Ana içeriğe atla

Yemenli dört bilge

Yemende doğup büyümüş, hayatının büyük bir bölümünü orada yaşamış, İslam geldikten kısa bir süre sonra Yemen bölgesine intikal edince Müslüman olmuş bu dört isim şunlardır:

Ebu Hüreyre

Hemmam b. Münebbih

Vehb b. Münebbih

Kabu’l-Ahbar

Niçin başkası değil de bu isimler?

Bu isimleri seçme nedeni, Yemenli başka isim olmadığından değildir. Elbette başka isimler de var. Ancak birazdan görüleceği üzere, Hz. Peygamberin vefatının hemen ardından başlayan tarihi süreçte, İslam kültür mirasının neredeyse tamamına yakını bu dört isim tarafından belirlenmiştir. Bu nedenle de İslam geldiğinde Yemen’in Arap yarımadasındaki yaşamsal önemi gösterilmek istenmiştir.

***

Dört sahabi

Dört tabiin

Dört alim

Dört bilgin

Niçin bu tanımlamalar değil de dört bilge denirse, doğrusu Yemenli olmalarının dışında; alim, muhaddis, müfessir, bilgin, sahabi, tabiin vb. sıfatların hiçbirisi bu isimleri ortak bir terim altında birleştiren nitelemeler değildir.

Bu nedenle başlıkta kullanılan bilge tabiri tercih edilmiştir.

Bilgi, bilgin ve bilge kelimeleri aynı kökten gelse de özellikle bilgin ile bilge arasında kesin bir ayırım gözetilir. Gelenek, bilgin’i alim karşılığında bilge’yi ise arif karşılığında kullanmıştır. Ancak bu ayırım bizim açımızdan yeterli değildir. Özellikle bilge daha sofistike anlamıyla farklı çağrışımlara sahip olup kelimenin kökenine inmek gerekmektedir.

Felsefe (philosophia) kelimesinin de kökeninde bulunan bilge, Antik Yunan’da, sophos kelimesiyle ifade ediliyordu. Sofistler zaten bir filozof türünün adı değil daha çok söz (retorik) ustalarına verilen bir isimdi. Yani bilge, epistemolojik temelli bilgiye dayalı olmaktan çok, bir işte hüner ve ustalık sahibi olmak anlamına geliyordu.

Bilgeliği söz ve konuşma yetisi ile ilişkilendiren Platon (ö. MÖ. 347), Kritias Kharmides diyaloğunda (MEB, s. 8); ruh ve beden ilişkisinde ruhun bir yetisi olarak nutkiyeti (söz/konuşma) bir bilgelik türü olarak tanımlamaktaydı.

Kelimenin (sophos) İslam dünyasındaki izleği, felasife tabirinin olumsuz çağrışımları nedeniyle, Kur’an temelli hikmet-hakim-hükema ifadeleriyle karşılandı.

Feylosof kelimesi daha çok felsefe ile uğraşanları nitelerken, hakim kelimesi daha geniş erimli olarak bilge karşılığında kullanıldı.

Bu girişi yapmak zorunda kalmamızın nedeni, bilgiçlik yapmak değil, başlıktaki “Yemenli dört bilge” ifadesinden maksat ve meramımızı daha açık kılmak içindir.

Bu nedenle sözlü kültürün hala egemen olduğu 8. Yüzyıl Mekke ve Medinesinde tefsir ve hadis menkulâtının çok büyük bir bölümünün taşıyıcısı olan yukarıdaki isimler hem söz ustası olmaları hem de devrinin yüksek kültürlü kimseleri olmaları nedeniyle bilge olarak nitelenmişlerdir.

***

Yaklaşık hepsi aynı dönemde yaşamış bu dört isimden ikisi sahabi ikisi de tabiinin önde gelen isimlerindendir.

Ebu Hüreyre ve Hemmam b. Münebbih hadis sahasında.

Kabu’l-Ahbar ve Vehb b. Münebih ise tefsirde.

Hiçbiri Kureyşli değildir. Dolayısıyla Mekkeli ve Medineli de değildir.

İslam’ın siyasal tarihinde dört halifenin konumu ne ise kültür tarihinde de taşıyıcı birer figür olmaları nedeniyle bu isimlerin konumu aynıdır.

