Yemende doğup büyümüş, hayatının büyük bir bölümünü orada yaşamış, İslam geldikten kısa bir süre sonra Yemen bölgesine intikal edince Müslüman olmuş bu dört isim şunlardır:
Ebu Hüreyre
Hemmam b. Münebbih
Vehb b. Münebbih
Kabu’l-Ahbar
Niçin
başkası değil de bu isimler?
Bu
isimleri seçme nedeni, Yemenli başka isim olmadığından değildir. Elbette başka
isimler de var. Ancak birazdan görüleceği üzere, Hz. Peygamberin vefatının
hemen ardından başlayan tarihi süreçte, İslam kültür mirasının neredeyse
tamamına yakını bu dört isim tarafından belirlenmiştir. Bu nedenle de İslam
geldiğinde Yemen’in Arap yarımadasındaki yaşamsal önemi gösterilmek
istenmiştir.
***
Dört sahabi
Dört tabiin
Dört alim
Dört bilgin
Niçin
bu tanımlamalar değil de dört bilge denirse, doğrusu Yemenli olmalarının
dışında; alim, muhaddis, müfessir, bilgin, sahabi, tabiin vb. sıfatların
hiçbirisi bu isimleri ortak bir terim altında birleştiren nitelemeler değildir.
Bu
nedenle başlıkta kullanılan bilge tabiri tercih edilmiştir.
Bilgi, bilgin ve bilge
kelimeleri aynı kökten gelse de özellikle bilgin ile bilge
arasında kesin bir ayırım gözetilir. Gelenek, bilgin’i alim
karşılığında bilge’yi ise arif karşılığında kullanmıştır. Ancak
bu ayırım bizim açımızdan yeterli değildir. Özellikle bilge daha
sofistike anlamıyla farklı çağrışımlara sahip olup kelimenin kökenine inmek
gerekmektedir.
Felsefe (philosophia) kelimesinin de kökeninde bulunan
bilge, Antik Yunan’da, sophos kelimesiyle ifade ediliyordu. Sofistler
zaten bir filozof türünün adı değil daha çok söz (retorik) ustalarına
verilen bir isimdi. Yani bilge, epistemolojik temelli bilgiye dayalı
olmaktan çok, bir işte hüner ve ustalık sahibi olmak anlamına geliyordu.
Bilgeliği
söz ve konuşma yetisi ile ilişkilendiren Platon (ö. MÖ. 347), Kritias
Kharmides diyaloğunda (MEB, s. 8); ruh ve beden ilişkisinde ruhun bir
yetisi olarak nutkiyeti (söz/konuşma) bir bilgelik türü olarak
tanımlamaktaydı.
Kelimenin
(sophos) İslam dünyasındaki izleği, felasife tabirinin olumsuz
çağrışımları nedeniyle, Kur’an temelli hikmet-hakim-hükema
ifadeleriyle karşılandı.
Feylosof kelimesi daha çok felsefe ile
uğraşanları nitelerken, hakim kelimesi daha geniş erimli olarak bilge
karşılığında kullanıldı.
Bu
girişi yapmak zorunda kalmamızın nedeni, bilgiçlik yapmak değil,
başlıktaki “Yemenli dört bilge” ifadesinden maksat ve meramımızı daha
açık kılmak içindir.
Bu
nedenle sözlü kültürün hala egemen olduğu 8. Yüzyıl Mekke ve Medinesinde tefsir
ve hadis menkulâtının çok büyük bir bölümünün taşıyıcısı olan yukarıdaki
isimler hem söz ustası olmaları hem de devrinin yüksek kültürlü
kimseleri olmaları nedeniyle bilge olarak nitelenmişlerdir.
***
Yaklaşık
hepsi aynı dönemde yaşamış bu dört isimden ikisi sahabi ikisi de tabiinin önde
gelen isimlerindendir.
Ebu
Hüreyre ve Hemmam b. Münebbih hadis sahasında.
Kabu’l-Ahbar
ve Vehb b. Münebih ise tefsirde.
Hiçbiri
Kureyşli değildir. Dolayısıyla Mekkeli ve Medineli de değildir.
İslam’ın
siyasal tarihinde dört halifenin konumu ne ise kültür tarihinde de taşıyıcı
birer figür olmaları nedeniyle bu isimlerin konumu aynıdır.
