Ana içeriğe atla

Camii Merkezli Şehir ve Beyoğlu Ağa Camii

Orta Çağ boyunca, sadece İslam değil bütün dinler açısından mabet, şehrin merkeziydi. Yeni Çağ ile birlikte pek çok şey değiştiği gibi doğal ve toplumsal düzen de değişti. Fransız ihtilali, kilisenin tamamen toplum dışına itilmesiyle neticelendi. Ama bu gelişme ihtilalden çok önce başlamıştı, Kopernik (ö. 1543), Kepler (ö. 1630), Galileo (ö. 1642) ve Newton (ö. 1727) gibi bilim adamlarının öncülüğünde doğa fiziğinin değişmesi, zorunlu olarak toplumsal ve siyasal değişmeleri de beraberinde getirdi.

Sürecin temelinde dünyanın döndüğü yer alıyordu. Asırlar boyu; dünyanın sabit olduğu, hareket etmediği, öylece yerinde durduğu varsayılıyordu. Ama Galileo ile birlikte artık dünya dönüyordu. Değişen fizik karşısında kilise ve din adamları fazla dayanamadı, dayanamazdı da. Sadece Hristiyanlık değil, Yahudilik ve Müslümanlığın doğa ve toplum tasarımı aynı fizik kanunlarına tabi olduğundan onlar için de benzer bir durum kaçınılmazdı.

Böylece kilise, havra ve camii gibi tüm ibadet mekanları, değişen dünyanın fizik yasaları ile toplumun merkezinden uzaklaşmaya başladı. Avrupa’da çok önceleri başlayan bu değişim ve dönüşüm, ne yazık ki bizde çok geç oldu. 20. Yüzyılı buldu.

Sonra ne mi oldu? 21. Yüzyılın başında bu anlayış yeniden hortladı.

Oysa 19. yüzyıl Osmanlı padişahları durumun farkındaydılar ve buna göre de tavır almışlardı. Ne demek istediğimizi birazdan açıklayacağız.

***

Bilenler bilir, Beyoğlu’nun göbeğinde asırlardır varlığını sürdüren küçük, mütevazi, kendi halinde hoş bir camii var: Ağa Camii.

Çocukluğumun geçtiği 70’lerde bu caminin Beyoğlu’nun merkezi olduğunu sanırdım. Okuduğum okul caminin karşı sokağında yer alıyordu. Okul çıkışı mutlaka önünden geçer, bazen Şadırvanda biraz oylanır ve sonra eve giderdim.

Okulda dönem ödevi olarak, benim payıma nedense Ağa cami düşmüştü. O yıllarda, cumhuriyetin camileri kapattığı, bazılarını ahır ve mezbelelik olarak kullandığı dolaşımdaydı ve bir kısım merkezler tarafından bu düşünce sürekli empoze ediliyordu. Oysa işgal yıllarında Osmanlı hükümetince gözden çıkarılan, bakımsız harap haldeki Beyoğlu (Hüseyin) Ağa Camii, Atatürk’ün ölümüne yakın bir zamanda onun tarafından bizzat onarılıp ibadete hazır hale getirilmişti. Bunu öğrendiğimde hayli şaşırmıştım.

Beyoğlu’nun hızlı temposu içinde; bir durağanlık, sükûnet ve huzura eşlik eden caminin, caddenin asla merkezinde yer almadığı, alamayacağını ise çok sonraları fark edecektim.

Taksim meydanından Tünele varıncaya kadar İstiklal caddesi üzerinde Ağa camiinden başka hiçbir Müslüman mabedi yer almaz. Sonraki yüzyıllarda da buraya hiç cami yaptırılmamış. Dahası Ağa Camii’nden 600-700 metre ilerde caddenin solunda yer alan St. Antuan Katolik Kilisesi’nin monumental özelliği hatırlanınca bunun bilinçli bir tercih olduğu hemen farkedilir.

Hülasa, Ağa camii bir zamanlar merkezdeydi. Ancak 19. Yüzyıl’a gelindiğinde, Beyoğlu yüksek apartmanlar, mağazalar, alış-veriş merkezleri, büyük salonlar ile tıklım tıklım dolmaya başlayınca, Ağa Camii o küçük yapısıyla daha da küçüldü ve varlığı ile yokluğu arasında neredeyse pek bir fark kalmadı.

