Ana içeriğe atla

İstanbul’un Ara Sokakları: Taksim

   
Taksim meydanı, dünyaya gözümü açtığım ilk meydandı.

Daha çok küçük bir çocukken, oraya ne zaman çıksam içim kıpır kıpır olurdu. Bir yanda kalabalıklar içinde kaybolma korkusu diğer yanda beni benden alan o ışıltılı dünya arasında gidip gelirdim.

Cumhuriyet caddesi ile Harbiye ve Elmadağı tarafına; Tarlabaşı bulvarıyla Şişhane ve Kasımpaşa'ya; İstiklal caddesiyle Beyoğlu ve Tünel'e; Sıraselviler caddesiyle Cihangir ve Tophane'ye; Gümüşsuyu tarafından Dolmabahçe’ye ve nihayet Taşkışla caddesinden de Nişantaşı ve Maçka’ya bağlanan yolları, bir çocuk için hayli karmaşık olsa da benim için bir top sahasıydı ve bu nedenle orayı hep çok sevdim.

Tarlabaşı bulvarı ile tam karşısındaki Gümüşsuyu’na inen güzergâh arasında sanki bir asırlık zaman farkı vardı. Ya da şimdi bana öyle geliyor.

Bu güzergahlar içinde benim favorim; Ağa Camii’nin önünden Beyoğluna uzanan İstiklal caddesiydi. Bu efsanevi güzergah üzerinde pasajlar, lokantalar, barlar, pavyonlar, sinemalar, tiyatrolar, kitabevleri, kafeler, pastaneler, kiliseler, mağazalar ve ışıl ışıl parıldayan bir dünyanın ortasında küçücük bir çocuktum. Daha kendimi bile henüz tanımamışken bu albenisi yüksek dünyayı tanımıştım.

Meydanın üç görkemli yapıtı vardı. 

Baş tarafta Maksem, onun tam karşısında o zamanki adıyla Opera binası (Atatürk Kültür Merkezi) ve bu ikisinin arasında yer alan ince ve zarif görüntüsüyle Cumhuriyet anıtı.

Cumhuriyet anıtı, aslında sadece Taksim ve İstanbul'un simgesi değildi. Bütün Türkiye'nin en önemli bir kaç önemli sembolünden biriydi. 

Anıtın önünde fotoğraf çektirmek moda olsa da bizim ailece oraya dair ne yazık ki bir fotoğrafımız yoktu.

Selfi alışkanlığının olmadığı yıllardı.

Belki de fotoğraf çektirmenin maliyeti yüksek olduğundandı. Biz sadece gezinti için çıkardık meydana.

23 Nisanlar, 10 Kasım, 30 Ağustos ve 19 Mayıslar meydan cıvıl cıvıl olur, bu özel günlerde anıta konan çiçek ve çelenkleri ilkindi olmadan yağmalar ve bitirirdik.

                                        
                                        Anıtın önünde bir kış günü eski İstanbullular.

Anıtın etrafında kaçak sigara satan tombalacı amcalar, farklı farklı şivelerle “Kent var, Malbora var, Lark var” diye meydanı adeta inletirlerdi. Çoğunun kıyafetleri aynı tarzdaydı; omuzdan sarkan ceketler, İspanyol paça pantolonlar, topuklarına basılmış iskarpin ayakkabılar ve dudaklarında eğreti duran yarım ağız sigara ile etrafı velveleye verirlerdi:

“Dombala, dombala, dombala!”

Meydanda otobüs durakları vardı o yıllarda.

Özellikle iki yöne doğru giden otobüsler benim için en heyecan verici olanlardı: Biri dayım ve Halalarıma gitmek için bindiğimiz Bostancı hattı diğeri ise Teyzemlere gitmek için bindiğimiz Bebek hattı.

***

Evimiz, bugün Taksim Camii’nin olduğu yerin birkaç sokak arkasındaydı. Beş katlı eski bir Rum apartmanının son katında, küçük bir oda ve bir o kadar küçük bir salondan ibaretti.

Alt kattaki komşularımız ikide bir değişir, kimin kim olduğunu daha anlamadan yeni komşularımız gelirdi.

En son hatırladığım, bizim hemen alt katımızda Balkan göçmeni yaşlı ve yalnız yaşayan bir amca, onun  altında, Malatyalı, sürekli didişen yeni evli bir çift oturuyordu. 

Evin hanımı ikide bir ortadan kaybolur, bir süre geçtikten sonra tekrar eve döndüğünü kavga etmelerinden anlardık.

Onların bir altında Eskişehirli daha sakin bir aile vardı.

Ve nihayet en alt kat. Burası bekar eviydi ve en uzun kalanlar da onlardı.

Karşı binada perdelerini hiç kapalı görmediğim bir aile otururdu. O zamanlar perdesi çekilmeyen evler ayıplanırdı. Nedenini sonra farkettim, zira evin küçük çocuğu pencereden sürekli pipisini gösterirdi.

Sokak karşılıklı hizalanmış birbirine bitişik evlerden oluşur, bazılarının alt katında dükkanlar bulunurdu. Bizim binamızın altında dükkan yoktu ama karşı binanın altında araba yedek parçası satan bir dükkan, onun yanında küçük bir çay ocağı, iki yanındaki binanın alt katında bir manav ile küçük ve sevimli bir mahalleydi.

Paralel iki sokağın başında iki ayrı bakkal tatlı bir rekabet içindeydi.

Oyun oynayacak fazla bir alanımız yoktu ama ben sürekli sokaktaydım. Çünkü artık Taksim meydanına çıkabilecek yaşa gelmiştim.