Aşağıda
tek tek ele alındığında görüleceği gibi bu isimlerden ikisi hadisçi olarak
tanınmış, diğer ikisi de tefsirde vazgeçilmez isimler olarak bu sahanın
otoriteleri olarak algılanmıştır. Yani buna göre İslam’ın en temel iki
metninden Kuran ve Hadis sahasında gelen bilgilerin çok büyük bir bölümü bu
isimler üzerinden intikal etmiştir.
Bunların
sahip oldukları derin müktesebat dikkate alınmadan, Kuran ve Hadis başta olmak
üzere İslami ilimler üzerine konuşmak çok zordur.
****
İtiraf
etmek gerekirse bu isimlerin hepsi hakkında oldukça büyük spekülasyonlar yapılmış,
özellikle modern dönemle birlikte siyasal İslam’ın restorasyon sürecinde hedef
tahtasına konulmuş ve haklarında oldukça büyük bir menfi propaganda yapılmıştır.
Bu
eleştirilerin ana nedeni iki noktada toplanmaktadır: Birincisi sahip oldukları yüksek kültür nedeniyle Yemenli kimliklerinde,
diğeri ve daha önemlisi ise İsrailiyatı İslam dinine sokmak
ve onu içiten tahrip etme ithamındadır.
***
Ebu
Hüreyre (ö. 58/678), Hicretin 7. senesinde Müslüman olmuş, sonrasında
çok uzun yıllar (yarım asır) yaşamış, bu süreçte başta Medine mescidi olmak
üzere gittiği her yerde hadis rivayet etmiş, sahabe ve tabiinden yüzlerce isim
(kaynaklar isim isim 800 kişinin adını vermektedir. Tehzib 12/265) kendisinden
hadis nakletmiş ve Peygamberin “Devsli (Yemenli) çocuk!” dediği bir sahabidir.
Hadis literatüründe “çok hadis rivayet eden” (müksirun/iksaru’l-hadis) biri olarak bilinen Ebu Hüreyre bunun nedenini peygamberden hiç ayrılmamasıyla açıklamaktadır ki burada kültürün, sözün taşınması ile meydana geldiğine dikkat edilmelidir. Ayrıca onun bunca hadis rivayet ederken, özellikle ezoterik (gizemli) bilgiler içeren malumata sahip olduğunu ima eden rivayetleri, dönemsel şartların bir neticesi olarak onun yüksek kültür düzeyine de işaret eder. Mesela bu sözlerden birinde o şöyle demektedir:
- “Peygamberden beş kap (ilim) ezberledim. Bunlardan
ikisini açıkladım, üçüncüsünü açıklasaydım beni taşlardınız.” (حفظت من رسول الله صعلم خمسة جرب، فاخرجت منها جرابين ولو اخرجت
الثالث ارجمتموني بالحجارة) (Ebu Nuaym, Hilye, 1/381).
Adında yer alan “kediciklerin babası” ifadesi, onun kedilerle oyun oynaması nedeniyle verilse de bu istisnai bir durum değildir; “bir kediyi aç bırakarak ölümüne sebep olan kadının cehenneme gireceğinden” bahseden hadisin (Müslim, Selam 40) ona atfedilmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Hayvan sevgisi salt kedilerle sınırlı olmayıp, köpeklere de ilgisi olduğu anlaşılmaktadır. Çağını aşan bu hassasiyet, Müslüman olmayan annesine karşı aşırı düşkünlüğü, şakadan hoşlanması, etrafındakileri nüktedanlığı ile uyarması onun şehirli kimliğine işaret eder.
Farsça
ve Habeş dillerini bildiği ayrıca Hristiyan kutsal metni İncil’e de vakıf
olduğu, şahsi bir kütüphanesinin bulunduğu, bunların içinde de kendi
eserlerinin yer aldığından söz edilmektedir. (Hamidullah, Hemmam b.
Münebbih’in Sahifesi, s. 46, 49).
Hakkında
mürsel hadise sıkça başvurduğu, tedlis yaptığı, rivayetlerde
isnat zincirinden isim düşürdüğü gibi bir kısım haklı eleştiriler yapılsa da
aslında ona yönelik saldırıların temelinde, birazdan görüleceği üzere, hadise
İsrailiyatı soktuğu yönündeki yersiz ve insafsız eleştiriler yatmaktadır.
Ona
yönelik sahabe döneminde de bir kısım eleştirilerin varlığı bilinmektedir.