Oysa bu yüzyılda, Osmanlı, dünyaya ayak uydurabilmek, her anlamda değişen dünyadan kopmamak için üst üste büyük hamleler yapıyordu. Bu hamlelerden biri de İstanbul’un dört bir yanını camilerle donatıyordu: Mesela bu camiler arasında özellikle Nuruosmaniye camii 1755 yılında, Tophanedeki Nusretiye camii 1826 yılında, Ortaköy camii 1854 yılında, Dolmabahçe camii 1855 yılında, Yıldız camii 1885 yılında birbirine yakın zamanlarda yapılmıştı.

Çoğu zaman Batılılaşmanın ürünü olarak aşağılanan bu camiler aslında hiç de iddia edildiği gibi Batılılaşmanın değil belki zorunlu bir mornleşmenin ürünü olarak İstanbul'un değişik bölgelerine yapılmıştı. Bu camiler, klasik Osmanlı camilerinden farklıydı. Bir defa Süleymaniye, Fatih, Sultanahmet camileri gibi monümental karakteri çok baskın değildi. Mimari tasarımını Ermeni Balyan ailesinin yaptığı bu camiler yeni bir aksı yansıtıyordu. Saraya yakın, merkezi camilerin aksine, daha merkezi olmayan bölgelere yapılmıştı.

İşin en ilginç yanı, İstanbul’un farklı bölgelerine bunca camii yapılmasını sağlayan, 19. Yüzyılda tahta oturan Osmanlı padişahlarından hiçbiri, o dönemdeki adıyla Pera’ya da bir camii yapmayı düşünmediler. Ağa Caminin varlığıyla yetindiler.

Niçin?

Kuşkusuz bunun nedenlerinden biri padişahların sanat ve estetik anlayışları ise diğeri de değişen ve dönüşen dünyaya ayak uydurma çaba ve isteğiydi. Tüm istedikleri Pera (Beyoğlu)’yı, 19. Yüzyıl dünyasının önemli bir cazibe merkezi yapma konusundaki kararlı tutumlarıydı. Gerçekten de Pera bu yüzyılda, yerli ve yabancı seyyahların gözlemleriyle, modern dünyanın en önemli kentlerinden biri haline gelmişti.

Tanzimat yöneticileri biliyorlardı ki mabet artık şehrin merkezinde değildi. Fransız Devrimi sonrası gelişmelerin dünyayı kasıp kavurduğunu, artık eski dünyanın muhal olduğunu, yepyeni bir dünyanın başladığını görüyorlardı. Bu nedenle Beyoğlu’na yeni bir camii yapmayı düşünmediler.

Peki sonra ne mi oldu?

Hiçbir Osmanlı padişahının düşünmediği yere, Pera’nın başladığı noktaya, yeni Osmanlıcılar (!) tarafından Taksim Camii bir oldu-bittiye getirilerek sonunda dikiliverdi. Hem de tüm itirazlara ve karşı koymalara rağmen. Oysa (bir varsayım olarak) eğer hanedanlık yıkılmamış olsaydı, bu hanedan üyelerinden biri 2000’li yılların Türkiye’sinin başında hala kalmaya devam etseydi, değil Taksim meydanına, Çamlıca’nın tepesine de bir cami dikilmesine asla izin vermezlerdi.

Osmanlı padişahları, daha az ya da daha çok dindar olduklarından değil, sanat ve estetik anlayışlarının bir gereği olarak böyle davranırlardı. Simgesel değeri dışında, doğa ve toplumla uyumsuz ve hiçbir estetik özelliği olmayan bu grotesk yapıları yapmaz, yaptırmaz, yapana da kesinlikle izin vermezlerdi.

Oysa bugünkü yöneticiler, cami merkezli şehir anlayışında ısrar ediyorlar.

Peki bu mümkün mü?

Hemen ifade edelim ki geniş kitleler tarafından masum ve olumlu gibi görünen bu anlayışın, yığınların genel kabulüne rağmen, tutma şansı bulunmamaktadır.  

