Beyoğlu, 19. Yüzyılda bir altın çağ yaşadıysa bunun biricik nedeni bu koşulları sağlayan Tanzimatın ilanı ve dolayısıyla da onun mimarı Mustafa Reşit Paşa’dır.
1839 yılında ilan edilen Tanzimat ile İstanbul genelinde bir şehir ve imar
hamlesi başlatılmış ancak daha önemlisi o dönemdeki adıyla Pera’ya (Beyoğlu)
özel bir ihtimam gösterilmiştir. Bu nedenle Tanzimat pek çok alanda yeni
düzenlemeler yaptığı gibi belli bir şehir bilinci meydana getirmiştir.
Burada ele alınması gereken iki büyük soru vardır. Birincisi Tanzimat’ta
olup bitenler ikincisi ise niçin daha önce değil de şimdi yapıldığıdır? Fatih
Sultan Mehmet’ten beri devam eden ihtişam dönemlerinde yapılmayan, yapılamayan
işler nasıl oldu da devletin en zayıf ve en güçsüz olduğu bir dönemde
yapılmıştı?
Osmanlı, İstanbul’u
aldıktan sonra kapalı devre bir sürece girmiş, askeri düzen ve savaş ekonomisi dışında
başka bir düzen ve düzeneğe geçememişti. Amerika’nın keşfiyle okyanuslara
açılma ve yeni kıtaların bulunmasıyla deniz aşırı yeni ve bambaşka bir dünyanın
şekillendiği fark edilememişti. Bu nedenle Osmanlı hep bir kara devleti olarak
kaldı. Türklerin denizle olan ilişkisi, Kanuni devrinin Akdeniz’e olan
hakimiyeti ile sınırlı kaldı. Oysa Hollanda, Portekiz, İspanya daha 16.
Yüzyılda dünyanın en uzak bölgelerinde sömürgeler kurmaya başlamışlardı.
Ardından İngiltere, Fransa geldi.
Batı’da yeni
coğrafyaların keşfi yakın bir zamanda pek çok şeyin de değişeceğini haber
veriyordu. Çok geçmeden Reformlar, Rönesans, Aydınlanma ile bambaşka bir evreye
girdi. Batı, tüm karmaşa ve çatışmalara rağmen, altın bir çağa doğru ilerlerken
Osmanlılar yerinde öylece kalakaldı. Olup bitenleri takip etmekte bile
zorlanıyorlardı.
18. yüzyılın sonuna
gelindiğinde dünyanın gidişatını belirleyen iki büyük gelişme oldu: Sanayi
Devrimi ve Fransız İhtilal. Monarşiler birer birer çatırdamaya başlamıştı. Özellikle
Fransız ihtilali ile Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi olarak görülen Kral ve
imparatorlar eski konumlarını kaybettiler. Her yerde özgürlük (liberté),
eşitlik (egalité), kardeşlik (fraternité) mottosu kısa sürede tüm
dünyaya yayıldı. Dünya bir daha eski dünya olmayacaktı. Osmanlı topraklarında
da yüksek sesle hürriyet, müsavat ve uhuvvet sesleri duyulmaya
başladı.
Tam bu dönemde tahta çıkan III. Selim (1789-1808) ve ardından II. Mahmut
(1808-1836)’un Osmanlı padişahları içinde devletin yapısını değiştirme yönünde
en radikal adımları atan padişahlar olması hiç de tesadüf değildir.
Beyoğlu’nu 19. Yüzyıl dünyasının seçkin bir bölgesi yapmaya iten zorunlu
süreç bu koşullar altında başladı. Ancak her ne kadar bu iki padişah dünyadaki
büyük gelişmeler ve değişmeler karşısında yenilik, tecdit, ıslahat yapmayı öngörmüş,
artık eski statik yapıyla devam edemeyeceklerini anlamış olsalar da hanedanlık
ve hilafet ellerini, kollarını bağlıyordu. Dolayısıyla yapabilecekleri fazla
bir şey yoktu, çaresizdiler.
II. Mahmut ölüm
döşeğindeydi. Ölmesi halinde 1823 doğumlu oğlu Abdülmecit tahta çıkmak için gün
sayıyordu. Yeni padişah daha 16 yaşındaydı, Devletin nasıl bir rota takip edeceği belirsizdi.
II. Mahmut’un öldüğü
1 Temmuz 1939’da Abdülmecid aynı gün tahta çıktı. Devlet öylesine sıkışmış bir
durumdaydı ki Kavalalı M. Ali Paşa Nizip’e kadar Osmanlı topraklarını işgal
etmiş, Kaptan-ı Derya Ahmet Fevzi Paşa koca Osmanlı donanmasını Mısır’a götürüp
Kavalalı’ya teslim etmişti. İşte tam bu hengamede, halen hariciye nazırı olarak
Avrupa’da temaslarda bulunan Mustafa Reşit Paşa nihayet beklediği fırsatı
yakalamış oldu. Daha tahta yeni çıkan çocuk yaştaki Sultanı ikna ederek, 3
Kasım 1839’da Tanzimat fermanını ilan etti.