Aşağıda tek tek ele alındığında görüleceği gibi bu isimlerden ikisi hadisçi olarak tanınmış, diğer ikisi de tefsirde vazgeçilmez isimler olarak bu sahanın otoriteleri olarak algılanmıştır. Yani buna göre İslam’ın en temel iki metninden Kuran ve Hadis sahasında gelen bilgilerin çok büyük bir bölümü bu isimler üzerinden intikal etmiştir.

Bunların sahip oldukları derin müktesebat dikkate alınmadan, Kuran ve Hadis başta olmak üzere İslami ilimler üzerine konuşmak çok zordur.

****

İtiraf etmek gerekirse bu isimlerin hepsi hakkında oldukça büyük spekülasyonlar yapılmış, özellikle modern dönemle birlikte siyasal İslam’ın restorasyon sürecinde hedef tahtasına konulmuş ve haklarında oldukça büyük bir menfi propaganda yapılmıştır.

Bu eleştirilerin ana nedeni iki noktada toplanmaktadır: Birincisi sahip oldukları yüksek kültür nedeniyle Yemenli kimliklerinde, diğeri ve daha önemlisi ise İsrailiyatı İslam dinine sokmak ve onu içiten tahrip etme ithamındadır.

***

Ebu Hüreyre (ö. 58/678), Hicretin 7. senesinde Müslüman olmuş, sonrasında çok uzun yıllar (yarım asır) yaşamış, bu süreçte başta Medine mescidi olmak üzere gittiği her yerde hadis rivayet etmiş, sahabe ve tabiinden yüzlerce isim (kaynaklar isim isim 800 kişinin adını vermektedir. Tehzib 12/265) kendisinden hadis nakletmiş ve Peygamberin “Devsli (Yemenli) çocuk!” dediği bir sahabidir.

 Hadis literatüründe “çok hadis rivayet eden” (müksirun/iksaru’l-hadis) biri olarak bilinen Ebu Hüreyre bunun nedenini peygamberden hiç ayrılmamasıyla açıklamaktadır ki burada kültürün, sözün taşınması ile meydana geldiğine dikkat edilmelidir. Ayrıca onun bunca hadis rivayet ederken, özellikle ezoterik (gizemli) bilgiler içeren malumata sahip olduğunu ima eden rivayetleri, dönemsel şartların bir neticesi olarak onun yüksek kültür düzeyine de işaret eder. Mesela bu sözlerden birinde o şöyle demektedir:

      •         “Peygamberden beş kap (ilim) ezberledim. Bunlardan ikisini açıkladım, üçüncüsünü açıklasaydım beni taşlardınız.” (حفظت من رسول الله صعلم خمسة جرب، فاخرجت منها جرابين ولو اخرجت الثالث ارجمتموني بالحجارة) (Ebu Nuaym, Hilye, 1/381).

Adında yer alan “kediciklerin babası” ifadesi, onun kedilerle oyun oynaması nedeniyle verilse de bu istisnai bir durum değildir; “bir kediyi aç bırakarak ölümüne sebep olan kadının cehenneme gireceğinden” bahseden hadisin (Müslim, Selam 40) ona atfedilmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Hayvan sevgisi salt kedilerle sınırlı olmayıp, köpeklere de ilgisi olduğu anlaşılmaktadır. Çağını aşan bu hassasiyet, Müslüman olmayan annesine karşı aşırı düşkünlüğü, şakadan hoşlanması, etrafındakileri nüktedanlığı ile uyarması onun şehirli kimliğine işaret eder.

Farsça ve Habeş dillerini bildiği ayrıca Hristiyan kutsal metni İncil’e de vakıf olduğu, şahsi bir kütüphanesinin bulunduğu, bunların içinde de kendi eserlerinin yer aldığından söz edilmektedir. (Hamidullah, Hemmam b. Münebbih’in Sahifesi, s. 46, 49).

Hakkında mürsel hadise sıkça başvurduğu, tedlis yaptığı, rivayetlerde isnat zincirinden isim düşürdüğü gibi bir kısım haklı eleştiriler yapılsa da aslında ona yönelik saldırıların temelinde, birazdan görüleceği üzere, hadise İsrailiyatı soktuğu yönündeki yersiz ve insafsız eleştiriler yatmaktadır.