Ancak bunlar modern dönem eleştirilerinden mahiyet olarak farklıdır. Mesela Hz.
Ömer’in, çok hadis rivayet etmekten vazgeçmediği takdirde kendisini geldiği
yere, Yemen’e geri göndermekle tehdit etmesi ilginç olduğu kadar, aslında
kendisiyle amel edilmeyen sözlerin nakledilmesine yönelik bir tedbir olarak da
yorumlanabilir. Ne var ki kültür dediğimiz şey her türlü sözün serbestçe dolaşımda
olmasıyla oluşur.
Kendisi de bir hadis ravisi olan Hz. Aişe’nin eleştirilerine verdiği cevap ise onun bilge’liğinin bir göstergesi olması itibariyle birinci sınıftır:
- “Anacığım sen, ayna ve sürme işleri ile uğraşırken benim böyle bir meşguliyetim hiç olmadı.” (يا اماه! طلبتها وشغلك عنها المرآة ولا المكحلة وما كان يشغلني عنها شيئ ). (İbn Sa’d, 2/314).
***
İkinci isim Ka’bu’l-Ahbar (ö. 32/652)’dır. O da Ebu Hüreyre gibi çok uzun bir süre yaşamıştır. Öldüğünde 104 yaşındaydı. Adında geçen Ahbar ifadesi İbranice haver’den gelen habr veya hibr kelimesinin çoğulu olup bilge anlamına da gelir.
Peygamber
öldüğünde 65 yaşlarındaydı. Yani O’ndan yaşça büyüktür. Ancak Müslüman olması
Yemen’in tamamen Müslümanların eline geçmesinden sonradır.
Babası
bir devrinin alimlerinden bilinmektedir. Bizzat kendisinin yazdığı Tevrat’ı oğluna verdiği ve onun Tevrat konusunda yetkinleşmesini istediği, bu nedenle ölmeden önce diğer tüm
kitaplarını bir dolaba kitleyip sakladığına bakılırsa entelektüel seviyesi yüksek
bir ailede yetişmişti.
Babasından
devraldığı bu kitapların ne olduğu bilinmiyor.
Ancak
tahmin etmek zor değil. Bilindiği gibi Yahudi kutsal metinleri dendiğinde
sadece Tevrat anlaşılmaz. Tevrat bunların içinde küçük bir bölümdür. Mesela
bizim tefsirlere benzeyen Talmut, en az Tevrat kadar kutsal ve rabbani bir kaynak
olarak görülür. Ayrıca Talmut’un Filistin Talmudu, Kudüs Talmudu ve Babil
Talmudu olmak üzere farklı versiyonları bulunmaktaydı. Bunlardan başka Ka’b’ın,
Tanah, Mişna, Neviim, Ketuvim, Gemara, Aggadik, Halakhik, Midraş, Tosefta gibi
kitabiyatın ne kadarına vakıf olduğunu bilmesek de söz konusu kitapların büyük
bir bölümü bunlar olmalıdır.
Onun
bu kaynaklardan bir kısmını iyi bildiği, dolayısıyla Arapça dışında İbranice
başta olmak üzere bölgenin hakim dillerine vakıf olduğu söylenebilir.
Ebu
Hüreyre örneğinde görüldüğü üzere Hz. Ömer tarafından, neredeyse aynı
ifadelerle, Ka’bu’l-Ahbar da ikaz edilmiş ve rivayet etmeyi bırakmazsa
Medine’den sürüleceği (Yemen’e geri gönderileceği) tehdidinde bulunulmuştur.
Klasik
dönem tefsirlerinin neredeyse tamamına yakını ondan açık ya da örtük bir
biçimde nakilde bulunması sadece tefsirle sınırlı değildir. Kab’ın etkisinin ne
denli büyük olduğu, dini ilimlerin tüm farklı branşlarında olduğu gibi, 16.
Yüzyıl düşünürü İbn Haldun’un onu kaynak kabul etmesinde de görülebilir.
Brockelman, Ka’b’ın kitap telif ettiğini söylemektedir. Fuat Sezgin ise Siretü’l-İskender ve mâ fîhâ mine’l-Acâib ve’l-Garâib adlı kitabın da içinde bulunduğu altı kitap ismi vermektedir.
***
Vehb b.
