Alanında iyi bir tefsir hocası olan arkadaşım; "sahabenin hepsi Kur'an'ı anlamamıştır" şeklinde kesin bir yargıda bulunduğunda çok şaşırmıştım.
Gerçekten
böyle miydi?
Kur’an
hiçbir zaman tam anlamıyla anlaşılamamış bir metin midir? Ya da sahabe bile
Kur’an’ı tam olarak anlamamışsa, kim anlamıştır?
Soruyu daha
derinleştirirsek, kutsal kitap Peygamberin kendisinin dışında kimse tarafından tam
anlamıyla anlaşılmamış mıdır?
Soruları
çoğaltabiliriz; ancak tüm bu sorular, tek bir soru altına getirilebilir:
“Kur'an
anlaşılabilir mi?”
Aslında Kur’an’ın
anlaşılabilir olup olmadığı, Kur'an'a muhatap olan ilk neslin (sahabe) onu
gerçekten anlayıp anlamadığı, anladıysa ne kadarını anladığı, anlamadıysa ne
kadarlık bir miktarı anlamadığı ile doğrudan ilgilidir.
Bu açıdan
"Kur'an anlaşılabilir mi?" sorusu, "Kur'an nazil olduğunda tüm
muhatapları tarafından anlaşılmış mıdır" ya da "Hz. Peygamber
sahabeye Kur'an'ın ne kadarını tefsir ettiği?" sorusuyla eşdeğerdir.
Son iki soru açıklık kazanırsa başlıkta dile getirilen soru da kendiliğinden
anlaşılmış olacaktır.
Öncelikle
tüm sahabenin tek tek Kur'an'ı anlayıp anlamadıklarını ya da anladılarsa
Allah’ın muradını tam kavrayıp kavrayamadıklarını tek tek test etme imkanından
mahrumuz. Bununla birlikte onların Hz. Peygamber’e Kur'an hakkında bir kısım
sorular sordukları biliniyor. Soru sorduklarına göre, anlamamış oldukları çıkarsanabilir.
Hemen belirtilmelidir ki onların sordukları bu soruların içinde dilsel bir
anlamama edimini gösteren örnekler bulunmamaktadır. Anlamakla, kavramak
arasındaki nüans dikkate alındığında, onların metnin bütününü anladıkları ve
fakat anladıkları o bütünün bir kısmını ise kavrayamadıkları anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla,
Kur'an, ilk muhatapları tarafından anlaşılmışsa, bu durumda metnin anlaşılamaz
olması mümkün değildir.
Konunun özü,
peygamberin Kur’an’ı tefsir edip etmediğiyle doğrudan ilgili olduğundan, bu
konuda bazı küçük misallerle meseleyi açmaya çalışalım.
Kur'an'da pek çok ayette, dinin en önemli rükünlerine ilişkin olarak
özellikle secde edin (فاسجدوا), rüku edin (واركعوا) gibi ifadeler yer almaktadır. Emir kipi
ile dile getirilen bu ayetleri duyan sahabe, nasıl secde edeceğine ya da rüku
edeceğine ilişkin Hz. Peygamber’e soru sordukları, ondan bir açıklama talebinde
bulunduklarına dair bir kayıt bulunmamaktadır.
Mesela abdest almakla ilgili, Maide suresinde (5/6) yer alan "yüzünüzü
yıkayınız!" (فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ) ayeti hakkında yüz (وجوهكم) ifadesi, Hz. Peygamber tarafından "kulaklar başa
dahildir" (واذنان
من الراس) şeklinde açıklanmıştır. (İbn Mace, "Taharet" 53). Ancak
bu açıklama sahabenin Kur'anı anlamadığına delalet etmez. Bu aslında bilindik
anlamda bir tefsir ameliyesi değildir.
Yine Maide suresinde (5/20) geçen "sizi melikler kıldı"
(وجعلكم ملوكا) ifadesini tefsir etme
babında söylediği nakledilen "evi ve hizmetçisi olan meliktir" (من كان لو بيت وخادم فهو ملك) sözü de böyledir.
(Taberi, 6/230).
Yusuf suresinde geçen (12/18) "bana düşen güzel bir sabırdır”
(فصبر جميل) ifadesini
"şikâyet içermeyen sabır" (صبر لا شكوي فيه) şeklinde tefsir edilmesi de (Taberi, 15/585) bir tefsir
ameliyesi değildir.
İbrahim suresinde (14/5) geçen "Allah'ın günleri" (بايام الله) ifadesini "Allah'ın nimetleri"
(بنعم الله) şeklindeki tefsiri de
(İbn Kesir 3/458) sahabe açısından anlaşılmamış bir sözün anlaşılır hale getirilmesi
demek değildir.
Bu kısa örneklerden anlaşılacağı üzere, Hz. Peygamber tarafından
yapılan açıklamalar bilinen anlamda bir tefsir ameliyesi olmayıp belki onu
tamamlayıcı ek bilgilerdir. Yani sahabe söz konusu ifadeleri tam olarak
anlamışlar ve fakat Peygamberin küçük müdahaleleri ile mesele iyice pekiştirilmek
istenmiştir.
Kur'an’ın tefsire muhtaç olup olmadığı genelde Nahl (16/44) ve İbrahim (14/4) sureleri bağlamında ele alınmıştır:
- "İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine açıklaman (لِتُبَيِّنَ) için ve (ola ki üzerinde) düşünürler diye sana da uyarıcı kitabı indirdik." (Nahl, 44).
- “Biz, her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açıklasın (لِيُبَيِّنَ). Allah dilediğini şaşırtır, dilediğini yola iletir. O, azizdir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İbrahim 14/4)
Peki gerçekten bu iki ayet, iddia edildiği gibi, Hz. Peygamberi
sahabenin anlamadığı ayetleri açıklayan bir müfessir olduğunu mu
söylemektedir?
Müfessirler her
iki ayette geçen tebyin ifadesini "açıklama" olarak
yorumlasalar da burada özellikle dikkat edilmesi gereken, Hz. Peygamberin
vazifesinin Kur'an'ı insanlara tefsir ve izah etmek manasında bir açıklama
olmayıp, onu insanlara "duyurmak, haber vermek, bildirmek"
manasındaki bir açıklamadır. Zaten tebyin kelimesi
Türkçedeki açıklama anlamını karşılamaz. Bu kavram Kur'an'a has
bir kullanım olup, en fazla lafzı açıklama olabilir
yoksa tefsiri bir açıklama demek değildir.
Her iki ayette de geçen tübeyyine/yübeyyine fiilini bazı
müfessirler "insanlara okuyasın" (لتقرأ للناس) şeklinde yorumlamışlardır. (Semerkandi, Bahrul-Ulum,
2/237). Okuma edimi ise Arapçada iletmek anlamıyla yakından ilişkili
olup üzerine herhangi bir ilave yapmaksızın, ne ise onu olduğu gibi nakletmek
demektir.
Peki tefsir kelimesi Kur'an’da geçmekte midir?
Sadece Furkan suresinde (25/33) bir kez geçmekte; burada da genelde bilenen
anlamda bir açıklama işlemi olmayıp, yine beyan ve tebyin kelimeleri
ile ilişkilendirilmektedir. Tefsir kelimesinin bir kez
geçmesine karşılık beyan ve tebyin kelimeleri Kur'an'da o kadar
çok geçmektedir ki asla kıyas bile edilemez. Mesela fiil formunda (yübeyyine/tübeyyine)
şeklinde yüze yakın bir kullanım görülürken, aynı kelimenin isim formu (beyan,
mübin) ise iki yüzü bulmaktadır. Dolayısıyla Tefsir kelimesinin,
tedvin döneminde kullanılan anlamıyla Kur’an’da bir karşılığı olmazken, beyan ve tebyin kelimelerinin Kur'an'daki karşılığı, "tefsir etmek ve açıklamak" anlamında olmayıp
"duyurmak, haberdar etmek, açığa çıkarmak" demektir. Mesela
şu ayetlerde bu açıkça görülür: Bakara 2/109, 159, 187, 256; Ali İmran 3/38;
Maide 5/15, İbrahim 4; Sebe 34/14.
Bir kelimenin anlamını tespit etmenini en kolay yolu, onun karşıtını bulmak ve doğru anlama ulaşmaktır. Tebyin/beyan kelimesinin Ku’ran’da ki kullanımları tebliğ ve ilan etmek olduğuna göre karşıtı ise bunu yapmamak yani gizlemek/saklamak (kitman) olmaktadır. Ali İmran 3/187'de bu anlam çok açıktır:
- "Allah, kendilerine Kitap verilenlerden şöyle misak almıştı: "Onu mutlaka insanlara beyan edeceksiniz (لتبيننه) ve asla gizlemeyeceksiniz! (تكتمونه)".