Bazen annem evin penceresinden, bakkaldan ekmek almak için aşağıya para atar ve ben yere düşen o madeni parayı bulmak için saatlerimi harcardım. O gün, 25 kuruş çok büyük bir paraydı. En azından bizim için.

Adını bile şimdi hatırlamadığım sokaktan, Taksim meydanına çıkmak için yürümek beş dakika sürmüyordu. O nedenle günde iki ya da üç kez meydana çıktığımız olurdu. Gezi parkının olduğu yere yakın çok güzel bir çocuk parkı vardı ve benim çocukluk anılarımın bir kısmı, belki de en güzelleri, hep bu parkta geçmişti. Plastik topla ilk tanışmam, balon uçurmam, salıncaktan ilk düşüşüm, yeşil çimenlerin üstünde özgürce koşarken kendimden geçişim….

Sağ tarafta Sheraton oteli ile sol tarafta o zamanların meşhur İntercontinental oteli, arada kalan meydandakileri adeta görüntü ve heybeti ile ezerdi. Ya da bana öyle geliyordu. Oraya girip çıkanlara imrensek de meydanın efsunluğuyla çoğu defa umursamazdık.

Otelin arkasında kalan yokuş aşağı sokaklara, sonraki yıllarda da hiç inmedim. Kim bilir belki de o görkemin yarattığı ürküntüydü bunun nedeni.

İlkokul 5. Sınıfta, birkaç arkadaşla birlikte İntercontinental'in girişinde güvenlik görevlisi gibi değil de bir general edasıyla salınan, Taksim meydanının o yıllardaki simgelerinden olan, “uzun pala bıyıklı amca”yı atlatarak otele kaçak girdiğimiz yıllara daha vardı.

Çoğu kez Tarlabaşı’nın Taksim’le kesiştiği noktanın sağında yer alan seyyar satıcıların önünden meydan çıkar, bazen de aynı güzergahın paralelindeki ara sokaktan, meşhur tarihi tuvaletlerin önünden, köşedeki maksemi sol tarafıma alıp, Fransız Kültür Merkezi’den İstiklâl’e sapmadan Taksime çıkardım.

Sırf maksemin önünden geçmek için.

Ne çok severdim orayı.

Taksim bir yana Maksem bir yanaydı..  

    Taksim Maksem.

Tabii bir de Maksim vardı ve Taksim dendiğinde çoğu kişinin aklına Maksem gelmez, Maksim gelirdi.

Zeki Müren, Emel Sayın, Gönül Yazar ve Behiye Aksoy’un ancak ışıltılı isimlerini görebildiğimiz ama içine hiç giremediğimiz Maksim gazinosu.

Maksem ve Maksim arasında, İş Bankası Kumbara Saati’nin bulunduğu yeri ise muhtemelen az sayıdaki oyuncaklarımdan biri olan kumbaram nedeniyle seviyordum.

İlerleyen yıllarda buraya olan düşkünlüğümün bir nedenini daha bulmuştum.

Maksemin önünde, o yıllarda “Ah nerede” filmi çekiliyordu.

Çocukluk belleğimde öyle derin bir iz bırakmış olmalı ki sonraki yıllarda o sahneyi hiç unutmadım.

Filim setinde kimler yoktu ki?

Tarık Akan, Adile Naşit, Hulusi Kentmen, Gülşen Bubikoğlu, Halit Akçatepe, Nubar Terziyan, Hayati Hamzaoğlu hatırımda kalanlardı.

Filimde, Bursalı bir toprak ağasının İstanbul'da okumaya gönderdiği üç oğlu da okumak dışında her türlü hergeleliği yapıyorlardı.

Tıp fakültesinde okuyan, bir kızla nişanlı olmasına rağmen zamparalık peşinde koşan büyük abi Ferit (Tarık Akan), Eczacılıkta okuyan ama kumarda para ezmekle meşgul ortanca kardeş (Halit Akçatepe) ve mühendislik okumak yerine sol bir örgüte katılarak vatan kurtarma peşinde koşan küçük kardeş..

Tüm bu olup bitenlerden ise ailenin hiç haberi yoktu. Onlar oğullarının okuduğunu sanıyorlardı.

Filmin en can çarpıcı sahnesi, babacan karakterli Hulusi Kentmen’in o ünlü repliğiydi. Sevdiği kızı bir türlü ikna edemeyip, karşı inşaatın tepesine çıkarak oradan kendini atacağını söyleyen Ferit’e;

"İn ulan aşağı, gelirsem döverim valla eşşoğlu!"

Ama benim için filmin can alıcı sahnesi bu değildi.

Aradan yarım asır geçmesine rağmen hiç unutmadığım ve unutamayacağım o sahne bambaşkaydı.

O sahne, Maksem'in köşesinde çeşmenin hemen önünde iki kardeşin (Tarık ve Halit), geçimlerini sağlamak için sergide kitap satma sahnesiydi.

Filmin bütünü içinde sadece birkaç saniye süren bu sahne, benim için ne çok şey ifade ediyordu.

Belki de o gün orada filim çekimine tanıklık etmemdi bunun nedeni.

Filim setinde “Tarık abi, Tarık abi!” bağrışmalarına eşlik etmiş miydim hatırlamıyorum ama ne zaman İstiklal'den Taksime çıksam kalp atışlarım hızlanır, gözüm hep sol köşeye kayar, sanki birazdan o köşeden rahmetli Tarık Akan ile Halit Akçatepe çıkıvereceklermiş gibi gelir.

***

Bugün o Maksem yok artık.

Onun yerinde Taksim Camii var.

Bu nedenle olmalı ki camileri çok seven biri olmama rağmen, çocukluk anılarımın büyük bir bölümünü yok eden,

Silip süpüren,

Tozunu bile bırakmayan,

Taksim Camii'ni hiç sevemedim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...