Münebbih (ö. 114/732) ve Hemmam b. Münebbih (ö. 132/750) kardeşler de tabiinin
önde gelen isimlerindendir. Babaları Habeşlilere karşı Yemenlilere yardım etmek
için İran’dan gelen askerlerden olup daha sonra buraya yerleşmiş ve Yemende
kalmıştır. Bu nedenle her ikisi de ebna’dan kabul edilmektedir.
Ebna, “çocuklar, oğullar” anlamına
gelmekte; İranlıların Yemen’e yerleştikten sonra burada Arap kadınlarla
evlenmesi sonucu doğan yüksek kültürlü çocuklarına verilen genel bir isimdir.
Hemmam,
Medine’ye geldiğinde Ebu Hüreyre’den hadis öğrenmiş daha sonra da bu
hadislerden bazılarının yer aldığı Sahifetü’s-sahiha
adında, günümüze ulaşan ilk yazılı hadis koleksiyonunun sahibidir. Eserin, hemşehrisi
Ebu Hureyre’den istinsah edilerek oluşturulduğu bilinmektedir. Ömrünün sonlarında
telif ettiği anlaşılan kitap, gözlerinin bozulması nedeniyle kardeşi Vehb ile
birlikte karşılıklı okuyarak meydana getirilmiştir.
İslam
tarihinde çok önemli bu eserin günümüze gelmesinde Mamer b. Raşid’in önemi
kadar onun öğrencisi Abdurrezzak b. Hemmam el-Himyeri’nin de Yemenli olması
tesadüfi değildir.
Hemmam’ın
literatürde ilk hadis kitabının sahibi olarak bilinmesine karşın kardeşi Vehb,
daha çok tarih konusunda otoriteydi. Özellikle peygamberler tarihi ve Yemen
tarihi başta olmak üzere kutsal kitaplar konusunda da bilgisi çoktu.
Kaynaklarda pek çok yabancı dil bildiği; Yunanca, Süryanice ve Himyeri dilleri
yanında hiç kimsenin okuyamadığı kadim metinleri okuyabiliyordu.
Tarihçi
Mesudi (ö. 345/956), Dımeşk mescidinde Yunanca yazılı bir taş levhanın
bulunduğunu, onu kimsenin okuyamaması üzerine Vehb b. Münebbih’in çağrıldığını
ve metni okuduğunu uzun uzun anlatmaktadır." (Mes'udi, Müruc, 3/131).
Vehb’in
de Ka’b gibi, kitaplarla arası çok iyiydi. Kaynaklarda 70 veya 93 kutsal kitabı
okuduğu söylenmektedir. Kardeşi Hemmam’ı Şam’a gönderip kitap satın aldırdığı
ve bunların bir kısmını Arapçaya bizzat kendisinin tercüme ettiği
bilinmektedir.
İçlerinde
en velut olanı o’ydu. Ona atfedilen pek çok kitaptan söz edilmektedir. Meğazi,
Tefsir, Mübteda, İsrailiyyat adlı kitapları bunlardan sadece bir kaçıdır.
Yemen tarihine ilişkin Ahbâru’l-mulûki’l-mütevvice min Himyer
adlı kitabı yanında özellikle Kader Kitabı isimli eseri nedeniyle işkence görmüş ve bunu neticesinde de hayatını kaybetmiştir.
İmanın
artıp eksilmesi, iman-amel ilişkisi ve özellikle kader konusu gibi yüksek
soyutlamayı gerektiren konularda imali fikr etmesi, kendisinden sonra Mutezile
başta olmak üzere pek çok farklı düşünceye sahip fırkanın çıkacağının adeta habercisi
olmuştur.
Kur’an’ın
yaratılması ve ilahi sıfatlar meselesi gibi itikadi konuları ilk tartışan
isimlerden Ca’d b. Dirhem (ö. 124/742)’in onun hakkında “Vehb’in dışında kimle karşılaştıysam
kader konusunda bana kızdı” (Zehebi, A'lam, 1/547) demesine bakılırsa, hem farklı düşünceye karşı sahip olduğu engin hoşgörü hem
de Arap toplumunun pek de alışık olmadığı konularda ilk düşünenlerden olduğu
sonucuna varılabilir.
Görüldüğü üzere söz konusu isimler kendi dönemleri içinde yüksek kültür sahibi kimseler olup ortak özellikleri Yemenli oluşlarıdır.
Bu isimlerin önemi
aynı zamanda hem ilk kitap telif eden hem de kadim dilleri bilen isimler olmalarıdır.
