Ana içeriğe atla

Rahip Bahira Apokalipsi

Diyanet İslam Ansiklopedisi Bahira maddesinde yer alan şu ifadeleri önce dikkatle okuyunuz:

  •  “Esasen Bahira olayını kabul veya reddetmenin Hz. Peygamberin şahsiyeti ve İslam dini bakımından herhangi bir önemi yoktur.”

Gerçekten böyle mi? Bahira olayının Peygamberin şahsiyeti ve İslam dini açısından bir önemi yok mudur? Ya da bu olay, denilmek istendiği gibi önemsiz midir?

Önce Hz. Peygamberin şahsiyeti açısından soralım:

Hz. Peygamber’in yaşam kronolojisinde 40 yaşına kadar neredeyse en önemli olay olarak bilinen Bahira kıssası önemsiz ise önemli olan nedir. Ayrıca Bahira hadisesinin önemsiz görülmesi halinde, Ebu Talip ve Hz. Hatice’nin kervanı ile Şam’a yolculuk gibi peygamberin erken dönem yaşamına dair tüm anlatılar boşluğa düşmeyecek midir? Peki ya bir kısım kaynaklarda geçen, Hz. Ebubekir, Osman b. Affan ve Talha b. Ubeydullah gibi isimlerin Müslüman olmalarının baş nedeni olarak Bahira’nın gösterilmesi az önemli bir şey midir?

Şimdi de İslam dini açısından soralım:

Kelam ilminin en temel meselelerinden “teoride mümkün realitede mümteni” sayılan harikulade olaylara kaynaklık eden bir mesele önemsiz midir? Nübüvvetin ispatı başta olmak üzere; ilahi bir müdahale olmaksızın doğada olağan üstülükleri savunan Eşari ve Maturidilerin karşısında bunu reddeden Mutezile önemsiz şeyler için mi kanlı bıçaklı oldular. Bu çerçevede İslami literatürün başat kavramlarından mucize, keramet, istidrac, adetullah, sünnetullah, harikulade, tebşirat, irhasat, maunet, sihir, büyü, kehanet gibi onlarca kavram dizgesinin en önemli olgusallığını temsil eden bir mesele önemsiz ise Ansiklopedinizde uzun uzun bu maddeleri neden açıklama gereği duydunuz?

Peki ya Hz. Peygamberin yaşamını doğrudan ele alan Siyer, Delail, Şemail, Hasas türünde yazılan binlerce kitabı çöpe mi atıyorsunuz?

Tüm bunlardan çok daha vahimi ise şudur: Oryantalistlerin Kuran’ın başlıca kaynağı olarak gösterdikleri Bahira kıssasına önemsiz demek için nasıl bir “kasd-ı mahsuse”niz bulunuyor. Zira W. Draper (1882), Sprenger (ö. 1893), William Muir (ö. 1905), D. Samuel Margoliouth (ö. 1940), Anne-Marie Delcambre (ö. 2016), Hirschfeld (ö. 1934) gibi oryantalistler başta olmak üzere tüm Hristiyanlık aleminin özellikle bu kıssaya vurgu yapması, kendi dinlerini yüceltmek için Kuran’ın ve İslam’ın kaynağının Hristiyan bir din adamı olarak Bahira’ya nispet etmelerini içinize nasıl sindiriyorsunuz??

