. Muhabbeti böldüğü için bazen buraya müzik ve şarkı bile fazla gelirdi. İmroz’un duvarında “Meyhanede şarkı söylemek kat’iyen memnudur” yazısı hala hafızamdadır.

O yıllarda bizim meyhaneye sık gelenlerden biri de gece yarısına kadar tek başına oturan pejmürde kılıklı bir adamdı. Daha çok bir dilenciye benzeyen bu adamı yıllar sonra, Kuzguncuk sahilinde bir kahve köşesinde görünce yanımdaki arkadaşımın “şu kim biliyor musun?” dediğinde “e ama ben onu çok iyi tanıyorum. Hep bize gelirdi” diyecektim. Hasan Ali Yücel’in biricik oğlu Can Yücel’di bu.

Daha başkaları da vardı. Hem de yığınla. Sinemadan müziğe, sanattan kültür ve edebiyata, siyasete, futboldan tiyatroya onlarca farklı alanın en seçkin ve meşhur isimlerini daha çocukken tanımıştım

Atatürk’e, Yahya Kemal, Yakup Kadri, Ahmet Hamdi Tanpınar’lara yetişemesem de Necip Fazıl’lara yetişmiştim. Hafızam beni yanıltmıyorsa bizim meyhaneye gelenlerden bazıları şunlardı: Fatma Girik, İzzet Günay, M. Cevdet Anday, Erol Günaydın, Altan Erbulak, Necati Cumalı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Behçet Necatigil, Turgay Şeren, İslam Çupi, Pakize Suda, Erol Evgin, Timur Selçuk, Enis Cansever, Semih Balcıoğlu. O yıllarda tanımadığım daha başkaları da.

Bunlar arasında pasajın tek çocuk sakini ben olduğumdan özellikle bizim restorana gelenler de vardı. Bunlardan biri Fikret Hakan’dı. Birlikte geldikleri hanım arkadaşının benimle yaşıt küçük bir kızları vardı ve muhtemelen evde tek başına bırakamadıkları için her gün bize gelirlerdi.

Şaşırtıcı gelebilir ama Ramazan ayı geldi mi pasajda oruç tutanların sayısı hiç de az olmazdı. Bütün amcalarım oruç tutardı. Türkiye sosyolojisini yansıtan bu tabloyu o yıllarda anlamlandırmazdım. Bana çok ilginç gelirdi. Ama bu durum beni pek mutlu etmezdi. Çünkü kaşlar hafif çatılır, suratlar düşerdi. Ta ki iftar saati geldiğinde, radyodan duyulan ezan sesine kadar. Oruçlar açılır açılmaz, o neşe tekrar geri döner, pasajın o renkli dünyası kaldığı yerden devam ederdi.

Belki de pasajın en küçüğü olduğumdan, en çok bahşişi ben alırdım. Tankut Bey’i nasıl unutabilirim. Bir gün küçük amcamın işi çıkmış, geç saatte eve yalnız dönmüştüm. Tankut beyin verdikleriyle ceplerim o kadar dolmuş olmalı ki iki elimle sıkı sıkı tutarak gecenin bir yarısında mahalleye kadar nefessiz koşmuş, sokağın başına geldiğimde çığlık çığlığa “anneee!” diye bağırdığımı hatırlıyorum.

Rahmetli babam birayı severdi, amcalarım ise rakıyı. İlk bira deneyimim babam sayesinde olmuştu. Ancak biranın kendisini de kokusunu da hiç sevmedim. Oysa rakının tadına değilse bile kokusuna bayılırdım. Ne zaman kurulu bir sofranın yanından geçsem ve anoson kokulu bir sofra muhabbetine tanık olsam oraya hemen konuk olmak isterdim. 

Özetle İhtilalden sonra, Çiçek Pasajı da Krepen Pasajı da o ihtişamlı günlerini bir daha göremedi.  O zengin ve yüksek kültür yok olup gitti. Bir süre sonra bugün Nevizade olarak bilinen meyhaneler sokağı, Çiçek ve Krepen Pasajının yerini almaya çalıştıysa da onun boşluğunu hiçbir zaman dolduramadı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...