Tanzimat Fermanı, bu
topraklarda kolay kolay görülebilecek bir metin değildi. Tam bir manifesto
niteliği taşıyordu. Gülhane Parkı’ında Fermanı dünyaya ilan eden Mustafa Reşit
Paşa, okuduğu metnin sonunda şöyle diyordu:
Kendinden önceki eski sistemi tamamen değiştirme ve yenileme
anlamına gelen “usul-i atikayı bütün bütün tağyir ve tecdit” ifadeleri
fermanın belki de en can alıcı cümlesiydi. Bunun ne anlama geldiğini anlamak
için Enver Ziya Karal (ö. 1982)’ın o güne dair betimlediği şu satırlara bir göz
atmak yeterlidir:
· “Mustafa Reşit Paşa, 3 Kasım 1839'da sabahleyin evinden çıkarken hane halkı ile helalleşiyordu. O günün akşamı evine sağ salim döneceğinden emin değildi. Giriştiği işte gidip dönmemek ihtimali vardı. Paşa nereye gidiyordu? Uzak ve tehlikelerle dolu bir diyara mı? Yoksa kendisi hakkında verilecek bir idam hükmünü dinlemeye mi? İkisi de değil; sadece Padişahın tebaasına lütfettiği, ihsan buyurduğu bir hatt-ı hümayunu okumaya gidiyordu, işte bu hattı hümayunun, halkta uyandıracağı tepkiden korktuğu için kuşkulu idi.” (E. Z. Karal, Gülhane Hatt-ı Hümayunu, s. 113)
Bu şartlar altında ilan edilen Tanzimat, hiç kuşkusuz Türklerin İstanbul’u
almalarından bu yana gerçekleşen iki büyük hamleden (ikincisi cumhuriyettir)
birincisidir.
Burada Tanzimat’ı tüm yönleriyle değil, onun sihirli bir değnek gibi, bir
kentin dokusuna nasıl temas ettiği, Beyoğlu’nu dünya skalasına taşıyan
şartların neler olduğuyla ilgilenilecektir.
Önce bir durum tespitiyle başlayalım. Osman N. Ergin (ö. 1961),
Tanzimat’tan önce Osmanlı’da kent bilincinin olmadığına şehir sakinlerinin
ikiye bölünmüşlüğüyle işaret etmektedir:
· “Osmanlı Türklerinin Tanzimattan
önceki belediye sistemi benzeri başka yerlerde bulunmayacak bir tarzdadır ve
ikilik göstermektedir. Yani Türkiye’de Tanzimat’tan önce hükumet, belediye
işlerini kendi üzerine almayarak bu işleri görmekte tebaasını serbest bırakmış
fakat onları (İslam olan) ve (İslam olmayan) diye ikiye ayırıp İslamların
belediye işlerini ferde. İslam olmayanlarınkini cemaate gördürmüştür.” (O.
Ergin, Türkiyede Şehirciliğin Tarihi İnkişafı, s. 7)
Bunun anlamı ortada şehri ele alabilecek bir devlet aklı bulunmamasıdır. İşte
bu nedenle Tanzimat bir mihenk taşıdır. Vatandaşa götürülecek hizmetleri
onların inançlarına göre yapmak sadece kolaycılığı kaçmak değil aynı zamanda kabilecilik
anlayışından kurtulamamanın bir neticesidir. Tanzimat, Türklerin asırlardır
yapamadığı belediye işlerini İslam olan ve olmayan tüm vatandaşlarının gücünü
bir potada eriterek, yasal ve kanuni düzenlemeler ile modern bir kente
dönüştürdü.
Bunu anlamak için önce Tanzimat
ve sonrasında olup bitenlerin Beyoğlu özelinde kısa bir kronolojisine bakmak
sonra da bir öncü olarak Mustafa Reşit Paşa’nın bu dönüşümdeki rolü ve
katkısının ne olduğunu görmeye çalışacağız:
1808 tarihli Sened-i ittifak’dan sonra bazı
kıpırdanmalar zaten başlamıştı. 1822'de ilk kapsamlı çalışma olan Kauffer planı
ve 1837’de Moltke planı adıyla İstanbul'un şehir ve imar planlaması yapıldı.
Beyoğlu bu planlamaya göre yeniden dizayn edildi.
