Ana içeriğe atla

19. Yüzyılda Beyoğlu

Müslüman-Türk uygarlıklarının dünyaya armağan ettiği şehirlerin sayısı sanıldığı kadar çok değildir, bunlar arasında özellikle üç tanesi, dünya ölçeğine çıkabilmeyi başarmış ve insanlığa çok şey katmıştır.

Bağdat, Kurtuba ve İstanbul.

Bu üç şehir, ilk ve orta çağın Antik Atina’sı başta olmak üzere Roma, İskenderiye, Antakya, Şam, Cündişapur gibi içinde bulundukları çağları aşan kentlerdir.

Vassilieviç Levçenko (ö. 1944), Türkçeye de çevrilen kitabı Bizans’da, İslam uygarlığının meydana getirdiği şehirlerden Bağdat ve İstanbul’un dünyada benzeri olmadığına işaret ederken, Kurtuba’yı Avrupa’da olması yönüyle nedense dışarda tutar:

·   “Bütün dünyada, (İstanbul) İslamlığın büyük kenti, Bağdat'tan başka onunla karşılaştırılabilecek kent yoktur. Bu kente bütün devletlerden, her yerden ve bütün ülkelerden, bütün kentlerden akıp gelen sayısız zenginlikler, bütün düşünceleri ve hayal gücünü aşar ve bütün dünyanın toplam zenginliklerinden de üstündür.” (Vassilieviç Levçenko, Bizans, 1979, s. 206)

Kişisel ve öznel bir yorum olarak değil, onlarca kayıt bulmanın mümkün olduğu bu tespite göre göre;

10. yüzyılın Bağdat’ı

12. yüzyılın Kurtuba’sı.

19. yüzyılın İstanbul’u, kendi zamanlarında eşsizdir. Bu üç şehir de “döneminin biricik” (feridü zamanihi)  kentleridir.

Ne var ki 10 ve 12. Yüzyıllardan sonra 19. Yüzyıla kadar Müslümanlar şehircilik anlamında kayda değer bir gelişme gösterememişlerdir. Daha acısı ise bu üç şehre bir dördüncü şehri ekleyememişlerdir. 

***

İstanbul’un gerçekten bir dünya kenti olup olmadığının önce tespiti sonra bu tespit doğru ise Türklerin bundaki katkısının gösterilmesi ve nihayet bir yıkıma maruz kalmışsa bunun da belgelenmesi gerekir.

Niçin başka değil de 19. Yüzyıl?

Çünkü İstanbul, 1453'de alındığında zaten bir İmparatorluk başkentiydi. Yani dünyanın gözdesiydi. Fatih ve sonraki padişahlar, ilerleyen zamanlarda İstanbul’a bir kısım katkılarda bulunmuşlarsa da Fatih, Süleymaniye, Sultan Ahmet gibi selatin camiler (monumental) dışında büyük bir katkıdan söz edilemez.

Oysa 19. Yüzyıl İstanbul’u, yerli ve yabancı otoritelerin ittifakıyla, dünyanın en önemli kentlerinden biri haline gelmiştir. Daha önce yapılmayan, yapılamayanlar bu yüzyılda yapılmıştır: Büyük bir imar hamlesi başlatılmış, şehri şehir yapan en temel ilkeler bu dönemde hayata geçirilmiş ve İstanbul Türklerin egemenliğinde dünyaya modern bir kent armağan etmeyi başarmışlardır. Hem de yıkılmaya yüz tuttuğu bir dönemde.

Keyfiyetini ve nasılını göstermeden önce durum tespitini daha açık kılmak gerekiyor.

19. Yüzyıl İstanbul’u üç bölgeden oluşuyordu: İstanbul, Üsküdar ve Pera (Beyoğlu). Ancak hemen ifade edelim ki bu yüzyılda İstanbul demek Pera demekti.

Peki Pera, tam olarak neresiydi?

Eskiden Beyoğlu dendiğinde; bir ucu Tünel’den başlayıp Taksim-Cihangir hattından Harbiye, Pangaaltı, Şişli, Nişantaşı ve Teşvikiye’ye; diğer ucundan Tarlabaşı-Yenişehir, Dolapdere ve Kasımpaşa’ya, oradan Şişhane-Karaköy ve Galata’ya, ardından Tophane-Fındıklı ve Kabataş’a uzanan, biraz daha ileride Dolmabahçe güzergahıyla Beşiktaş ve oradan da Maçka’ya kadar çok geniş bir alanı kapsıyordu. Eski adı Tatavla olan Kurtuluş ve Feriköy bile Beyoğlu’nun sınırlarına dahildi. Daha sonraları buralar müstakil semtler olarak ayrıştılarsa da hep Pera’nın (Beyoğlu) kültürel sınırları içinde kabul edildi.

İşte İstanbul’u 19. Yüzyılda bir “masallar ülkesi” yapan büyük ölçüde bu bölgeydi. Yani 19. yüzyıldaki adıyla Pera, 20. yüzyıldaki adıyla Beyoğlu.

Pera’nın bu yüzyıldaki önemi, İmparatorluğun yönetim merkezinin bu bölgeye kaydırılmasından da anlaşılmaktadır. Asırlarca Topkapı sarayından yönetilen Osmanlı, 19. Yüzyılın ortalarında büyük bir eksen kaymasıyla Dolmabahçe sarayına taşınmıştır. Kuşkusuz bu tercihin nedenlerinden biri Pera’nın bu yüzyılda ki önemi ile yakından ilgilidir.

·   “Türk, Rus, Ermeni, Rum, Nasturi, Arap, Arnavut, Çingene, Fransız, Katolik, Levanten, Hırvat, Sırp, Bulgar, Acem, Efganlı, Çinli, Tatar, Yahudi, İtalyan, Maltız, daha her türlü milletin birbirine karıştığı bu mahalleden…” (S. F. Abasıyanık, Yorgiya'nın Mahallesi, s. 163).

Bu satırların yazarı Sait Faik (ö. 1954)’in yaşadığı dönemdeki Beyoğlu'nun bir mahallesini yansıtan çoğulcu bu yapı, 19. Yüzyılda kuşkusuz burada zikredilenlerden çok daha fazla ulus ve milletten oluşuyordu.

Stefanos Yerasimos (ö.2005), 1849 yılında Beyoğlu'nda yaşayan sadece yabancı uyruklu kişilerin sayısını şöyle vermektedir:

·   “6120 Yunanlı, 1983 İngiliz (çoğu Maltalı), 1581 Avusturyalı, 1029 Fransız, 926 Rus, 657 İranlı, 405 Sardunyalı, 247 Napolili, 293 Toskanalı, 210 İngiliz, 182 Belçikalı, 144 Prusyalı, 122 İsveçli, 48 İspanyol, 47 Danimarkalı, 35 Portekizli, 27 Hollandalı, 24 Amerikalı. (S. Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, 2/617).

Çok renkli ve çok uluslu bu tablo, -tüm olumsuzluklara rağmen- Cumhuriyetin kurulduğu ilk çeyrek asra kadar devam etmişti. Mete Tunçay’ın verdiği bilgiler bunu göstermektedir:

·   “Beyoğlu’ndaki 305.577 kişilik nüfusun içinde: 148.070 Türk ve Müslüman, 82.371 Rum, 24.043 Ermeni, 24.761 Musevi vardır. Nüfusun geri kalan bölümünü; Katolik Ermeniler, Protestanlar, Latinler, Bulgarlar, Süryaniler, Ulahlar, Katolik Rumlar ve yabancılar oluşturmaktadır. (M. Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, s. 530-31),

Bugün Ortadoğu’da yaşanan sıkışıklıktan Türkiye’ye gelenlerin aksine, 19. Yüzyıl Beyoğlu'su pek çok Avrupalı ve Rusyalı sığınmacıya ev sahipliği yapmıştı. Burası, 1848 Macar ihtilalinden kaçan üst seviyedeki Macarlara kucak açtığı gibi, Çeşitli nedenlerle gelen Polonyalılar  ve Sicilyalılara da kucak açmıştı. Guruplar halinde Beyoğlu’na sığınan yabancı uluslar arasında en kalabalığı ise Rus ihtilalinde kaçan Rus Aristokratlarıydı..

Çünkü Beyoğlu, 19. Yüzyılın dünyasında bir cazibe merkeziydi.

Bu nedenle “Masallar ülkesi” tanımlaması bir mübalağa olarak görülmemeli, zira bu yüzyılı İstanbul’un “bir altın çağ”ı olarak niteleyenler hiç de az değildir. Mesela bunlardan biri, Beyoğlu’nun Latinleri üzerine Fransa’da bir doktora tezi hazırlayan Rinaldo Marmara'dır:

·   19. yüzyılda, Latinler ya da yabancı niteliği taşıyan Levantenler Osmanlı topraklarına yerleşebildiler; cemaatleri kendilerine tanınan ticari serbestlik ve din hürriyeti sayesinde altın çağını yaşayabildiler.” (Rinaldo M., Osmanlı Başkentinde Bir Levanten Semti: Galata Pera, s. 53)

Onlarca yabancı seyyah, araştırmacı ve gözlemcinin Beyoğlu üzerine anı, gözlem ve inceleme türünde eserler yazmaları boşuna değildir. Şimdi bunlardan bazılarından 19. yüzyıl Beyoğlusu'nu tasvir etmeye çalışalım.

1874 yılında İstanbul’a gelen İtalyan yazar Edmondo de Amicis (ö. 1908), Constaantinopoli adlı seyahat ve anı kitabında Pera’yı İstanbul ile özdeşleştirmektedir:

·   Her yüz adımda bir her şey değişmektedir. Kendinizi Marsilya'nın bir kenar mahallesinde gibi hissederken, arkanızı dönünce bir Asya köyünün içine düşersiniz, bir daha dönerseniz Trabzon'un bir kenar mahallesindesinizdir. Kullanılan dile, insanların yüzlerine, evlerin görünüşüne bakınca, ülke değiştirmiş olduğunuzu anlarsınız. Fransa'dan parçalar, İngiltere'den renkler, Rusya'dan görüntüler bir aradadır.” (Özdemir Kaptan, Beyoğlu, s. 107-108).   

Ünlü Fransız yazar F. Rene Chateaubriand (ö. 1848), İstanbul'a geldiğinde Beyoğlu'nda bir süre kalır, ilk izlenimleri şöyledir:

·   “İstanbul, dünyanın en güzel yeridir, diyenler hiç de mübalağa etmiyorlar. Galata'ya yanaştık: karaya çıkar çıkmaz rıhtımlardaki canlılığa, hamallar, tüccarlar, denizciler kalabalığına baktım; bu adamlar, renk renk yüzleriyle, ayrı ayrı dilleriyle, giyimleri kuşamlarıyla, başlıklarıyla, sarıklarıyla, Avrupa ile Asya'nın her bucağından iki dünyanın sınırındaki bu şehirde oturmaya geldiklerini haber veriyorlardı.” (Chateaubriand, Paris Kudüs Yolculuğu, 2/40-44).

19. yüzyılın sonlarında Avrupa’dan İstanbul’a gelen ve burayı bir “masallar ülkesi” olarak tasvir eden Anna Grosser Rilke (ö. 1938), İstanbul’da Bir Hoş Seda adlı hatırat kitabında, Galata ve Pera’yı ilk kez gördüğündeki heyecanını bakın nasıl tasvir ediyor:

·   “Az sonra İstanbul’u Galata’ya bağlayan köprüye gelmiştik, sağda Boğaz; solda Altın Boynuz (Haliç) görünüyordu, tam karşıdaysa Galata vardı. İlk kez keyfine vardığım ve görmekten, seyretmekten asla bıkmadığım bu manzara beni müthiş etkilemişti. Köprüyü geçtikten sonra, kentin banka ve ticaret merkezi Galata’ya geldik. Yol buradan kentin Avrupa yakası olan Pera’ya dik olarak devam ediyordu, Pera bir tepenin üzerindeydi. Faytonumuz bu dik yokuşu dörtnala tırmandı; etrafımı seyretmekten soluğum kesilmişti.” (Anna G. Rilke, İstanbul’da Bir Hoş Seda, T. İş Bankası Y., s. 137)

Aslında eski Pera’nın bir dünya kenti olmasının en açık kanıtlarından biri, dünyada pek örneği olmayan, bir vatandaş türü yaratmayı başarmış olmasıdır. Levanten (Levantine) denilen bu kimseler, kuşaktan kuşağa Pera’da özel bir çevrede ve ayrıcalıklı bir bölgenin vatandaşları olarak varlığını 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürdürmüşlerdir.