Ancak çok daha önemlisi bu isimlerin İsraili rivayetleri
nakletmeleri nedeniyle suçlanmalarıdır. Aslında bu suçlama, en temelde hepsine
yönelik ortak bir tutum olarak Yahudi asıllı olmaları ile ilişkilendirilmiştir.
Oysa bu iftiranın asıl nedeni dönemin yüksek kültür gerektiren konularda söz
söylemeleri olmalıdır.
Öncelikle
bilinmelidir ki İsrailiyat, hiç de sanıldığı ve sunulduğu gibi İslam’ı ve
Kuran’ı bozmak için içerden yapılan bir müdahale olmayıp, ümmi ve kültürsüz bir
toplumda, sözlü kültürden yazılı kültüre geçişin başlangıç evresinde bir
kültürleşme sürecinin en önemli enstrümanıdır. İsrailiyat adındaki tüm
olumsuzluğa rağmen tefsir ve hadis literatürü başta olmak üzere İslami
ilimlerin tamamına yakınını besleyen çok zengin bir literatürün adıdır. Bu
literatürün taşıyıcıları da Hicaz bölgesinden çıkanlar değil, Yemenden gelen ve
kültür düzeyleri her anlamda çok yüksek olan, Mekke ve Medinedekilerle asla
kıyas kabul etmen kimselerdir.
Aslında İsrailiyat geleneğin kendisidir ve kökleri İslam’dan öncesine
kadar uzanmaktadır.
Doğrusu
Kuran ve hadis başta olmak üzere İslami ilimleri besleyen en temelde iki
kaynağın varlığı asla inkâr edilemez: Bunlardan birincisi Cahiliye şiiri
denilen ve sınıflaması dilbilimsel alana ait ürünlerdir ki Kuran’ın ilk
tefsirlerinin çoğunun dilbilimsel (meanil-kuran, mecazü’l-kuran,
garibü’l-kuran) olması bu nedenledir. Diğeri ise üç kutsal dinin dayandığı
İbrahimi geleneğin malzemesi olan İsrailiyat’tır. Ne var ki bu iki
kaynaktan birincisine hiçbir itiraz gelmezken, özellikle modern dönemle birlikte
İsrailiyat hakkında dile getirilen eleştiriler dur durak bilmemiş, her türlü
tezviratın yapıldığı bir alan olmuştur. Oysa Kuran’ın ortaya çıktığı andan
itibaren hem Cahiliye şiiri hem de İsrailiyat aynı derecede önem
taşıyordu.
Mekke
ve Medine, Hz. Peygamberi ve onun hadisleri paranteze alınırsa geriye kültürel
anlamda pek bir şey kalmayan çorak bir iklimdir. Zaten Ehl-i hadis ya da daha
sonraki biçimiyle Selefiliğin kültür konusunda bir hassasiyete sahip olmaması
da kısmen bununla ilgilidir.
Ehl-i hadis’in öncü ismi Ahmed b. Hanbel (241/855)’e atfedilen şu meşhur sözde; İsrailiyata karşı belli bir çekincenin somutlaşmış hali kolaylıkla görülür:
- “Üç şeyin aslı (isnadı) yoktur: tefsir, melahim ve meğazi” (ثلاثة امور ليس لها اسناد، التفسير، والملاحم، والمغازي) sözü (İbn Teymiyye, Mukaddime, 59)
Melahim kıyamet alametleri veya kısaca gelecekte olacak olaylara ait rivayetler demektir ki tefsir ve meğazi/siyer ile birlikte bunların üçü de İsraili rivayetler olmadan kolay kolay anlaşılmaz. Dolayısıyla sözün muhatabı aslında büyük oranda Kabu’l-Ahbar ve Vehb b. Münebbih’tir.
Doğrusu
Ahmed b. Hanbel’e ait bu görüş tekil olmayıp ilk üç asır boyunca hadis ilmine
ait genel paradigmayı yansıtmaktadır. Üç asır boyunca ilim denildiğinde Hadis
ilmi anlaşılmıştır. Tefsir ve siyer bu nedenle ilim değildir, zaten fıkıh, kelam
ve tasavvufun daha sonra teşekkül ettiği düşünülürse hadis ilminin ne denli
önemli olduğu görülür.