Bir Hristiyan azizi ve teolog olan Yuhanna ed-Dımeşki (ö. 137/749)’den beri “Muhammed’in bilgi kaynağının Bahira ve dolayısıyla Hristiyanlık olduğu” (D. J. Sahas, John of Damascus on Islam, s. 68-69.) dile getirilmişken, Haçlı seferlerinin yapıldığı sıralarda İso’yab adında bir Hristiyan din adamı tarafından, dinlerini tahkim etmek amacıyla yazıldığı anlaşılan Bahira apokalipsi ile aynı iddialar sonraki asırlarda da devam etmişken (R. Gottheil, A Christian Bahira Legend) ve nihayet 19. Yüzyılda Baron Carra de Vaux (ö. 1953) isimli oryantalistin, 1897 yılında Paris’te basılan Fransızca La Légende de Bahiraou Un Moine Chrétien Auteurdu Coran (Bahira Efsanesi veya Kur’an’ın Bir Hristiyan Keşiş Yazarı)” isimli yayınlarla Kuran’ın Bahira’nın eseri olduğu ısrarla ve yüksek perdeden dile getirilmişken, meselenin İslam Ansiklopedisi yetkilileri tarafından önemsiz bir ayrıntı olarak görülmesi -en azından- maddeyi yazan ve yayınlayanların hamiyet-i diniyelerini kuşkulu hale getirir.

 
Carra de Vaux’un “Kuran yazarı Bahira” isimli kitabı.

Neticede Bahira maddesiyle ilgili bir cümle, niçin bu kadar abartılıyor ki denebilir. Ancak mesele bu kadarla kalsaydı bu yargı doğru olabilirdi. Ama dahası var:

Öyle anlaşılıyor ki yukarıdaki cümle maddeyi yazan Prof. Dr. Mustafa Fayda tarafından yazılmamış, Ansiklopedi yetkilileri bu cümleyi ilave etmiş olmalılar.

Peki ama niçin? Neden böyle bir gereksinim duyulmuştur?

Tabii ki ideolojik pozisyonlarının gereği olarak. İslamcılığın entelektüel taşıyıcılığına soyunama iddiasıyla, "resmi İslam" anlatısının Türkiye distribütörlüğünü hakkıyla yerine getirmek için. Asli görevi geniş kitleleri avutmak olan bu kurum; "Devlet İslamı"nın çok ciddi yara alacağı anlatılardan biri olarak gördüğü için ilgili maddenin sonuna böyle bir ilave yapma zorunluluğu duymuşlardır. Bunu bir tahmini öngörü olarak dile getirdiğimiz sanılmasın, çünkü maddeyi yazan Prof. Dr. Mustafa Fayda, yıllar sonra bizzat kendisi itiraf etmektedir.

 Olayı “Bahira felaketi (!)” olarak niteleyen Fayda, söz konusu maddeyi yazmaya -her nasılsa- “icbar edildiğini” (!) söylemektedir:

  • “Ben fakülte hayatım boyunca Bahira olayını pek dillendirmemeye çalıştım. Hep meskut geçtim. Beni icbar ettiler.”

Nasıl yani? Zorla mı yazdırmışlar!

Bunu dair bir bilgimiz yok. Ancak Fayda, maddeyi yazdıktan yıllar sonra bir Youtube kanalında konuyla ilgili çok ciddi itiraflarda bulunuyor: (https://www.youtube.com/watch?v=OtJq7myIWrs&t=465s). Bu konuşmada onun dile getirdiği şu cümle tüm yazılanları anlamsız hale getiriyor: “Bahira hadisesi ümmetin başına açılmış büyük felaketlerden biridir!”

Peki ciddi bir ilim adamı olarak görülen Fayda’nın yazdığı Bahira maddesi nasıl ele alınmıştır dersiniz. Tam bir Bektaşi fıkrası kıvamında: Meşhur fıkrada olduğu üzere, Camiye giden Bektaşi’nin, hocanın “Cenab-ı Allah yemez, içmez, yatmaz, uyumaz, dili yoktur, kulağı yoktur, o hiçbir şeye benzemez.” diye uzun uzadıya vaaz vermesi karşısında daha fazla dayanamayan Bektaşi’nin “yok diyeceksin de dilin varmıyor!” dediği gibi Fayda da bin dereden su getirerek anlattığı Bahira maddesinde de benzer bir tutum takınmaktadır.