Bu iddialı yargı, farklı yönlerden açıklanabilirse de biz sadece üç bilim dalından vereceğimiz örnekle bunu göstermeye çalışacağız: Tarih, Coğrafya ve Sosyoloji.

Önce sosyolojiden başlayalım.

Diyanet İşleri Başkanlığının 2024 verilerine göre Türkiye genelinde camii sayısı yüz bine varmak üzeredir. Yaklaşık 80 milyonu geçmiş bir ülkenin kaba bir tasnifle yarısının kadınlardan oluştuğu ve bu kadınların da hiçbirinin camiye gitmediği, gidemediği dikkate alınırsa söz konusu projenin hayata geçirilme şansının olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Bazı antropologlara göre; uygarlığı meydana getiren kadın, aynı zamanda şehrin de mimarıdır. Çünkü en ilkel dönemlerden bu yana "ev" denilen mekan nihayetinde kadının ilk mimarlık yapıtıdır ve şehir de zaten evlerin bir araya gelmesinden oluşur.

Peki bugün kadın ve mabet arasındaki bu onulmaz çelişki, eskiden de böyle miydi?

Tabii ki hayır. Caminin merkezde olduğu Orta Çağ’da kadınların mabet ile yoğun bir ilişkisi vardı. Merkezin camii olduğu dönemde, camilerin hemen yanı başında yer alan türbelere gidenler kesinlikle erkekler değildi, hepsi kadındı. Bugün bile hala böyledir, türbelerin en sıkı takipçileri kadınlardır. Kimi evde kalmış kızına kısmet aramak, kimi hastasına şifa için türbelere akın etmektedir. Oruç baba, Hırka-i Şerif, Somuncu baba türbelerinin bugün bile camilerden daha fonksiyonel olması bu yüzdendir.

Neticede kadını dışlayan hiçbir inanç, gelenek, din, cemaat, toplum merkezde o-la-maz.

***

İkinci olarak tarih ve coğrafya bilgisi de bu anlayışı olumlamaz.

Coğrafyayı (mekanı) değerli kılan tarih (zaman)’dir. Bu yönüyle mezar ve mezarlıklar hem coğrafyanın hem de tarihin konusudur.

Toplumsal hafızamızda yer alan “ecdadın kemikleri sızlıyor” sözü, kullanım değeri çok yüksek bir ifade biçimi olarak Türk kültürünün kodlarını yansıtır:

Ecdat, kemikler ve sızı. 

Kimliğimizi ifşa eden bu üç kelimeden ecdad'ı tarih ile, kemikler'i mezar ve mezarlıklar dolayısıyla coğrafya ile kolayca irtibatlandırabiliriz. Sızı ise burada sadece irrasyonal ve duygusal bir bağdır sadece. Oysa modern toplum rasyoneldir. Böyle de olmak zorundadır. 

Biraz daha ilerleyelim.

Caminin merkezde olduğu dönemlerde ona illaki bir mezarlık eşlik ederdi. Kabe’de Hz. İsmail’in mezarı. Medine’de Hz. Peygamber’in kabri. Kudüs’te ise Mescid-i Aksa’da yatan Hz. Davut ve Hz. Süleyman’ın mezarları hatırlanmalıdır.

Bu genel kural sadece dinsel merkezler için geçerli değildir. Mabet ve mezar ilişkisi evrenseldir. Eyüp, Fatih, Süleymaniye de böyledir. Üstelik sadece selatin camiler değil, pek çok camide bizzat banisinin mezarı  bulunmaktadır.

Peki ya bugün?

Yapılan onlarca camiinin hangisinde bir mezarlık için yer ayrılıyor, ayrılabiliyor? Sadece camilerin bahçesinde değil, şehrin merkezinde mezar yeri bulmak büyük servetler ödenerek ancak mümkün olabiliyor.

Bugün, herhangi bir yakını ölen kimsenin, İstanbul sınırlarında mezar yeri bulma şansı yoktur. Mezarlıklar Müdürlüğü, Üsküdar’da yakını ölen birine ancak Gebze sınırlarında mezar yeri gösterebiliyor. Karşı yakada ise mesela Edirnekapı’da oturan birine Kilyos’ta mezar yeri zar zor verilebiliyor.