Hadis
koleksiyonlarının tamamında yer alan Kitabu’l-ilim bölümleri bunu gösterdiği
gibi rıhletül-ilm, bir şehirden başka bir şehre yapılan ilim yolculuğu
aslında hadis almak ya da hadis toplamak anlamına geliyordu. Bu nedenle ehl-i hadis’in
tanımlamasıyla ilim, nakil (rivayet) veya daha spesifik olarak merfu,
mevkuf, maktu gibi türleriyle sadece ama sadece hadis ilmi demekti.
Başlangıçta Ahmed b. Hanbel’de belli belirsiz görülen
İsrailiyat karşıtlığı, özellikle ehl-i hadisi/selefiliği sistemleştiren İbn
Teymiyye (ö.728/1328 ) ve öğrencisi İbn Kesir (ö. 774/1373) dönemine
geldiğinde, daha sert bir tutuma dönüşmüş ve kelimenin terimleşmesi bu dönemde
olmuştur. Bunu İbn Kesir’in “Bu ümmetin, bu türden bilgilerin tek
bir harfine bile ihtiyaç yoktur.” (İbn Kesîr, Tefsîr, 4/18) sözünde
somut olarak görmek mümkündür.
Oysa İslam ilim tarihinde özellikle ilk birkaç
asır tefsir ve tarih (siyer) sahasında İsrailiyatın bir “ilim hazinesi” olarak algılandığı ve
kullanıldığı inkâr edilemez. İbn Teymiyye’den sonra uzun bir sessizliğe bürünen
İsrailiyat sorunu, modern döneme gelindiğinde bambaşka bir vadiye evrilmiştir.
Klasik dönem tefsir geleneğinde bir problem
olarak görülmeyen İsrailiyat, Mukatil-Taberi-Zemahşeri başta olmak üzere ne
klasik tefsirlerde ne de Zerkeşi ve Suyuti gibi ulumü’l-Kuran eserlerinde bile
bir terim olarak yer almazken, bu
konuda asıl büyük kopuş 19. Yüzyılın sonlarında olmuştur. Gelenekte
İbn Kesir dışında bu konuyu kesin olumsuzlayan müfessir yokken birdenbire ne olmuşsa olmuş
bu dönemde İsrailiyat karşısında büyük bir patlama yaşanmıştır.
Muhammed
Abduh (ö. 1905) ile başlayan bu süreçte, İsrailiyat karşısında alınan olumsuz tavır
öncekilere hiç benzememiş, ıslah ve tecdid adıyla toptan bir imha
hareketine dönüşmüştür. Abduh’un ardından öğrencisi Reşid Rıza ve Ahmet Emin
ile devam eden Menar çizgisi bir süre sonra M. Ebu Reyye, Derveze,
Şehhate, R. Na’na ile devam etmiş ve sonrasında ülkemiz de dahil tüm İslam
dünyasına bir virüs gibi yayılmıştır. Daha yakın dönem alimlerinden Muhammed
Zehebi ve İsmail Cerrahoğlu gibi isimler de bu kervana katılmıştır.
Eleştirilerin
odağında ise daima Ebu Hüreyre, Vehb b. Münebbih, Kabu’l-Ahbar ve Hemmam b.
Münebbih olmuştur. Bu isimler adeta şeytanlaştırılmış ve haklarında her türlü
tezvirat yapılmıştır.
Klasik
dönem de haklarında bir kısım eleştiriler ve tenkitler yapılsa da onlar hiçbir
zaman bu denli büyük bir kin ve öfkenin objesi olmamışlardır.
İsraili rivayetleri İslam’a sokmaları sebebiyle bu isimlerin İslam’ı bozmak için gizli birer casus ve ajan olduğu dile getirilmiş hatta Müslümanlıkları sorgulanarak gerçek olmadığı söylenmiştir. Siyasal İslamcılığın entelektüel taşıyıcılarının bu isimlere yönelik anakronik saptamaları, bir süre sonra genel bir kanıya dönüşmüş ve adı geçen bu isimlere yönelik; yalancı, Yahudi dönmesi, Siyonist, ajan, hain, İranlıların işbirlikçisi, Şii ve İslam’ı içten yıkmaya çalışanlar şeklindeki iftiralar artık kanıksanır ve yerleşik hale gelmiştir.
Bugün bile hala
Ebu Hüreyre hakkında Youtube kanallarında uygunsuz sözler söylenmeye
devam edilmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder