Orta Çağ boyunca, sadece İslam değil bütün dinler açısından mabet, şehrin merkeziydi. Yeni Çağ ile birlikte pek çok şey değiştiği gibi doğal ve toplumsal düzen de değişti. Fransız ihtilali, kilisenin tamamen toplum dışına itilmesiyle neticelendi. Ama bu gelişme ihtilalden çok önce başlamıştı, Kopernik (ö. 1543), Kepler (ö. 1630), Galileo (ö. 1642) ve Newton (ö. 1727) gibi bilim adamlarının öncülüğünde doğa fiziğinin değişmesi, zorunlu olarak toplumsal ve siyasal değişmeleri de beraberinde getirdi.
Sürecin
temelinde dünyanın döndüğü yer alıyordu. Asırlar boyu; dünyanın sabit olduğu, hareket
etmediği, öylece yerinde durduğu varsayılıyordu. Ama Galileo ile birlikte artık
dünya dönüyordu. Değişen fizik karşısında kilise ve din adamları fazla
dayanamadı, dayanamazdı da. Sadece Hristiyanlık değil, Yahudilik ve
Müslümanlığın doğa ve toplum tasarımı aynı fizik kanunlarına tabi olduğundan
onlar için de benzer bir durum kaçınılmazdı.
Böylece
kilise, havra ve camii gibi tüm ibadet mekanları, değişen dünyanın fizik
yasaları ile toplumun merkezinden uzaklaşmaya başladı. Avrupa’da çok önceleri
başlayan bu değişim ve dönüşüm, ne yazık ki bizde çok geç oldu. 20. Yüzyılı
buldu.
Sonra ne mi oldu? 21. Yüzyılın başında bu anlayış yeniden hortladı.
Oysa
19. yüzyıl Osmanlı padişahları durumun farkındaydılar ve buna göre de tavır almışlardı. Ne demek istediğimizi birazdan açıklayacağız.
***
Bilenler
bilir, Beyoğlu’nun göbeğinde asırlardır varlığını sürdüren küçük, mütevazi,
kendi halinde hoş bir camii var: Ağa Camii.
Çocukluğumun
geçtiği 70’lerde bu caminin Beyoğlu’nun merkezi olduğunu sanırdım. Okuduğum
okul caminin karşı sokağında yer alıyordu. Okul çıkışı mutlaka önünden
geçer, bazen Şadırvanda biraz oylanır ve sonra eve giderdim.
Okulda
dönem ödevi olarak, benim payıma nedense Ağa cami düşmüştü. O yıllarda,
cumhuriyetin camileri kapattığı, bazılarını ahır ve mezbelelik olarak
kullandığı dolaşımdaydı ve bir kısım merkezler tarafından bu düşünce sürekli empoze
ediliyordu. Oysa işgal yıllarında Osmanlı hükümetince gözden çıkarılan,
bakımsız harap haldeki Beyoğlu (Hüseyin) Ağa Camii, Atatürk’ün ölümüne yakın bir zamanda onun tarafından bizzat onarılıp ibadete hazır hale getirilmişti. Bunu öğrendiğimde
hayli şaşırmıştım.
Beyoğlu’nun
hızlı temposu içinde; bir durağanlık, sükûnet ve huzura eşlik eden caminin, caddenin
asla merkezinde yer almadığı, alamayacağını ise çok sonraları fark edecektim.
Taksim
meydanından Tünele varıncaya kadar İstiklal caddesi üzerinde Ağa camiinden
başka hiçbir Müslüman mabedi yer almaz. Sonraki yüzyıllarda da buraya hiç cami
yaptırılmamış. Dahası Ağa Camii’nden 600-700 metre ilerde caddenin solunda yer
alan St. Antuan Katolik Kilisesi’nin monumental özelliği hatırlanınca bunun
bilinçli bir tercih olduğu hemen farkedilir.
Hülasa, Ağa
camii bir zamanlar merkezdeydi. Ancak 19. Yüzyıl’a gelindiğinde, Beyoğlu yüksek
apartmanlar, mağazalar, alış-veriş merkezleri, büyük salonlar ile tıklım tıklım
dolmaya başlayınca, Ağa Camii o küçük yapısıyla daha da küçüldü ve varlığı ile
yokluğu arasında neredeyse pek bir fark kalmadı.