Ona yönelik sahabe döneminde de bir kısım eleştirilerin varlığı bilinmektedir. Ancak bunlar modern dönem eleştirilerinden mahiyet olarak farklıdır. Mesela Hz. Ömer’in, çok hadis rivayet etmekten vazgeçmediği takdirde kendisini geldiği yere, Yemen’e geri göndermekle tehdit etmesi ilginç olduğu kadar, aslında kendisiyle amel edilmeyen sözlerin nakledilmesine yönelik bir tedbir olarak da yorumlanabilir. Ne var ki kültür dediğimiz şey her türlü sözün serbestçe dolaşımda olmasıyla oluşur.

Kendisi de bir hadis ravisi olan Hz. Aişe’nin eleştirilerine verdiği cevap ise onun bilge’liğinin bir göstergesi olması itibariyle birinci sınıftır:

      • “Anacığım sen, ayna ve sürme işleri ile uğraşırken benim böyle bir meşguliyetim hiç olmadı.” (يا اماه! طلبتها وشغلك عنها المرآة ولا المكحلة وما كان يشغلني عنها شيئ ). (İbn Sa’d, 2/314).

***

İkinci isim Ka’bu’l-Ahbar (ö. 32/652)’dır. O da Ebu Hüreyre gibi çok uzun bir süre yaşamıştır. Öldüğünde 104 yaşındaydı. Adında geçen Ahbar ifadesi İbranice haver’den gelen habr veya hibr kelimesinin çoğulu olup bilge anlamına da gelir. 

Peygamber öldüğünde 65 yaşlarındaydı. Yani O’ndan yaşça büyüktür. Ancak Müslüman olması Yemen’in tamamen Müslümanların eline geçmesinden sonradır.

Babası bir devrinin alimlerinden bilinmektedir.  Bizzat kendisinin yazdığı Tevrat’ı oğluna verdiği ve onun Tevrat konusunda yetkinleşmesini istediği, bu nedenle ölmeden önce diğer tüm kitaplarını bir dolaba kitleyip sakladığına bakılırsa entelektüel seviyesi yüksek bir ailede yetişmişti.

Babasından devraldığı bu kitapların ne olduğu bilinmiyor.

Ancak tahmin etmek zor değil. Bilindiği gibi Yahudi kutsal metinleri dendiğinde sadece Tevrat anlaşılmaz. Tevrat bunların içinde küçük bir bölümdür. Mesela bizim tefsirlere benzeyen Talmut, en az Tevrat kadar kutsal ve rabbani bir kaynak olarak görülür. Ayrıca Talmut’un Filistin Talmudu, Kudüs Talmudu ve Babil Talmudu olmak üzere farklı versiyonları bulunmaktaydı. Bunlardan başka Ka’b’ın, Tanah, Mişna, Neviim, Ketuvim, Gemara, Aggadik, Halakhik, Midraş, Tosefta gibi kitabiyatın ne kadarına vakıf olduğunu bilmesek de söz konusu kitapların büyük bir bölümü bunlar olmalıdır.

Onun bu kaynaklardan bir kısmını iyi bildiği, dolayısıyla Arapça dışında İbranice başta olmak üzere bölgenin hakim dillerine vakıf olduğu söylenebilir. 

Ebu Hüreyre örneğinde görüldüğü üzere Hz. Ömer tarafından, neredeyse aynı ifadelerle, Ka’bu’l-Ahbar da ikaz edilmiş ve rivayet etmeyi bırakmazsa Medine’den sürüleceği (Yemen’e geri gönderileceği) tehdidinde bulunulmuştur.

Klasik dönem tefsirlerinin neredeyse tamamına yakını ondan açık ya da örtük bir biçimde nakilde bulunması sadece tefsirle sınırlı değildir. Kab’ın etkisinin ne denli büyük olduğu, dini ilimlerin tüm farklı branşlarında olduğu gibi, 16. Yüzyıl düşünürü İbn Haldun’un onu kaynak kabul etmesinde de görülebilir.

Brockelman, Ka’b’ın kitap telif ettiğini söylemektedir. Fuat Sezgin ise Siretü’l-İskender ve mâ fîhâ mine’l-Acâib ve’l-Garâib adlı kitabın da içinde bulunduğu altı kitap ismi vermektedir.