Dolayısıyla tebyin kelimesinin tefsir'den ziyade bir tebliğ
ve ilan etme anlamının esas olduğu ortadadır. Ayetler, Hz. Peygamber
tarafından insanlara tebliğ (tebyin) edildikten sonra, ayrıca
bir müfessir gibi muhataplarına tekrar açıklamaya ihtiyaç duymamıştır. Çünkü
vahiy, dil düzeyinde ikinci bir beyana ihtiyaç duymayacak kadar açık ve anlaşılabilir
bir dille nazil olmuştur. Bu nedenle de Hz. Peygamber, tebliğ ettiği metni
muhataplarına, birkaç olay dışında, ayrıca tefsir ve izaha gerek duymamıştır.
Ancak Hz. Peygamberin vefat etmesiyle, bağlam (contex) ortadan kalkmış, muhataplar değişmiş ve zamanın ilerlemesiyle anlam da sadece dilsel ögelerle anlaşılır olmaktan çıkmıştır.
Dilin değişime uğraması, sözcüklerin yeni anlamlar
kazanmasıyla tefsir diye bir ilim dalı, çok sonraki bir dönemde, bu zemin
üzerinde inşa edilmiştir.
Sahabeler, matbu bir kitap olarak Kur’an’la hiç muhatap olmadılar, aksine bir hitap olarak ona tanıklık ettiler. Mushaf’ın teşekkülü peygamberin vefatından sonradır. Onun ortaya çıkışı ve yaygınlık kazanması ise Hz. Osman dönemi gibi geç bir dönemde olup halka inmesi ve dolaşıma girmesi ise çok daha da geçtir.
Bu
nedenle tefsir bir ilim dalı olarak ortaya çıktığında insanlar, artık
matbu bir kitabın (Mushaf) muhatabıydılar. İşte Kur'an’ın anlaşılabilir
olmasının önündeki en büyük sorun böylece ortaya çıkmış oldu. Sahabe hitaba
muhataptı ve onu anlıyorlardı, sonra gelenler ise kitaba, yani Mushaf’a
muhataptı ve herhangi bir kitapla ünsiyeti hiç olmayan, ümmi bir topluluk olarak
Müslüman Araplar, kendi dillerinde bile olsa vahiyle irtibat kuramıyor, onun dilini anlamada büyük sorunlar
yaşıyorlardı.
Çok erken
dönemde başlayan hadislerin toplanması ve tasnif edilmesi, 3. Yüzyıla
gelindiğinde büyük koleksiyonlar meydana gelmiş; pek çok hadis külliyatının
içinde müstakil olarak yer alan Tefsir bölümleri görülmeye başlamıştır. 4.
Yüzyılın başına gelindiğinde, ilk defa, Taberi (ö. 310) tarafından onlarca
ciltten meydana gelen ve bu konuda sonraki kuşaklar tarafından bile aşılamamış
olan el-Camiü’l-beyan isimli büyük bir tefsir koleksiyonu
hazırlanmıştır. Bu eserde tüm tefsir rivayetleri toplanmış ve bir araya
getirilmiştir.
Şimdi
konumuzla ilgili bu eserde yer verilen onlarca rivayet arasından özellikle bir
tanesini ele alacak, Peygamber döneminde sahabenin Kur'an'ın tamamını anlayıp
anlamadıklarını görmeye çalışacağız.
Erken dönem hadis kaynaklarının büyük bir bölümü tarafından merfu olarak nakledilen bu rivayet, aslında hadis sahasının otoritelerinden biri olarak kabul edilen Hz. Aişe tarafından dönemin tam bir topoğrafyasını yansıtmaktadır. Buna göre dile getirilen rivayet, sahabenin Kur'an’ın tamamını anladıklarına dair hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır. Hz. Aişe şöyle demektedir:
- "Hz. Peygamber sayılı birkaç ayet dışında, Kur'an'dan hiçbir şey tefsir etmemiştir." (ان النبي كان لا يفسرشيا من القران برأيه الا آيا بعدد). (Taberi, Câmiü'l-beyan, 1/78).
Bu söz, çok açık bir şekilde
Kur'an'a muhatap olan ilk neslin, bir tefsir ve açıklama ameliyesine muhatap
olmaksızın anladıklarının en önemli delilidir.