Mezarın şehrin merkezinden çıkıp merkezin dışına taşındığını bile bile cami merkezli Şehir anlayışını topluma dikte edenler aslında çok büyük yalan söylüyorlar. Çünkü mezarın mabetle olan ilişkisi zorunlu bir ilişkidir. Biri olmadan diğeri eksik kalır.

Mezarın dolayısıyla ölümün şehrin merkezini terk etmesi kaçınılmazdı, öyle de oldu. 

Eskiden cami sadece mabet olmadığı için merkezdeydi. Cami sadece namaz kılınan yer değildi. Çok daha fazla fonksiyona sahipti. Toprağa verilen bedenler, yani ölüler (mezarlar) şehrin merkezindeydi. İnsanlar ölülerini gömdüğü yeri unutmadıklarından, oradan ayrılamıyorlardı. Yaşam, toprağa gömülen ataları ile sürüyordu: Hüve’l-baki de bu demekti.

Oysa şimdi mezar için ödenmesi gereken yüksek miktarlar karşısında insanlar cenazesini köyüne, atalarının yattığı yere, memlekete gönderiyorlar. Yani çok uzaklara. Ölümle kurulan ilişki şehirle kurulan ilişkiyi de belirliyor artık.

Sosyal Antropologların eski toplumlarda atalar kültünün ölümle yani ataların ruhuyla ilişkilendirilmesi ve bu ilişkinin de yasa'yı yani töre'yi meydana getirdiği üzerinde ayrıntılı durmaları sebepsiz değildir. 

Türbeye çoğu kez ölülerle temas kurmak için gidilirdi. Ölüm kutsal kabul edildiği için ölen atalar da kutsal kabul edilirdi. Ölümle atalar arasındaki bu diyalektik ilişki, toplumsal hafızanın da kaynağı olan töre’yi meydana getiriyordu. Yahudi kutsal metni Tora (Tevrat) da, Yunanlıların Nomoi’si de toplumsal töre yani yasa anlamına geliyor.

Türk töre’sinde namus kelimesinin “at-avrat-silah” şeklinde toplumsal bir yasa'ya karşılık gelmesi de bu yüzdendir. Namus düşmanı aslında töre düşmanı demektir.  İşte tüm bu töreler ata kültü ile, o da temelde ölülerle ve dolayısıyla mezarla ilişkiliydi.

Şimdi bu ilişkiler ağının geleneksel toplumdaki fonksiyonu, modern topluma geçince devre dışı kaldı. Bugün, rasyonelleşen toplum, ataları kültünü kutsal kabul etmediği gibi ölümü ve mezarı da toplumun merkezinden doğal olarak dışlıyor.

Mezarı, türbesi, bahçesi olmayan camileri toplumun merkezine getirmek isteyenler, cenaze namazları dışında hiçbir fonksiyonelliği kalmayan camilerle toplumsal birliği sağlayacaklarını sanıyorlar. Kaldı ki cenazeler bile bugün toplumsal birliği sağlamaktan çıkmak üzere.

İstanbul Avrupa yakasında, Teşvikiye camii ile Zincirlikuyu mezarlığı arasındaki ilişki ya da Fatih camii ile Edirnekapı mezarlığı arasındaki ilişki İstanbul'da yaşayan herkesin bildiği bir karşıtlıktır. Teşvikiye Camii dünya görüşü daha modern kitlelerin ölülerini kaldırdıkları bir mabet iken Fatih camii daha muhafazakar kesimlerin cenazelerini kaldırdıkları bir yerdir. 

Anadolu yakasında, Karacaahmet mezarlığı ve onun içindeki Şakirin camiine karşı bilinçli bir tercihin ürünü olarak Marmara İlahiyat Fakültesi camii ile çıkılıyor. Eskiden bu ihtiyaç Erenköy Galip Paşa camii ile doğal olarak karşılanıyordu zaten. Siyasetin müdahalesi toplumsal kırılmayı derinleştirmekten başka işe yaramıyor.