Peki gerçekten Levanten kimdir?

Levantenler, Osmanlının gayr-i müslim tebasından farklıydı ve İstanbul’a kalıcı olarak yerleşmiş, yerli halkın bir parçası haline gelmiş Avrupalılara verilen bir isimdi. “Tatlı su frengi” de denirdi ki “şehirli” anlamına gelirdi. İstanbul’un kültürel dokusunda çok ciddi ağırlıkları vardı. Babası Elhamra sinemasının müdürü olan, son Levantenlerden Giovanni Scognamillo (ö. 2016), Bir Levantenin Beyoğlu Anıları’nda çok şey anlatır. Ona göre Levanten demek hem Pera hem de Kosmopolit demektir:

·   “Levanten olup kozmopolit, yani evrenkentli ya da evrenselkentli olmamak sanki imkansız. Levanten olanın kozmopolitliği bir uyrukluk, ırk, dil ve din karmaşasından oluşuyor ve aslına bakarsanız, temelde bir göçmen veya göçmen kökenli olan Levanten, bir çeşit apatrid (vatansız) ya da kimi zaman, konumunu şaşırmış biridir...” (G. Scognamillo, Bir Levantenin Beyoğlu Anıları s. 102).

Aslında Beyoğlu’nu dolayısıyla İstanbul’u dünyanın ayrıcalıklı kentlerinden birine dönüştüren süreç III. Selim’e kadar geri gider. Ancak dönüşümü gerçekleştiren isimlerin başında hiç kuşkusuz II. Mahmut gelir. Dünyada olup bitenleri iyi gözlemleyen II. Mahmut, her ne kadar “gavur padişah” olarak nitelense de bu topraklarda, ilk kez pantolon giyen bir halifeye tanık olunması pek mümkün değildir..

Beyoğlu, II. Mahmut ve ardından oğlu Abdülmecit’in aldığı devrim niteliğindeki kararlar ile daha da yükselişe geçti. Padişahların bu yüksek duyarlılıklarına eşlik eden Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa, Mithat Paşa gibi büyük devlet adamlarının da bunda katkısı vardı. Onlar sayesinde Beyoğlu, Osmanlı'ya geçtiğinden bu yana en özgür, müreffeh ve yüksek bir toplumsal yaşam standartlarına ulaşmıştı.

Bu yüzyılda Payitaht’ta yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen Beyoğlu bundan en az etkilenen yerlerdendi.  II. Abdülhamit döneminde bile Beyoğlu’ndaki yabancı elçilikler başta olmak üzere tüm azınlıklar görkemli yaşamlarında mesut ve mutlu görünüyorlardı. Zenginliklerini simgeleyen göz alıcı evlerde oturuyorlar; tamamı yabancı adlar taşıyan, çok kaliteli dükkanlarda alışveriş yapıyorlardı. Yazlarını daha çok, Büyükada ve Tarabyadaki yazlıklarında geçiren buranın sakinleri; kışlarını ise çok sayıda kulüp, tiyatro, sinema, kitapevi, sanat atölyeleri, pastane ve restoranlarda günlerini geçiriyorlardı. Tanzimatın ilanı sonrasındaki Pera’yı tasvir eden Evongelinos Misailidis (ö. 1890) anılarında şu satırlara yer vermektedir:

·   “Filhakika o hafta İstanbul'un artık karnaval haftaları hulul etmiş (gelmiş) olmakla, herkes geceleri def-i gam etmek üzere Beyoğlu'nda maskeli maskesiz balolara, Tavşan balolarına ve derneklere ve tiyatrolara gitmeğe devam ediyordu”. (Misailidis, Seyreyle Dünyayı, s. 147).

Pera’nın bu ultra lüks ve görkemli yaşamını tasvir eden başka tanıklıklar da vardır. Zengin Rus tüccarlarından Andreas Syggros (ö. 1899), Hatıralar'ında Pera'nın olağanüstü lüks diplomatik rezidanslarında düzenlenen balolar, suareler, bol şampanyalı akşam yemekleri hakkında yorumlar yapar. Kendine özgü üslubuyla, bu lüks hayatı dönemin yerli zenginlerinin de çok kısa sürede taklit etmeye başladıklarını vurgular; düzenlenen resepsiyonlardan, kağıt oyunları partilerinden, sayfiye yerlerine yapılan gezilerden söz eder. Onun bu konudaki teşhisi Kırım harbiyle ilişkilidir:

·   "Konstantinoupolis'in [İstanbul'un] çehresi, Kırım Harbi'nin bidayetinden itibaren tamamen değişti; yani hem ticari ve iktisadi faaliyetler itibarıyla, hem de içtimai ve siyasi zaviyeden". (E. Kyriakidis, Beyoğlu Sırları, s. 32).

Bir başka ünlü Fransız yazar Gérard De Nerval (ö. 1855), İstanbul üzerine yazan çok sayıda seyyahtan bir diğeridir.  Bir süre Beyoğlun’da kalan Naval Muhteşem İstanbul adlı eserinde, Pera sakinlerini Fransız toplumu ile karşılaştırır.

·   “İstanbul ne acaip bir kent! İhtişam ve sefalet, gözyaşı ve sevinç yan yana. Başka hiçbir yerde daha kuralsız, daha özgür olunamaz. Birbirinden fazla nefret etmeyen, birlikte yaşayan dört farklı halk, Türkler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler. Aynı toprağın çocukları bunlar. Bizim farklı bölgelerimizin, değişik partilerimizin insanlarının birbirine gösterdiği tahammülden fazlasını gösteriyorlar.” (Naval, Muhteşem İstanbul, s. 92)

Beyoğlu’nun bu yüzyıldaki gelişmişliğini daha iyi görmek için yine bir anı kitabına, Lübnan kökenli bir Hristiyan olan, Pera’nın son sakinlerinden Said Naum Daumani (ö. 1970)’nin Beyoğlu Topokrafyası’na müracaat edelim. Bu eserde özellikle sanatsal faaliyetlere dair yaşanmış çok önemli tanıklıklar yer alır. Büyük amcaları, Sultan Abdülmecid’in yardım ve desteğiyle, İslam topraklarında kurulan ilk opera tiyatrosunu kurmuşlardır. Daumani bu döneme ilişkin şöyle demektedir:

·   “Paris'te sadece üç gün sahneye konmuş bir yapıt, Opera Naum'un afişlerinde günlerce yer alıyordu.” (Daumani, Beyoğlu Topoğrafyası. s.137)

Babası bir ara Hariciye Nezareti Müsteşarlığı da yapmış olan Duhani kitabında başka anekdotlar da vermektedir. Padişah Abdülmecid ve Abdülaziz'in belli başlı operaların temsillerinde hazır bulunduğundan, özellikle Abdülmecid’in tiyatro sever olduğunu ve ne zaman Pera’ya gelse, Sultan'ın atı daha bir görkemle adım atsın diye, bütün Beyoğlu halılarla kaplandığını nakletmektedir. Duhani, 8 Nisan 1868 senesinde Opera Naum’da Sultan Abdülaziz ile Galler prensi VII Edouard’ın birlikte seyirci olduğunu nakletmektedir.

Uygarlığın ölçütlerinden biri olan tiyatro olur da sinema olmaz mı? Pera 19. Yüzyılın son günlerinde sinemayla da tanışmıştı:

·    “Paris'te, Lumiere Kardeşler'in ilk sinema gösteriminin üzerinden henüz bir yıl bile geçmeden, 1896 yılının kışı başlarken İstanbul'da izleyici, ilk kez sinema ile tanıştı. İlk film gösterimleri Pera'da gerçekleşti. (...)  Sponek Birahanesi'ndeki film gösterimlerinin büyük başarısının ardından, 11 Ocak 1897 tarihinde, Cumartesi günü, Petros S. Raftopulos'un (Raptopulos) işlettiği ünlü Odeon Tiyatrosu'nda ikinci film gösterimi başladı.  15 Mart 1897 tarihinde Psihuli Kardeşler Tepebaşı Mnimatakia'da (Theatre des Petits-Champs) üçüncü sinemanın açılışını yaptılar. (Yorgo Bozis, Paris’ten Pera’ya Sinema, s.17 ve 29).