***

Vehb b. Münebbih (ö. 114/732) ve Hemmam b. Münebbih (ö. 132/750) kardeşler de tabiinin önde gelen isimlerindendir. Babaları Habeşlilere karşı Yemenlilere yardım etmek için İran’dan gelen askerlerden olup daha sonra buraya yerleşmiş ve Yemende kalmıştır. Bu nedenle her ikisi de ebna’dan kabul edilmektedir. 

Ebna, “çocuklar, oğullar” anlamına gelmekte; İranlıların Yemen’e yerleştikten sonra burada Arap kadınlarla evlenmesi sonucu doğan yüksek kültürlü çocuklarına verilen genel bir isimdir.

Hemmam, Medine’ye geldiğinde Ebu Hüreyre’den hadis öğrenmiş daha sonra da bu hadislerden bazılarının yer aldığı Sahifetü’s-sahiha adında, günümüze ulaşan ilk yazılı hadis koleksiyonunun sahibidir. Eserin, hemşehrisi Ebu Hureyre’den istinsah edilerek oluşturulduğu bilinmektedir. Ömrünün sonlarında telif ettiği anlaşılan kitap, gözlerinin bozulması nedeniyle kardeşi Vehb ile birlikte karşılıklı okuyarak meydana getirilmiştir.

İslam tarihinde çok önemli bu eserin günümüze gelmesinde Mamer b. Raşid’in önemi kadar onun öğrencisi Abdurrezzak b. Hemmam el-Himyeri’nin de Yemenli olması tesadüfi değildir.

Hemmam’ın literatürde ilk hadis kitabının sahibi olarak bilinmesine karşın kardeşi Vehb, daha çok tarih konusunda otoriteydi. Özellikle peygamberler tarihi ve Yemen tarihi başta olmak üzere kutsal kitaplar konusunda da bilgisi çoktu. Kaynaklarda pek çok yabancı dil bildiği; Yunanca, Süryanice ve Himyeri dilleri yanında hiç kimsenin okuyamadığı kadim metinleri okuyabiliyordu.

Tarihçi Mesudi (ö. 345/956), Dımeşk mescidinde Yunanca yazılı bir taş levhanın bulunduğunu, onu kimsenin okuyamaması üzerine Vehb b. Münebbih’in çağrıldığını ve metni okuduğunu uzun uzun anlatmaktadır." (Mes'udi, Müruc, 3/131).

Vehb’in de Ka’b gibi, kitaplarla arası çok iyiydi. Kaynaklarda 70 veya 93 kutsal kitabı okuduğu söylenmektedir. Kardeşi Hemmam’ı Şam’a gönderip kitap satın aldırdığı ve bunların bir kısmını Arapçaya bizzat kendisinin tercüme ettiği bilinmektedir.

İçlerinde en velut olanı o’ydu. Ona atfedilen pek çok kitaptan söz edilmektedir. Meğazi, Tefsir, Mübteda, İsrailiyyat adlı kitapları bunlardan sadece bir kaçıdır. Yemen tarihine ilişkin Ahbâru’l-mulûki’l-mütevvice min Himyer adlı kitabı yanında özellikle Kader Kitabı isimli eseri nedeniyle işkence görmüş ve bunu neticesinde de hayatını kaybetmiştir.

İmanın artıp eksilmesi, iman-amel ilişkisi ve özellikle kader konusu gibi yüksek soyutlamayı gerektiren konularda imali fikr etmesi, kendisinden sonra Mutezile başta olmak üzere pek çok farklı düşünceye sahip  fırkanın çıkacağının adeta habercisi olmuştur.

Kur’an’ın yaratılması ve ilahi sıfatlar meselesi gibi itikadi konuları ilk tartışan isimlerden Ca’d b. Dirhem (ö. 124/742)’in onun hakkında “Vehb’in dışında kimle karşılaştıysam kader konusunda bana kızdı” (Zehebi, A'lam, 1/547) demesine bakılırsa, hem farklı düşünceye karşı sahip olduğu engin hoşgörü hem de Arap toplumunun pek de alışık olmadığı konularda ilk düşünenlerden olduğu sonucuna varılabilir.

 ***

 Görüldüğü üzere söz konusu isimler kendi dönemleri içinde yüksek kültür sahibi kimseler olup ortak özellikleri Yemenli oluşlarıdır.

 

Bu isimlerin önemi aynı zamanda hem ilk kitap telif eden hem de kadim dilleri bilen isimler olmalarıdır.