Marmara İlahiyat Fakültesi Camii, bir mabet haşyetine ve mahviyetine bile sahip değil. Bu acube yapı, siyasetin ucuz politikaları ile merkeze taşınmaya çalışılıyor, oysa buranın daha en başta mimarisi bunu reddediyor.

Üzücü olan, sıradan halkın değil, bu fakültede hocalık yapanların bile cami merkezli şehir anlayışı hakkında en ufak bir düşünceleri yok. Geniş kitlelerden daha bilinçli değiller ve siyasetin diskurunu tamamen benimsemiş görünüyorlar. Daha önce Yüksek İslam Enstitüsü döneminde buranın nosyonuna uygun bir mimariyle, klasik tarzı andıran o eski Camiinin yıkılıp yerine ultra modern (Nasa Uzay Araştırma Merkezi gibi) bir yapının yapılması karşısında bu hocaların en ufak bir itirazları olmadı. Çimenlerin arasında, geniş ve ferah bahçenin göbeğine yerleştirilen o güzelim eski Camii, mimari olarak kusurlu olsa da estetik ve kullanışlılık bakımından şimdikine nazaran çok daha iyi bir konumdaydı. Oysa mevcut yapı, kimsede bir hürmet hissi uyandırmadığı gibi ne eskiye ne yeniye dair de hiçbir şey söylememektedir. Söyledikleri, söyleyebildikleri sadece kırlangıç tavan ve fraktal mimari. Hepsi bu.

***

Camii merkezli Şehir anlayışı, dini bir ihtiyaçtan kaynaklanmıyor. Yani cami yapmak ve yaptırmak sanıldığının aksine özünde dinsel bir faaliyet değildir. Siyasal ve toplumsal nedenlere dayalı olarak en temelde toplumu dönüştürmek gibi bir misyonla yapılıyor. Bu nedenledir ki simgesel değeri çok yüksek.

Özellikle son yirmi yıldır; İstanbul gibi merkezi ve kalabalık şehirlerde yapılan camilerin bir meydan okuma (challenge) dışında bir değeri yok. Siyasal iktidar kontrol edilemez bir güce dönüşünce, Camiler bir meydan okumanın aracı haline dönüştü. Bu gücü görünür kılmak istiyorlar. Hem de en kısa zamanda ve her yerde.

Huşunun, mahviyetin, tevazuunun mekanı olan mabetler içsel özelliklerinden arındırılarak tamamen bir dışsallığa dönüştürülmüş durumda. İniltinin yerini artık “yüksek naralar” almış durumda.

Böyle olmasaydı İstanbul’un iki havaalanına yapılan camilerin başka ne anlamı olabilirdi. Uluslararası İstanbul havalimanının girişinde dikilen mabet görünümlü heyula kimsede bir hürmet duygusu uyandırmıyor. Hiçbir ihtiyacı karşılamaya dönük olmayan, her zaman boş kalmaya mahkum ve mecbur olduğu fark edilmiyor bile. Benzer durum Sabiha Gökçen havaalanının girişinde, bir gecede dikilen kondu-camii de öyle.

Oysa her ikisinin yerine daha zarif ve küçük birer mescit pekala daha işlevsel olabilirdi.

Hülasa mabet aynı zamanda bir sanat eseridir. Öyle olmak zorundadır. Sanatın en büyük düşmanı ise vasatlıktır (mediokrasi). Camilerin bir mabet olması dışında bir şehrin aynı zamanda sanatsal değerini dışa yansıtan en önemli göstergesidir. Yapılan onlarca caminin, hiçbirinin sanat değeri olmadığı gibi vasatı tutturabileni bile mevcut değil. Dolayısıyla bu yapılar şehri ne yazık ki güzelleştirmiyor, aksine daha da berbat hale getiriyor.

Estetik yok, incelik yok, zarafet yok, uyumluluk ve ahenk yok. Çuval dolusu para dökülen bu camilerin ortak tek bir özelliği var. Kimliksiz ve kişiliksiz yapılar. Mimarlık dilinde bunlara kitch deniyor. Kitch mimarinin ne odluğunu anlamak isteyenler Ataşehir’in merkezine dikilen Mimar Sinan camine bakabilirler.

Mimar Sinan, mezarında kim bilir ne kadar muazzebdir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...