Bu rivayet, Kur'an vahyini ilk işitenler
tarafından “ben bu sözü hiç anlamadım” şeklinde bir şikayetlerinin -en azından
dil düzeyinde- hiç olmadığını göstermesi bakımından çok büyük önem taşır.
Sahabe döneminde yaşayanların
bugün yaşayan insanlardan daha az ya da daha çok akıllı olduklarına dair elde bir
veri yoktur. Yani onlar da bizim gibi insanlardı. Onların da daha zeki
olanları olduğu gibi daha az zekaya sahip olanları vardı. Mesela sahabe
arasında Hz. Ömer gibi daha vahiy gelmeden onu öngörebilen, kapasitesi yüksek kimseler
olduğu gibi Adiy b. Hatem gibi bir meseleyi tekrar tekrar anlatıldığı halde
anlayamayan, anlayışı daha kıt pek çok kimse vardı. Dolayısıyla Hz. Aişe’nin
dile getirdiği o “çok az miktar” da bu kimselere yönelik olmalıdır. Ancak yine de bu kimselerin ayetlerden hiçbir şey anlamadıkları
anlamı çıkarılmamalıdır. Onlar da duyduklarını anlıyorlar fakat bazı ayetleri
kavramada güçlük çekiyorlardı.
Bu nedenle Hz. Aişe’nin sözünde
dile gelen sahabenin tefsire ihtiyaç duymaksızın anlamaları, metnin anlaşılır
olduğunu göstermesi bakımından büyük önem taşır. Bu söz, bugüne de ışık
tutmaktadır.
Yani Kur'an anlaşılabilir bir
metindir. Anlaşılmıştır da. Dolayısıyla anlaşılabilir de.
Üstelik sadece sahabe de değil,
Kur'an’a karşı düşmanlık yapan müşrikler içerisinde bile onun denilmek isteneni
anlamadıklarına dair bir beyanları olmamıştır. Onların Kur'an'a karşı dile
getirdikleri itirazlarında anlama sorunun olduğunu gösteren herhangi bir kayıt
yoktur. Onların itirazları ve ona karşı çıkışları dilsel olmaktan ziyade içerikseldir. O'nun bir sihir, bir şiir ya da eskilerin masalları
(esatirü’l-evvelin) olduğu şeklinde pek çok itiraz öne sürmeleri bu nedenledir.
Demek ki Kur'an’ın anlaşılabilir
oluşu, ona inanıp inanmamakla da ilgili değildir.
Bu noktada sorulması gereken soru
şudur: Peki azılı düşmanları bile Kur’an’ı anlayabildiklerine göre “ben niçin
anlamıyorum?”
Niçin anlamadığımız ya da anlayamadığımız
sorusunun cevabı tamamen geçmişle ilgilidir. Dil değişmiş, toplum değişmiş,
doğa tasarımı değişmiş, bağlam değişmiş, bunca değişim yetmezmiş gibi bir de
araya 1500 senelik uzun bir mesafe girmiştir. Teorik olarak yeniden
anlaşılabilir olmasına hiçbir engel olmasa da pratikte bunun mümkün olması bir
hayli zordur. Ama yine de imkansız değildir.
***
Bu sorunun cevabı geçmişte, özellikle ulema arasında da aranmış ve tartışılmıştır. Buna göre tartışmanın bir ucunda
Kur'an'ın sahabenin tamamı tarafından anlaşıldığını söyleyenler yer
alırken karşı tarafta bunun aksine hepsi anlamamıştır diyenler yer
almaktadırlar. Üçüncü bir gurup ise daha orta yolcu bir tavır takınmışlardır.
Yani ortada üç seçenek bulunmaktadır:
1. Çoğunluk
anlamıştır.
2. Çoğunluk
anlamamıştır.
3. Bir kısmı
anlamış bir kısmı anlamamıştır.
Birinci gurubu oluşturanlar ilk üç asırda yaşayanlardır. Yani
zaman faktörünün büyük bir sorun haline dönüşmediği dönemlerde.
İkinci gurubu oluşturanların büyük oranda sahabe, tabiin ve tebe-i
tabiin döneminden iyice uzaklaşanlardır. Bu gurubun öncüsü İbn Teymiye’dir.
Üçüncü gurubu oluşturanlar ise daha çok modern dönemde
yaşayanlardır.