 

Ancak çok daha önemlisi bu isimlerin İsraili rivayetleri nakletmeleri nedeniyle suçlanmalarıdır. Aslında bu suçlama, en temelde hepsine yönelik ortak bir tutum olarak Yahudi asıllı olmaları ile ilişkilendirilmiştir. Oysa bu iftiranın asıl nedeni dönemin yüksek kültür gerektiren konularda söz söylemeleri olmalıdır.

 

Öncelikle bilinmelidir ki İsrailiyat, hiç de sanıldığı ve sunulduğu gibi İslam’ı ve Kuran’ı bozmak için içerden yapılan bir müdahale olmayıp, ümmi ve kültürsüz bir toplumda, sözlü kültürden yazılı kültüre geçişin başlangıç evresinde bir kültürleşme sürecinin en önemli enstrümanıdır. İsrailiyat adındaki tüm olumsuzluğa rağmen tefsir ve hadis literatürü başta olmak üzere İslami ilimlerin tamamına yakınını besleyen çok zengin bir literatürün adıdır. Bu literatürün taşıyıcıları da Hicaz bölgesinden çıkanlar değil, Yemenden gelen ve kültür düzeyleri her anlamda çok yüksek olan, Mekke ve Medinedekilerle asla kıyas kabul etmen kimselerdir.

Aslında İsrailiyat geleneğin kendisidir ve kökleri İslam’dan öncesine kadar uzanmaktadır.

Doğrusu Kuran ve hadis başta olmak üzere İslami ilimleri besleyen en temelde iki kaynağın varlığı asla inkâr edilemez: Bunlardan birincisi Cahiliye şiiri denilen ve sınıflaması dilbilimsel alana ait ürünlerdir ki Kuran’ın ilk tefsirlerinin çoğunun dilbilimsel (meanil-kuran, mecazü’l-kuran, garibü’l-kuran) olması bu nedenledir. Diğeri ise üç kutsal dinin dayandığı İbrahimi geleneğin malzemesi olan İsrailiyat’tır. Ne var ki bu iki kaynaktan birincisine hiçbir itiraz gelmezken, özellikle modern dönemle birlikte İsrailiyat hakkında dile getirilen eleştiriler dur durak bilmemiş, her türlü tezviratın yapıldığı bir alan olmuştur. Oysa Kuran’ın ortaya çıktığı andan itibaren hem Cahiliye şiiri hem de İsrailiyat aynı derecede önem taşıyordu.

Mekke ve Medine, Hz. Peygamberi ve onun hadisleri paranteze alınırsa geriye kültürel anlamda pek bir şey kalmayan çorak bir iklimdir. Zaten Ehl-i hadis ya da daha sonraki biçimiyle Selefiliğin kültür konusunda bir hassasiyete sahip olmaması da kısmen bununla ilgilidir.

Ehl-i hadis’in öncü ismi Ahmed b. Hanbel (241/855)’e atfedilen şu meşhur sözde; İsrailiyata karşı belli bir çekincenin somutlaşmış hali kolaylıkla görülür:

      • “Üç şeyin aslı (isnadı) yoktur: tefsir, melahim ve meğazi” (ثلاثة امور ليس لها اسناد، التفسير، والملاحم، والمغازي) sözü (İbn Teymiyye, Mukaddime, 59) 

Melahim kıyamet alametleri veya kısaca gelecekte olacak olaylara ait rivayetler demektir ki tefsir ve meğazi/siyer ile birlikte bunların üçü de İsraili rivayetler olmadan kolay kolay anlaşılmaz.  Dolayısıyla sözün muhatabı aslında büyük oranda Kabu’l-Ahbar ve Vehb b. Münebbih’tir.

Doğrusu Ahmed b. Hanbel’e ait bu görüş tekil olmayıp ilk üç asır boyunca hadis ilmine ait genel paradigmayı yansıtmaktadır. Üç asır boyunca ilim denildiğinde Hadis ilmi anlaşılmıştır. Tefsir ve siyer bu nedenle ilim değildir, zaten fıkıh, kelam ve tasavvufun daha sonra teşekkül ettiği düşünülürse hadis ilminin ne denli önemli olduğu görülür.