Oysa
bu yüzyılda, Osmanlı, dünyaya ayak uydurabilmek, her anlamda değişen dünyadan
kopmamak için üst üste büyük hamleler yapıyordu. Bu hamlelerden biri de
İstanbul’un dört bir yanını camilerle donatıyordu: Mesela bu
camiler arasında özellikle Nuruosmaniye camii 1755 yılında, Tophanedeki Nusretiye
camii 1826 yılında, Ortaköy camii 1854 yılında, Dolmabahçe camii 1855 yılında, Yıldız camii 1885 yılında birbirine yakın zamanlarda yapılmıştı.
Çoğu
zaman Batılılaşmanın ürünü olarak aşağılanan bu camiler aslında hiç de iddia
edildiği gibi Batılılaşmanın değil belki zorunlu bir mornleşmenin ürünü olarak İstanbul'un değişik bölgelerine yapılmıştı.
Bu camiler, klasik Osmanlı camilerinden farklıydı. Bir defa Süleymaniye, Fatih,
Sultanahmet camileri gibi monümental karakteri çok baskın değildi. Mimari tasarımını
Ermeni Balyan ailesinin yaptığı bu camiler yeni bir aksı yansıtıyordu. Saraya yakın, merkezi camilerin aksine, daha merkezi olmayan bölgelere
yapılmıştı.
İşin en ilginç yanı, İstanbul’un farklı bölgelerine bunca camii yapılmasını sağlayan, 19.
Yüzyılda tahta oturan Osmanlı padişahlarından hiçbiri, o dönemdeki adıyla
Pera’ya da bir camii yapmayı düşünmediler. Ağa Caminin varlığıyla yetindiler.
Niçin?
Kuşkusuz bunun nedenlerinden biri padişahların sanat ve estetik anlayışları ise diğeri de değişen ve dönüşen dünyaya ayak uydurma çaba ve isteğiydi. Tüm istedikleri Pera (Beyoğlu)’yı, 19. Yüzyıl dünyasının önemli bir cazibe merkezi yapma konusundaki kararlı tutumlarıydı. Gerçekten de Pera bu yüzyılda, yerli ve yabancı seyyahların gözlemleriyle, modern dünyanın en önemli kentlerinden biri haline gelmişti.
Tanzimat
yöneticileri biliyorlardı ki mabet artık şehrin merkezinde değildi. Fransız
Devrimi sonrası gelişmelerin dünyayı kasıp kavurduğunu, artık eski dünyanın
muhal olduğunu, yepyeni bir dünyanın başladığını görüyorlardı. Bu nedenle
Beyoğlu’na yeni bir camii yapmayı düşünmediler.
Peki
sonra ne mi oldu?
Hiçbir
Osmanlı padişahının düşünmediği yere, Pera’nın başladığı noktaya, yeni
Osmanlıcılar (!) tarafından Taksim Camii bir oldu-bittiye getirilerek sonunda dikiliverdi. Hem de tüm
itirazlara ve karşı koymalara rağmen. Oysa (bir varsayım olarak) eğer
hanedanlık yıkılmamış olsaydı, bu hanedan üyelerinden biri 2000’li yılların
Türkiye’sinin başında hala kalmaya devam etseydi, değil Taksim meydanına, Çamlıca’nın
tepesine de bir cami dikilmesine asla izin vermezlerdi.
Osmanlı
padişahları, daha az ya da daha çok dindar olduklarından değil, sanat ve
estetik anlayışlarının bir gereği olarak böyle davranırlardı. Simgesel değeri
dışında, doğa ve toplumla uyumsuz ve hiçbir estetik özelliği olmayan bu grotesk
yapıları yapmaz, yaptırmaz, yapana da kesinlikle izin vermezlerdi.
Oysa
bugünkü yöneticiler, cami merkezli şehir anlayışında ısrar ediyorlar.
Peki
bu mümkün mü?
Bu iddialı yargı, farklı yönlerden açıklanabilirse de biz sadece üç bilim
dalından vereceğimiz örnekle bunu göstermeye çalışacağız: Tarih, Coğrafya ve
Sosyoloji.
Önce
sosyolojiden başlayalım.
Diyanet İşleri
Başkanlığının 2024 verilerine göre Türkiye genelinde camii sayısı yüz bine
varmak üzeredir. Yaklaşık 80 milyonu geçmiş bir ülkenin kaba bir tasnifle
yarısının kadınlardan oluştuğu ve bu kadınların da hiçbirinin camiye gitmediği,
gidemediği dikkate alınırsa söz konusu projenin hayata geçirilme şansının
olmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Bazı
antropologlara göre; uygarlığı meydana getiren kadın, aynı zamanda şehrin de
mimarıdır. Çünkü en ilkel dönemlerden bu yana "ev" denilen mekan
nihayetinde kadının ilk mimarlık yapıtıdır ve şehir de zaten evlerin bir araya
gelmesinden oluşur.
Peki bugün
kadın ve mabet arasındaki bu onulmaz çelişki, eskiden de böyle miydi?
Tabii ki hayır.
Caminin merkezde olduğu Orta Çağ’da kadınların mabet ile yoğun bir ilişkisi vardı. Merkezin camii olduğu dönemde, camilerin hemen yanı başında yer
alan türbelere gidenler kesinlikle erkekler değildi, hepsi kadındı. Bugün bile
hala böyledir, türbelerin en sıkı takipçileri kadınlardır. Kimi evde kalmış
kızına kısmet aramak, kimi hastasına şifa için türbelere akın etmektedir. Oruç
baba, Hırka-i Şerif, Somuncu baba türbelerinin bugün bile camilerden daha
fonksiyonel olması bu yüzdendir.
Neticede kadını
dışlayan hiçbir inanç, gelenek, din, cemaat, toplum merkezde o-la-maz.
***
İkinci olarak
tarih ve coğrafya bilgisi de bu anlayışı olumlamaz.
Coğrafyayı (mekanı)
değerli kılan tarih (zaman)’dir. Bu yönüyle mezar ve mezarlıklar hem
coğrafyanın hem de tarihin konusudur.
Toplumsal
hafızamızda yer alan “ecdadın kemikleri sızlıyor” sözü, kullanım değeri
çok yüksek bir ifade biçimi olarak Türk kültürünün kodlarını yansıtır:
Ecdat, kemikler ve sızı.
Kimliğimizi ifşa eden bu üç kelimeden ecdad'ı tarih ile, kemikler'i mezar ve mezarlıklar dolayısıyla coğrafya ile kolayca irtibatlandırabiliriz. Sızı ise burada sadece irrasyonal ve duygusal bir bağdır sadece. Oysa modern toplum rasyoneldir. Böyle de olmak zorundadır.
Biraz daha
ilerleyelim.
Caminin
merkezde olduğu dönemlerde ona illaki bir mezarlık eşlik ederdi. Kabe’de Hz. İsmail’in mezarı. Medine’de Hz.
Peygamber’in kabri. Kudüs’te ise Mescid-i Aksa’da yatan Hz. Davut ve Hz.
Süleyman’ın mezarları hatırlanmalıdır.
Bu genel kural
sadece dinsel merkezler için geçerli değildir. Mabet ve mezar ilişkisi evrenseldir. Eyüp, Fatih,
Süleymaniye de böyledir. Üstelik sadece selatin camiler değil, pek çok camide
bizzat banisinin mezarı bulunmaktadır.
Peki ya bugün?
Yapılan onlarca
camiinin hangisinde bir mezarlık için yer ayrılıyor, ayrılabiliyor? Sadece camilerin
bahçesinde değil, şehrin merkezinde mezar yeri bulmak büyük servetler ödenerek
ancak mümkün olabiliyor.
Bugün, herhangi
bir yakını ölen kimsenin, İstanbul sınırlarında mezar yeri bulma şansı yoktur. Mezarlıklar
Müdürlüğü, Üsküdar’da yakını ölen birine ancak Gebze sınırlarında mezar yeri
gösterebiliyor. Karşı yakada ise mesela Edirnekapı’da oturan birine Kilyos’ta
mezar yeri zar zor verilebiliyor.