     Cine Alhambra (Elhamra)'da gösterilen sessiz film reklamı. 

Meselenin ilginç yanı, sinemanın ortaya çıktığı bu tarihlerde Osmanlı tahtında, en tutucu padişahlardan biri olarak bilinen II. Abdülhamit oturuyordu. Sinemanın çıkar çıkmaz bir İslam ülkesinde kendine alan bulabilmesi onun kararına bağlıydı. Aynı zamanda bir fotoğraf hayranı olan Abdülhamit’in izni olmadan sinemanın halka sunulması pek mümkün değildi. İşte bu noktada Padişahın kızı Ayşe Osmanoğlu’nun hatıratında naklettiği şu bilgiler ilginç olduğu kadar anlamlıdır da:

·   "Saraya sinemayı getiren kişi Padişahı eğlendiren Fransız mim sanatçısı ve sihirbaz Victor Bertrand'dır. Bu zat her sene repertuarını geliştirmek amacıyla Paris'e seyahat ederdi ... O zamanlar sinema günümüze göre çok farklıydı. Gösterilen filmler kısaydı, bir dakikayı geçmiyordu, tabii daha önce fırça ile beyaz perdeyi ıslatıyorlardı. Görüntüler kapkaranlıktı. Buna rağmen yeni bir şey olduğu için hoşumuza gidiyordu." (Ayşe Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, İstanbul, 1960.)

     Tepebaşı Mnimatakia'da üçüncü sinema gösteriminin afişi.

19. Yüzyıl Beyoğlu’sunu sokak sokak, mahalle mahalle sakinlerinin meslek ve isimlerini konu edinen eserler de vardır. Bunlardan biri Jak Deleon’un Pera Hatıratı isimli eseridir. 1881 tarihli Ticaret Yıllığına dayanarak verdiği bilgiler arasında sadece bir sokakta, Ağa Camii’ni Tarlabaşı’na bağlayan Sakızağacı sokağında oturanların meslekleri bile çok şey söylemektedir:

·   Narlian (Tüccar), Ananian (Mimar), Serpos-Eastern Telegraf (Ticari şirket temsilcisi), Souvazoğlou (Manifaturacı), Djelalian (Hekim), Hoffmann (Hekim), Turab (Hekim), Dimitriades (Komisyoncu), Pappadopoulo (Tüccar), Basmadjian (Mimar), Matza Alex (Tahıl tüccarı), Matza (İşadamı), Lagoudaki (Hekim), Mizzi Lewis (Avukat), Baker Paul (Avusturya postanesi memuru), Coundoulides (Tüccar), Liambey (Tüccar), Dimitriades (Kasadar), Karikian (Fransızca öğretmeni), Bossy Victor (Lukemburg Oteli ve Kahvesi), Siegfried (Terzi), Dandolo (Verdi Tiyatrosu), Senac (Anahtarcı), Carbonaro (Berber), Mikebouffa (Kira arabaları). (Jak Deleon, Pera Hatıratı, s. 71).

Peki Pera’da söz konusu olan sadece bunlar mıydı? İslami motiflere sahip hiçbir şey yok muydu denilecek olursa, elbette vardı. Mesela İslam toplumunda en önemli kurumlardan biri olarak varlığını asırlardır sürdüren tekkelerin Pera’daki varlığı bu dönemde oldukça aktif idi.  Özellikle Galata Mevlevihanesi’nde yapılan sema ayinleri pek yaygındı ve yabancıların hayli dikkatini çekiyordu. John Cam Hobhouse (ö. 1869), Yunanistan ve Türkiye'ye Byron ile yaptığı gezileri günlüğünde şöyle anlatılır:

·   "Konstantinopolis halkı (başka bir gerekçe bulunamayacağına göre) eğlenmek için dönme gösterisine akın ediyorlar ... Tüm yabancılar, Hıristiyan şehirlerde tiyatro ve diğer yerlere götürüldükleri gibi, dervişlere götürülüyor." (Brendan Freely, Galata, Pera, Beyoğlu, s. 100-101).