1848 yılında I. ve II. Ebniye
Nizamnameleri ile şehrin olmazsa olmaz ilkesi olan yasa ile bina yapımı teminat
altına alındı. Bu nizamnamelerin ardından, bu hükümleri bir araya getiren
Sokaklara Dair Nizamname çıkarıldı. Daha sonra Turuk (yollar) ve Ebniye
Nizamnamesi birleştirildi. Ebniye kelime olarak nihayetinde bina
yapımı anlamına da geldiğinden, çıkarılan yasalar biraz da kargir binaların
yapımını zorunlu hale getirmek içindi.
Yüzyılın daha ortalarına gelmeden
opera ve tiyatro Pera’ya çoktan gelmişti. Ünlü Naum tiyatrosu 1847 yılında
yangın geçirmesine rağmen 1848’de yeniden gösterime başlamıştı.
1852’den itibaren Şirket-i Hayriye
vapurları işlemeye başladı; ilerleyen dönemlerde Beykoz’dan başlayarak
Çengelköy, Tarabya, Baltalimanı, Arnavutköy ve Ortaköy’e konulan günlük
seferler ile tüm İstanbul, neredeyse akın akın Galata limanına oradan da
Beyoğlu’na taşınmaya başlandı.
1854'te Beyoğlu’na sokak tabelaları
yerleştirildi.
1855’de polis, posta, itfaiye,
haberleşme ve kanalizasyon hizmetleriyle yenileştirmek ve modernize etmek
amacıyla Beyoğlun’da
6. Daire adında bir belediye teşkilatı kuruldu. 6. Dairenin kuruluşu sıradan
bir iş değildi. Türkler, tarihlerinde ilk kez şehri kurumsal olarak ele alıyor, şehri ilk kez planlıyorlardı. (Beyoğlu örnek
alınarak daha sonra 1868 de sistemi İstanbul'un tümüne şamil bir belediye
nizamnamesi çıkarıldı. 1877 Vilayet Belediye Kanunu ve ardından 1878 Dersaadet Belediye Kanunu ve nihayet 1878’de İstanbul on belediyeye bölünmüş oldu).
1857'de Beyoğlu sokakları gaz
lambalarıyla aydınlatıldı ve çöpler toplanmaya başlandı. Bazı önemli yerlere, Paris ve diğer
merkezlerde olduğu gibi, özel sektöre kiralanacak büfeler konulmaya başlandı,
Pera’nın çeşitli yerlerine konulacak WC kabinlerinin de sürekli olarak akarsuyu
olması sağlandı.
1858’de yol genişletme ve döşeme çalışmaları başlatıldı.
Yapılan parselasyona göre oyun eğlence, dinlenme mekanları ve okullar Pera’da,
ticaret ve çalışma alanları ise Galata tarafında yoğunlaştı.
1860’lara gelindiğinde oteller, restoranlar
ve pastanelerin sayısı tahmin edilenin üstünde bir rakama ulaştı. Ünlü Pera Palac
bir süre sonra sadece Beyoğlu’nun değil devletin yabancı konuklarını
ağırladıkları en gözde mekan olarak hizmet vermeye başladı.
1863'de tüm İstanbulu Pera'ya taşıyacak Galata köprüsü yapıldı.
1864'de Osmanlı topraklarında hiç görülmeyen kamusal alan, Taksim Pangaltı yolu düzenlemesi "Taksim bahçesi" ile ilk kez park alanı ilan edildi.
1868'de Sultan'ın katıldığı bir
törenle bugünkü Galatasaray Lisesi, Mekteb-i Sultanî adıyla faaliyete
geçti.
Yine bu dönemde daha önce kurulan 6. Dairenin bulunduğu yerde Şişhane meydanı ve ardından Karaköy meydanı ile Pera'nın nefes alacağı alanlar yaratıldı.
1869'da tek hatlı tramvay, Galata Köprüsü'nü geçip Boğaz'ı takip ederek Ortaköy'e kadar gitmeye başladı.
1876'da Karaköy'den Beyoğlu’na,
eskiden Yüksek Kaldırım diye bilinen antik merdivenli sokağı tırmanmaktan
kurtaran Tünel, yani yeraltı füniküleri açıldı.
Tanzimat sonrasına her milletin
kendi gazetesini çıkarmaya başladı. Avrupa basını ise Beyoğlu pastanelerinde,
kıraathanelerinde yakından takip edilir oldu.
Elçilik binaları eski konaklardan
yeni ve daha modern binalara geçerek bambaşka bir Beyoğlu ortaya çıktı.
Kısaca yüzyılın sonuna gelindiğinde bir cazibe merkezi olan Pera'nın nüfusu neredeyse İstanbulun toplam nüfusu kadardı. Bu nedenle Pera'da olup bitenlere şu yorumu yapabiliriz: Tanzimata kadar Osmanlı topraklarında herhangi bir şehir bilincinden, belediyecilikten kesinlikle söz edilemeyeceği gibi asırlarca hoşgörü içinde birlikte yaşama efsanesinin, içi boş bir söylemden öteye gitmediği çok açıktır. Pera’da yaşayan Müslüman, Rum, Ermeni, Yahudi tüm Osmanlı teb’ası mensupları ilk kez belli bir yasa, kanun ve düzenleme ile beraberce Pera modelini meydana getirmişlerdi.