Mezarın şehrin
merkezinden çıkıp merkezin dışına taşındığını bile bile cami merkezli Şehir
anlayışını topluma dikte edenler aslında çok büyük yalan söylüyorlar. Çünkü mezarın
mabetle olan ilişkisi zorunlu bir ilişkidir. Biri olmadan diğeri eksik kalır.
Mezarın dolayısıyla ölümün şehrin merkezini terk etmesi kaçınılmazdı, öyle de oldu.
Eskiden cami sadece mabet olmadığı için merkezdeydi. Cami sadece namaz kılınan yer değildi. Çok daha fazla fonksiyona sahipti. Toprağa verilen bedenler, yani ölüler (mezarlar) şehrin merkezindeydi. İnsanlar ölülerini gömdüğü yeri unutmadıklarından, oradan ayrılamıyorlardı. Yaşam, toprağa gömülen ataları ile sürüyordu: Hüve’l-baki de bu demekti.
Oysa şimdi mezar için ödenmesi gereken yüksek miktarlar karşısında insanlar cenazesini
köyüne, atalarının yattığı yere, memlekete gönderiyorlar. Yani çok uzaklara. Ölümle kurulan
ilişki şehirle kurulan ilişkiyi de belirliyor artık.
Sosyal Antropologların eski toplumlarda atalar kültünün ölümle yani ataların ruhuyla ilişkilendirilmesi ve bu ilişkinin de yasa'yı yani töre'yi meydana getirdiği üzerinde ayrıntılı durmaları sebepsiz değildir.
Türbeye çoğu kez ölülerle temas kurmak için gidilirdi. Ölüm kutsal kabul edildiği için ölen atalar da kutsal kabul edilirdi. Ölümle atalar arasındaki bu diyalektik ilişki, toplumsal hafızanın da kaynağı olan töre’yi meydana getiriyordu. Yahudi kutsal metni Tora (Tevrat) da, Yunanlıların Nomoi’si de toplumsal töre yani yasa anlamına geliyor.
Türk töre’sinde namus kelimesinin “at-avrat-silah”
şeklinde toplumsal bir yasa'ya karşılık gelmesi de bu yüzdendir. Namus düşmanı
aslında töre düşmanı demektir. İşte tüm bu töreler ata kültü ile, o
da temelde ölülerle ve dolayısıyla mezarla ilişkiliydi.
Şimdi bu ilişkiler ağının geleneksel toplumdaki fonksiyonu, modern
topluma geçince devre dışı kaldı. Bugün,
rasyonelleşen toplum, ataları kültünü kutsal kabul etmediği gibi ölümü ve
mezarı da toplumun merkezinden doğal olarak dışlıyor.
Mezarı,
türbesi, bahçesi olmayan camileri toplumun merkezine getirmek isteyenler, cenaze
namazları dışında hiçbir fonksiyonelliği kalmayan camilerle toplumsal birliği sağlayacaklarını
sanıyorlar. Kaldı ki cenazeler bile bugün toplumsal birliği sağlamaktan çıkmak
üzere.
İstanbul Avrupa yakasında, Teşvikiye camii ile Zincirlikuyu mezarlığı arasındaki ilişki ya da Fatih camii ile Edirnekapı mezarlığı arasındaki ilişki İstanbul'da yaşayan herkesin bildiği bir karşıtlıktır. Teşvikiye Camii dünya görüşü daha modern kitlelerin ölülerini kaldırdıkları bir mabet iken Fatih camii daha muhafazakar kesimlerin cenazelerini kaldırdıkları bir yerdir.
Anadolu yakasında, Karacaahmet mezarlığı ve onun içindeki Şakirin camiine karşı bilinçli bir tercihin ürünü olarak Marmara İlahiyat Fakültesi camii ile çıkılıyor. Eskiden bu ihtiyaç Erenköy Galip Paşa camii ile doğal olarak karşılanıyordu zaten. Siyasetin müdahalesi toplumsal kırılmayı derinleştirmekten başka işe yaramıyor.
Marmara
İlahiyat Fakültesi Camii, bir mabet haşyetine ve mahviyetine bile sahip değil. Bu acube yapı,
siyasetin ucuz politikaları ile merkeze taşınmaya çalışılıyor, oysa buranın
daha en başta mimarisi bunu reddediyor.