Görüldüğü üzere Ansiklopedi yetkililerinin gösterdiği ciddiyetsizliği Prof. Dr. Mustafa Fayda’da da göstermektedir. Bu nedenle Ansiklopediyi hazırlayanlar ne kadar ahlaki tutarlılıktan yoksun ise Fayda’nın gerçekliğine inanmadığı bir meseleyi gerçekmiş gibi yazması da o derece tutarsızlıktır ve ilim adamı ahlakı ile bağdaşmamaktadır.

***

Bu can sıkıcı mevzuyu bir yana bırakarak meselenin özüne tekrar dönelim ve konunun izleğini takip edelim.

Herkesin bildiği üzere, Hz. Peygamber’in 9 yaşında iken amcası Ebu Talip ile ticaret için gittiği Şam’da (Busra denen yerde) Rahip Bahira adında biri ile karşılaşması dolayımında anlatılanların ardından Peygamber, Ebu Talip ve Kureyşliler Mekke’ye geri dönerler. Aradan uzun yıllar geçer. Hz. Peygamber büyümüş, Hz. Hatice ile evlenme çağına gelmiştir. Bir kez daha ticaret için Şam’a gittiğinde 25 yaşındadır ve yanında bu defa Hatice’nin kölesi Meysere vardır. Yine bu seyahatte de Bahira ile karşılaşır ve benzer olaylar tekrar eder. Nihayet 40 yaşlarında peygamberlik gelince ticareti bırakır ve 13 yıllık bir Mekke hayatının ardından Medine’ye hicret eder ve buradaki on yıllık süreçten sonra da vefat eder.

Ancak Hz. Peygamber'in ilk kez 9 yaşında ve sonrasında 25 yaşlarında Şam’da yaşadığı bu deneyim hakkında sonraki yıllarda, ölünceye kadar ağzından tek bir cümle çıkmamıştır. En azından buna dair bir rivayet yoktur.  Hz. Peygamberin bu çok önemli hadiseyi unutmuş olma ihtimali var mıdır?

Sanmıyoruz!

Peki bu seyahati tertip eden Ebu Talip unutmuş olabilir mi ya da seyahatteki Kureyşliler unutmuş olabilir mi? Olamaz, zira Mekke’de peygamberlik ile ortaya çıktığında ne Ebu Talib’in ne de Kureyşlilerden hiç kimsenin bu olayı hatırlayıp, referansta bulunduklarına  dair tek bir cümle kaynaklarda geçmemektedir. 

Yani kısaca peygamberin yarım asırlık yaşamında bu olaya ilişkin hiçbir tanık, bilgi, belge bulunmamaktadır.

Ta ki Hz. Peygamber vefat etmiş, ardından önce Ebu Bekir sonra Ömer dönemine gelinmiştir. İslam orduları ilk kez Hicaz dışına, uzak coğrafyalara seferler düzenlemiş, Pers toprakları fethedilmiş, Şam Müslümanların eline geçmiştir. İşte söz konusu Bahira olayı, ilk kez Şam bölgesi fetihleri sırasında dillendirilmeye başlanmıştır:

Hz. Peygamberin ölümünden on sene sonra, Hicretin 20. Senesinde, İslam orduları Amr b. As (ö. 43/664) komutasında Şam ve Gazze arasında bulunan Kayseriyye (قيسارية) şehrini fethetmeye geldiklerinde burayı hemen alamamış, yaklaşık 7 sene gibi çok uzun bir süre şehri kuşattıktan sonra ancak şehre girebilmişlerdir. (Belâzurî, Futûu’l-Buldân, s. 191). Zor şartlar altında şehre giren Müslümanların bu uzun kuşatma ve şehri tecrit etme girişimleri burada yaşayanların psikolojilerine çok derin izler bırakmış olmalıdır. Bu psikololojik atmosferde (çok muhtemel ki kılıç korkusuyla) Müslüman olmuş Basel adındaki bir rahip, Müslümanlar tarafından şehrin komutasına önce tayin edilmiş, bir süre sonra da şehri Müslümanlara teslim etmiştir.