Hadis koleksiyonlarının tamamında yer alan Kitabu’l-ilim bölümleri bunu gösterdiği gibi rıhletül-ilm, bir şehirden başka bir şehre yapılan ilim yolculuğu aslında hadis almak ya da hadis toplamak anlamına geliyordu. Bu nedenle ehl-i hadis’in tanımlamasıyla ilim, nakil (rivayet) veya daha spesifik olarak merfu, mevkuf, maktu gibi türleriyle sadece ama sadece hadis ilmi demekti.

 Başlangıçta Ahmed b. Hanbel’de belli belirsiz görülen İsrailiyat karşıtlığı, özellikle ehl-i hadisi/selefiliği sistemleştiren İbn Teymiyye (ö.728/1328 ) ve öğrencisi İbn Kesir (ö. 774/1373) dönemine geldiğinde, daha sert bir tutuma dönüşmüş ve kelimenin terimleşmesi bu dönemde olmuştur. Bunu İbn Kesir’in “Bu ümmetin, bu türden bilgilerin tek bir harfine bile ihtiyaç yoktur.” (İbn Kesîr, Tefsîr, 4/18) sözünde somut olarak görmek mümkündür.

Oysa İslam ilim tarihinde özellikle ilk birkaç asır tefsir ve tarih (siyer) sahasında İsrailiyatın  bir “ilim hazinesi” olarak algılandığı ve kullanıldığı inkâr edilemez. İbn Teymiyye’den sonra uzun bir sessizliğe bürünen İsrailiyat sorunu, modern döneme gelindiğinde bambaşka bir vadiye evrilmiştir.

Klasik dönem tefsir geleneğinde bir problem olarak görülmeyen İsrailiyat, Mukatil-Taberi-Zemahşeri başta olmak üzere ne klasik tefsirlerde ne de Zerkeşi ve Suyuti gibi ulumü’l-Kuran eserlerinde bile bir terim olarak yer almazken, bu konuda asıl büyük kopuş 19. Yüzyılın sonlarında olmuştur. Gelenekte İbn Kesir dışında bu konuyu kesin olumsuzlayan müfessir yokken birdenbire ne olmuşsa olmuş bu dönemde İsrailiyat karşısında büyük bir patlama yaşanmıştır.

Muhammed Abduh (ö. 1905) ile başlayan bu süreçte, İsrailiyat karşısında alınan olumsuz tavır öncekilere hiç benzememiş, ıslah ve tecdid adıyla toptan bir imha hareketine dönüşmüştür. Abduh’un ardından öğrencisi Reşid Rıza ve Ahmet Emin ile devam eden Menar çizgisi bir süre sonra M. Ebu Reyye, Derveze, Şehhate, R. Na’na ile devam etmiş ve sonrasında ülkemiz de dahil tüm İslam dünyasına bir virüs gibi yayılmıştır. Daha yakın dönem alimlerinden Muhammed Zehebi ve İsmail Cerrahoğlu gibi isimler de bu kervana katılmıştır.

Eleştirilerin odağında ise daima Ebu Hüreyre, Vehb b. Münebbih, Kabu’l-Ahbar ve Hemmam b. Münebbih olmuştur. Bu isimler adeta şeytanlaştırılmış ve haklarında her türlü tezvirat yapılmıştır.

Klasik dönem de haklarında bir kısım eleştiriler ve tenkitler yapılsa da onlar hiçbir zaman bu denli büyük bir kin ve öfkenin objesi olmamışlardır.

İsraili rivayetleri İslam’a sokmaları sebebiyle bu isimlerin İslam’ı bozmak için gizli birer casus ve ajan olduğu dile getirilmiş hatta Müslümanlıkları sorgulanarak gerçek olmadığı söylenmiştir. Siyasal İslamcılığın entelektüel taşıyıcılarının bu isimlere yönelik anakronik saptamaları, bir süre sonra genel bir kanıya dönüşmüş ve adı geçen bu isimlere yönelik; yalancı, Yahudi dönmesi, Siyonist, ajan, hain, İranlıların işbirlikçisi, Şii ve İslam’ı içten yıkmaya çalışanlar şeklindeki iftiralar artık kanıksanır ve yerleşik hale gelmiştir.

Bugün bile hala Ebu Hüreyre hakkında Youtube kanallarında uygunsuz sözler söylenmeye devam edilmektedir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...