Sanırız buraya kadar verilen örneklerden, 19. Yüzyıl Pera’sının ne kadar canlı, renkli ve çok kültürlü olduğu yeterince görülmüş olmalıdır.

Geriye bu yüzyılda Pera’yı dünyanın göz bebeği yapan siyasal, toplumsal, kültürel koşullara bakmak kalıyor. Bu konuya hasredilmiş yerli ve yabancı çok sayıda kitap ve makale bulunmaktadır. Biz sadece bunlardan birine özellikle işaret edecek ve sonra da Sadaretin uygulamalarının kısa bir değerlendirilmesiyle yazıyı tamamlayacağız.

Dikkat çekmek istediğimiz kitap, İTÜ Mimarlık Fakültesinde profesörlük tezi olarak sunulan ve daha sonra aynı adla basılan çalışmasıyla Nur Akın'ın hazırladığı 19. Yüzyılın ikinci yarısında Galata ve Pera'sıdır. Çalışmayı değerli kılan, özellikle büyük bir emeğin ürünü olarak dönemin Fransız basınını (Journal de Constantinopol, La Turquie, Le Moniteur OrientalAnnuaire du Commerce, Annuaire Oriental ) günü gününe taramak suretiyle neredeyse gün gün Beyoğlu'nda olup bitenleri ortaya koymasıdır. İlgilenmek isteyenler için gerçek bir baş yapıttır.

Özetle söylemek gerekirse; 19. Yüzyılın Beyoğlu’sunu uçuşa geçiren en önemli adımın 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı olduğuna kuşku yoktur. Fermanın ilanının ardından olup bitenleri iki farklı kategoride değerlendirmek gerekir: Biri Payitaht genelinde diğeri Pera özelinde.

Payitahtta Devlet-i Aliye'nin, bu dönemde üst üste attığı adımlardan bazıları eskinin ilgası bazıları da daha önce Osmanlı topraklarında olmayan yeni uygulamalardır. Yeni olanlardan bazıları şunlardı: Mızıka-i Hümayun'un (Konservatuar) kuruluşu; Sıbyan Mekteblerinin (ilkokul), Rüştiye, Mülkiye, Harbiye. Tıbbiye'nin açılışı; Tercüme Odasının, Meclis-i Valayı Ahkam-ı Adliye, Dar-ı Şura-yı Askeri'nin kuruluşları; ilk bakanlar kurulu olan Heyet-i Vükela, ilk bakanlık olan nezaretlerin ortaya çıkışı; ilk genel nüfus sayımı, posta ve itfaiye örgütleri; ilk resmi gazete olan Takvim-i vekayi'nin, Moniteur Ottoman'ın yayımlanmaları; konserler, balolar düzenlenmesi; kıyafet ve tepeden tırnağa giysilerdeki değişim ve daha onlarca devrim niteliğindeki kararlar hep bu dönemde peş peşe uygulamaya sokuldu.

Pera’ya gelince; Galata ile Beyoğlu’nu birbirine bağlayan, Tünel’de, zamanın ilk metrosu 1873 yılında faaliyete geçtiğinde New York’ta, Paris’te, Berlin’de, Leningrad’da, Hamburg ve Tokyo’da henüz metro yoktu. Bir tek Londra’da vardı ve 1863’de faaliyete başlamıştı. Pek çok hamle bundan çok daha önce başlamıştı. Pera’yı daha modern bir kente dönüştürme çabaları, hız kesmeden hep devam etti.   Modern tarz oteller ve pansiyonlar 19. yüzyılın daha başında açılmaya başlamıştı. 1854-1855'te sokak tabelaları yerleştirilmiş, 1857'de sokaklar gaz lambalarıyla aydınlatılmıştı. Kenti polis, posta, itfaiye, haberleşme ve kanalizasyon hizmetleriyle yenileştirmek ve modernize etmek amacıyla 1855'te Tünel'in hemen aşağısında belediye (6. Daire) teşkilatı kurulmuştu.

6. Dairenin kurulması sıradan bir iş değildi. Türkler, tarihlerinde ilk kez bir şehri kurumsal kimliğe büründürüyordu.

19. yüzyıl Pera’sında gezinti yapmaya devam edeceğiz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...