İşte Basel adındaki bu rahip, ilk kez burada Bahira adında birinden söz etmiş ve ondan sonra yer gök bu rivayetler ile dolmuştur.

Fethin sonlarına yakın Müslüman olduğu anlaşılan Basil, kendisinin daha önce Bahira adı verilen bir rahibin yanında bulunduğunu anlatarak Ebu Talip, Kureyş ve Hz. Peygamber hakkında İslami kaynaklarda geçen bilgileri daha detaylı olarak anlatmaktadır.

Vakıdi (ö. 207/823)’nin Fütuhuş-Şam adlı eserinde yer alan Basel hakkında ki bilgiler Bahira hakkında anlatılanlara benzer niteliktedir:

  •  “Basil adındaki bu zat, eski kitapları ve geçmiş haberleri okumuş biri idi.” (وكان باسيل هذا من قرأ الكتب السالفة والاخبار الماضية). Vakıdi, Fütuhuş-Şam, 2/29).

Basel’in bu süreçte neden Müslüman olduğu sorusuna verdiği cevapları biraz daha ayrıntılı bakıldığında oldukça ilginçtir:

·       Ben sizin haberlerinizi hep takip ediyordum. Ben Bahira’nın yanında iken sizin Nebî’niz bir ureyş kafilesi ile yanımıza gelmişti.

(فقال الراهب ان اخباركم عندي في كل وقت واعلمك ان رايت نبيكم وهو في قافلة قريش و انا عند بخيرا)

·       Bahira ölünce buraya, ed-Deyr’e geldik. Bilin ki Kenaʾis, Ube, er-Remade ve diğer yerlerde hiçbir rahip veya din adamı kalmadı ki ziyaretime gelip de sizden ve Nebî’nizden bana bir şey sormasın.

(فلما مات بحيرا انتقلنا الي هذا الدير واعلموا انه ما بقي من ارض الكنائس ولا بارض الرمادة احد ولا ديار من راهب ولا قس الا قدم لزيارتي ويسالني عنكم وعن نبيكم)

·       Ve ‘Sen onların yolunu en iyi bilensin, peygamberlerini gördün ve onlara dinlerini açıkladın ve nebilerinin zuhur eden mucizelerini bildirdin’ demesin.

(ويقولون لي انت كنت علي طريقهم ورايت نبيهم وشرحت لهم دينكم واوصلتهم الي ما ظهر من معجزات نبيكم).” (Vakıdi, Fütuhuş-Şam, 2/70).

Sadece bu ifadeler bile Basel’in kılıç korkusuyla konuştuğu izlenimi vermektedir. Ancak dahası var:

·       “Benimle onlardan bir rahip arasında münazara cereyan etmişti. Bana dedi ki İsa’nın müjdelediği Mesih bu değildir’.

(ولقد جري بيني وبين راهب منهم بالقرب مناظرة وقال لي ان النبي الذي بشر به عيسي المسيح ابن مريم ليس هذا)

·       Ben de ‘Budur. Bu Arabî bir peygamberdir’ dedim.

(قلت بلي هو والله النبي العربي).

·       Dedi ki ‘Biz Hicaz’da çıkacak olan resulün göğe yükseleceğini öğrendik. Bu ise göğe yükselmedi’.

 (سمعنا في العلم ان الرسول الذي يظهر من ارض الحجاز يعرج به الي السماء وما سمعنا ان هذا عرج به).

·       Ben de dedim ki “Vallahi yükseldi. Ben onun göğe yükseldiğini ve aliyyu’l-aʿlâ’da konuşma yaptıktan sonra sabahladığını ve bu durumu ureyş’e haber verdiğini işittim" dedim.”

(فقلت بلي والله انا سمعت بانه عرج به الي السماء و خاطب العلي الاعلي واصبح فاعلم بذلك قريشا). (Vakıdi, Fütuhuş-Şam, 2/70).

Basel’in, Bahira kıssası ile ilgili diğer anlattıklarını, bilinen şeyler olduğu gerekçesiyle burada tekrar etmeye gerek görmüyoruz. Ancak Bahira hikâyesinin ilk defa Hz. Peygamberin vefatından on sene sonra gündeme geldiği anlaşılmış olmalıdır. Fetih sırasında Müslüman olan Basel'in  Bahira diye birini refere ederek Hz. Peygamber hakkında böylesine sena edici sözleri duymak Müslümanların gururlarını okşamış olmalıdır. Bu nedenle bundan şüphe etmek için herhangi bir neden görmeyen Müslümanlar hadiseyi sonraki yıllar içinde köpürttükçe köpürtmüşlerdir. İşin en ilginç yanlarından biri; hadis kitaplarında olayı rivayet eden tek sahabi kimliğiyle Ebu Musa el-Eşari (ö. 42/662)’nin, iş bu Kayseriyye’nin fethine katılan sahabelerden biri olmasıdır. Basel'i dinleyenlerden biri de kütüb-ü sitte kaynaklarından Tirmizi'nin yer verdiği hadisi rivayet eden tek sahabi olan Ebu Musa el-Eşari’dir. 

Burada bir hususun altına özellikle çizmek gerek. Bahira hakkında mucizevi anlatımların hem kaynağı hem de ortaya çıkış süreci hakkında en ayrıntılı bilgilerin yer aldığı Fütuh’ş-Şam isimli, Suriye bölgesi fetihlerini konu alan bir eserde geçiyor olması makul ve anlaşılabilir bir durumdur. Ancak sorun şu ki söz konusu eserin müellifi olan Vakıdi’ye nispet edilen bu eser de dahil fütuhat kitaplardan hiçbiri zamanımıza kadar gelmemiştir. Bunlar destani mahiyette çok sonraki dönem müellifler tarafından kaleme alınmış ve şöhretinden dolayı İbn İshak (ö. 150)’dan hemen sonra gelen Vâkıdî’ye nisbet edilmiştir. Bazı araştırmacılar Vakıdi’ye nisbet edilen bu eserin ise apokrif bir metin olduğunu söylemektedirler. (K. Şülul, s. 154; Şaban Öz, s. 395).

İslami kaynaklarda abartılı bir peygamber tasavvuru ile  apokrif metinler üretme konusunda sürekli Hristiyanları eleştiren Müslüman yazarların bir kez olsun dönüp benzer bir durumun kendi kaynakları açısından da benzer eleştiri yapmaları adaletin gereği değil midir? Dolayısıyla Fütuhu’ş-Şam’da anlatılan bu apokrif metnin, 11. Yüzyılda İso’yab adında bir Hristiyan tarafından Müslümanlara karşı bir reddiye olarak yazılan Bahira apokalipsi’nden ne farkı vardır. Iso'yab, söz konusu metinde Bahira’nın İsmailoğullarına öğretici olduğunu, onlara önderlik ettiğini, bir kısım kehanetlerde bulunduğu ve onlara "Kur'an" dedikleri bir kitap yazdığını söylemektedir:

·       “I, Isho’yahb, stayed with Bahıra for seven days and I learnt from him all that had happened. Then Sergius Bahıra became ill and died. He instructed the Sons of Ishmael and was a leader for them, because he had prophesied to them what they liked and had written and handed down to them this book which they call ‘Qur"an’. (B. Roggame, The Legend of Sergio Bahira, s. 333)

Richard Gothell tarafından Arapça ve Süryanice metinlerle karşılaştırarak hazırlanan Isho'yahb'a atfedilen Bahira apokalipsi, Ankara Okulu Yayınları tarafından da tercüme edilerek dilimize kazandırılmıştır.

İşte işin tüm özü ve özeti budur. Yani Bahira olayı Kayseriyye’nin fethinden yaklaşık yüz küsur yıl sonra siyer ve hadis kaynaklarına girmeye başlamış ve özellikle İbn İshak (ö. 151/768) ve Tirmizi (ö. 279/892) gibi iki müellifin yer verdiği rivayetlere dayanmıştır. İslam tarihi kaynaklarının tamamında geçen bu bilgi bu iki kaynaktan gelen rivayetlerin açılımı ve onlara yapılan eklemelerdir.

Dolayısıyla karşımızda efsaneye dönüştürülmüş apokaliptik bir anlatı ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bu masalımsı anlatım aslında hiç yaşanmamış ancak İslam kaynaklarının tamamında kendine yer bulmuştur. Olayın geçtiği en erken kaynaklarda bu iki rivayet ile mesele daha sonraki kaynaklara intikal etmiş ve bu rivayetler etrafında dört başı mamur bir efsane üretilmiştir.

Her iki kaynakta geçen rivayetler hem senet hem metin yönünden çok ciddi sorunlar taşımaktadır. Ancak şu kadar söylenmelidir ki İbn İshak, yer verdiği rivayetlerin pek de sağlıklı olamayabileceğinin ipuçlarını zaten rivayetin başında İddia edildiğine göre (فِيمَا يَزْعُمُونَ) kaydını koyarak göstermiştir. (Bk., İbn İshak, Sire, 122). Benzer şekilde eserine bu rivayeti alan tek kütübü sitte muhaddisi olarak Tirmizi de söz konusu rivayet için güvenilirlik açısından sorunlu olduğunu (هذا حديث حسن غريب) kaydını ekleme gereği hissetmiştir. (Bk., Tirmizi, Menakıb-3). Dolayısıyla bu iki müellif de kendi zamanlarında doğru olanı yapmış ve kendilerine ulaşan bu bilgileri iletmişlerdir.

Üçüncü ve 4. Yüzyıllardan sonra yazılan kaynakların tamamı bu iki kaynağı temel aldığından,  mesele köpürtülmüş ancak ilerleyen dönemlerde az sayıda da olsa bazı alimler bu konuda doğal olarak şüpheye düşmüş ve söz konusu rivayetleri kökten reddetmişlerdir. Mesela Zehebi (ö. 748/1348), olayın anlatıldığı Tirmizi’de yer alan hadis için “uydurma” olduğunu (Zehebi, Telhisül-mustedrek, 2/616) çok açık bir biçimde dile getirmiştir. Ne yazık ki yine de ulemanın çok büyük bölümü bu rivayetleri kökten reddetme cesareti gösterememişlerdir.

Tıpkı İslam Ansiklopedisi ve Mustafa Fayda gibi.

Oysa o çok eleştirdikleri ve beğenmedikleri, gavurların (!) hazırladığı İslam Ansiklopedisi’nin Bahira maddesini yazan Wensinck (ö. 1939) bile; Hz. Peygamber’in hayatına daha sonraki yıllarda İsrailiyat neticesinde birçok olağanüstülükler eklenmiş olmasını Müslümanlara her anı mucizelerle çevrili, örnekliği kalmayan bir peygamber modeli oluşturduğunu söylemektedir. (İA. Bahira mad. s. 227-229). Benzer şekilde ilim adamı hassasiyetiyle bir başka oryantalist Caetani (ö 1935) ise meseleyi daha açık ve nazik bir biçimde şunu söylemektedir:

“Filhakika ticaret seyahatleri esnasında Muhammed'in Suriye'yi ziyaret ettiği sahih olsa idi kendisindeki fikr-i dininin Kureyş'in o kaba sanemperestliğinden daha yüksek bir iman-ı dini şekline tekamülü hakkında mühim bir safhanın muhakkak delailine malik olurduk.” (Caetani, İslam Tarihi, 1/240)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...