Üçüncü gurupta yer alanlar aslında ikinci gurubun söylemlerine yakın durduğundan aynı kategoride sayılabilirler. Yani bu iki guruba göre sahabe Kur'an'ın çoğunu anlamamıştır. Bu gurubun sözcülüğünü yapan İbn Teymiye’nin çok geç bir dönemde yaşamış olması dikkate alındığında, Kur'an’ın nazil oluşu üzerinden neredeyse 8 asırlık uzun bir zaman diliminin geçtiği görülür. Yaşanan siyasal ve toplumsal değişmeler ile kendilerinin artık anlamakta zorluk çektikleri Kur'an’ı, sahabenin de anlamadıkları yanılsamasına düşmüşlerdir. İbn Teymiye, Mukaddime isimle tefsir usulü adlı eserinde şöyle demektedir:
- “Bilinmesi gerekir ki Hz. Peygamber sahabeye Kur'an'ın anlamlarını tefsir ettiği gibi lafızlarını da tefsir etmiştir.” (ان النبي بين لاصحابه معاني القران كما بين لهم الفاظه). (İbn Teymiyye, Mukaddime, s. 35).
Oysa birinci gurubu oluşturanlar vahyin indiği döneme daha yakın oldukları için ortamın sıcaklığı nispeten devam ediyordu. Bu nedenle ilk birkaç yüzyıl boyunca tefsire fazla bir ihtiyaç duyulmamıştı. Bu yüzyıllarda yaşayanlar, Kur'an'ın anlaşılması için tefsir ilmine gerek duymadıkları için Hz. Peygamberi bir müfessir olarak görme eğiliminde de olmamışlardır.
Tefsir ilminin habercisi sayılabilecek ilk kitapların dilsel ağırlıklı olmaları bu nedenledir. Daha ikinci asır bitmeden ortaya çıkmaya başlayan filolojik tefsirlerden birinin sahibi olarak, Mamer b. Müsenna (ö. 209/824), Kur'an apaçık bir Arap diliyle inzal edildiğinden, sahabenin Kur'an'ı kendi dillerinde herhangi bir tefsir ve açıklamaya ihtiyaç olmaksızın anlayabildiklerini çok net olarak ifade etmektedir. Ona göre sahabe Kur'an'ı dil düzeyinde hiçbir problem olmaksızın anlıyordu:
- "Çünkü Arab kelamındaki irab vecihleri, garib kelime ve manaların aynıları Kur'an'da da vardı" (وفي القران مثل ما في الكلام العربي من وجوه الاعراب ومن الغريب والمعاني ) (Ebu Ubeyde, Mecazül-Kur'an, 1/8).
Görüldüğü üzere çok önceleri başlayan bu tartışmanın en temel
meselesi bugün hala gündem de olan “peki ama ben niçin anlamıyorum” sorunudur.
İbn Teymiye gibi müfrit bir zekanın Kur'anın tamamını anladığına hiç kuşku
yoktur; ancak onun sahabeye Kur'an’ın tamamını anlamamış oldukları şeklinde düşük
bir zeka nispet etmesi düşünülemez. Bu nedenle onun bu yargıya varmasının başka
nedenleri olmalıdır. Bize göre zamansal ve bağlamsal şartların zorluğu ve
zorunluluğu bunlardan biridir.
****
Hülasa, konu, Kur'an'ın kendilerine inen bir topluluk (sahabe) ile dilin ve bağlamın değişmesiyle zaman ve zihnen ondan uzaklaşmış bir toplumun ona bakış açısıyla ilgili olduğundan, Kur'an’ın anlaşılabilir olmaktan çıkıp tefsirlere bağımlı hale geldiği görülmüş olmalıdır. Müfessirler, tefsir ilminin ilkelerini ortaya koyarken büyük oranda kendi içinde bulundukları durumu dikkate alarak hareket etmişler; bu nedenle Hz. Peygamberin Kur'an karşısındaki konumunu; onun mücmel ve müphemi beyan, umumu tahsis, mutlakı takyit, müşkülü tavzih etmesi şeklinde tasnif etmişlerdir. Onların Peygamberi bir müfessir olarak görmeleri, kendi pozisyonları gereği Kur'anı tefsire muhtaç bir metin olarak görüp, sahabeyi de kendileri gibi Kur'an'ın tamamını anlamadıklarını düşünmüş olmalılar.
Yorumlar
Yorum Gönder