Üzücü olan, sıradan halkın değil, bu fakültede hocalık yapanların bile cami merkezli şehir anlayışı hakkında en ufak bir düşünceleri yok. Geniş kitlelerden daha bilinçli değiller ve siyasetin diskurunu tamamen benimsemiş görünüyorlar. Daha önce Yüksek İslam Enstitüsü döneminde buranın nosyonuna uygun bir mimariyle, klasik tarzı andıran o eski Camiinin yıkılıp yerine ultra modern (Nasa Uzay Araştırma Merkezi gibi) bir yapının yapılması karşısında bu hocaların en ufak bir itirazları olmadı. Çimenlerin arasında, geniş ve ferah bahçenin göbeğine yerleştirilen o güzelim eski Camii, mimari olarak kusurlu olsa da estetik ve kullanışlılık bakımından şimdikine nazaran çok daha iyi bir konumdaydı. Oysa mevcut yapı, kimsede bir hürmet hissi uyandırmadığı gibi ne eskiye ne yeniye dair de hiçbir şey söylememektedir. Söyledikleri, söyleyebildikleri sadece kırlangıç tavan ve fraktal mimari. Hepsi bu.
***
Camii
merkezli Şehir anlayışı, dini bir ihtiyaçtan kaynaklanmıyor. Yani cami yapmak
ve yaptırmak sanıldığının aksine özünde dinsel bir faaliyet değildir. Siyasal
ve toplumsal nedenlere dayalı olarak en temelde toplumu dönüştürmek gibi bir
misyonla yapılıyor. Bu nedenledir ki simgesel değeri çok yüksek.
Özellikle
son yirmi yıldır; İstanbul gibi merkezi ve kalabalık şehirlerde yapılan
camilerin bir meydan okuma (challenge) dışında bir değeri yok. Siyasal
iktidar kontrol edilemez bir güce dönüşünce, Camiler bir meydan okumanın aracı
haline dönüştü. Bu gücü görünür kılmak istiyorlar. Hem de en kısa zamanda ve
her yerde.
Huşunun,
mahviyetin, tevazuunun mekanı olan mabetler içsel özelliklerinden arındırılarak tamamen bir dışsallığa dönüştürülmüş durumda. İniltinin yerini artık “yüksek
naralar” almış durumda.
Böyle
olmasaydı İstanbul’un iki havaalanına yapılan camilerin başka ne anlamı
olabilirdi. Uluslararası İstanbul havalimanının girişinde dikilen mabet
görünümlü heyula kimsede bir hürmet duygusu uyandırmıyor. Hiçbir
ihtiyacı karşılamaya dönük olmayan, her zaman boş kalmaya mahkum ve mecbur
olduğu fark edilmiyor bile. Benzer durum Sabiha Gökçen havaalanının girişinde,
bir gecede dikilen kondu-camii de öyle.
Oysa
her ikisinin yerine daha zarif ve küçük birer mescit pekala daha işlevsel
olabilirdi.
Hülasa mabet aynı zamanda bir sanat eseridir. Öyle olmak zorundadır. Sanatın en büyük düşmanı ise vasatlıktır (mediokrasi). Camilerin bir mabet olması dışında bir şehrin aynı zamanda sanatsal değerini dışa yansıtan en önemli göstergesidir. Yapılan onlarca caminin, hiçbirinin sanat değeri olmadığı gibi vasatı tutturabileni bile mevcut değil. Dolayısıyla bu yapılar şehri ne yazık ki güzelleştirmiyor, aksine daha da berbat hale getiriyor.
Estetik yok,
incelik yok, zarafet yok, uyumluluk ve ahenk yok. Çuval dolusu para dökülen bu
camilerin ortak tek bir özelliği var. Kimliksiz ve kişiliksiz yapılar. Mimarlık
dilinde bunlara kitch deniyor. Kitch mimarinin ne odluğunu
anlamak isteyenler Ataşehir’in merkezine dikilen Mimar Sinan camine
bakabilirler.
Mimar Sinan, mezarında kim bilir ne kadar muazzebdir.
Yorumlar
Yorum Gönder