Tüm bunların gerçekleşmesinde kuşkusuz Mustafa Reşit Paşa’nın öncülüğü inkar edilemez. Bununla birlikte tüm yapılanları tek bir kişiye bağlamak da kuşkusuz haksızlık olur. Ancak Reşit Paşa’nın önemi hem kendi döneminde bu reformları sürdürecek kadroları kurabilme becerisi göstermesi hem de kendisinden sonra gelenleri etkileme kudretidir. Reşit Paşanın yetiştirdiği ve kendisinden sonra sadrazam olan Ali ve Fuat Paşaların da İslamcı kimliğiyle bilinen Ahmet Cevdet Paşa ve Sadık Rıfat Paşaların da katkısı büyüktü. Tüm bu isimler bir ekip olarak Reşit Paşa’nın açtığı yolda söz konusu reformların kesintiye uğramaksızın devam etmesini sağlamış ve devleti çağın dışına itilmemesi için büyük bir efor sarfetmişlerdir. Bir süre sonra bu isimlere yine Reşit Paşa silkinden gelen Mithat Paşa da dahil olmuş ve Osmanlıyı 20. Yüzyıla taşımışlardır.
Mustafa Reşid Paşa
Hiç kuşku yok ki 20.
yüzyılda Mustafa Kemal Atatürk’ün pozisyonu ne ise ondan bir asır önce yaşayan Mustafa
Reşit Paşa’nın pozisyonu da aynıdır. Mustafa Kemal, yoktan çıkmış değildir, O da M.
Reşit Paşa silkinin 20. Yüzyıldaki temsilcisidir. O’nun gibi 58 yaşında, aynı
yaşta ölmüş (1858) olması tek benzerlikleri değildir. Yaşadığı dönemde itham
edilme nedenlerinden biri hayli ilginçtir:
· “Padişaha yapılan jurnallerden biri de Reşit Paşa’nın Cumhuriyet
kuracağı ithamıydı.” (B.
E. Manneh, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, s. 345).
Daha başka benzerlikler de
vardır. M. Reşit Paşa’nın en önemli özelliklerinden biri padişah değilse bile padişahlık
kurumunun aleyhinde olduğudur. Paşanın Kavalalı problemi dolayımında yakın
dostlarından bazılarına, devletin başına bela olanın Kavalalı M. Ali’nin değil,
Saltanatın olduğunu söylediği biliniyor. İmparatorluğu
kurtarmanın yegane yolunun “değişmez esaslara müstenit bir iç idare biçimi” (Un
systéme immuablement) tesis etmekten geçtiğini düşünürdu. Şerif Mardin (ö.
2017) Reşit Paşa’yı kendisinden önceki tüm Osmanlı aydın ve düşünürlerinden
ayrıldığını ve ondan önce padişahlığın hiç bu kadar küçümsenmediğini ifade
ettikten sonra şöyle der:
· “Sultan Mahmud’un dar fikirlerine ve kaprislerine işaret ederek, hükümdara ve zımnen, hukuk devletinin çerçevesine girmemiş bir monarşik müesseseye karşı duyduğu istihkarı ifade etmiştir.” (Ş. Mardin, Tanzimat Fermanının Manası, s. 151).
Alında Reşit Paşa’nın, bu tutumunun kökeninde, Padişahlığın bir nevi kanunsuzluk anlamına geldiği, bunu sağlamak için de ortadaki belirsizlikleri belirli hale getirmek, kişilere değil yasa, nizam ve kanun altına almaya çalışmaktır. Reşit Paşa ve dönemini anlatan M. A. Ubicini şöyle diyor:
· “Esasen ıslahatın (Reşit Paşa ıslahatının) meydana getirmek istediği nedir? Islahatın asıl gayesi, en eski zamanlardan beri bu milletin adet ve örf ve an'anelerinde mevcut olanları kanun şekline sokmak ve şimdiye kadar müphem bir formülün veya bir tesadüfün eseri olanları bir vakıa haline getirmektir.” (M. A. Ubicini, Letters on Turkey, 2/132).
Reşit Paşa’nın
düşüncelerine paralel olarak yaptığı en önemli iş, usul-ü meşveret denen, Kuran ve Hadis ile sabit bir hükmü ilk kez kurumsallaştırmak olmuştur. Yapmak
istediği en temel şey; söz konusu usulleri kesinlik kazandırmak, zamanın
değiştiremeyeceği kurumlara bağlamak ve padişahın yetkilerini yasaya bağlamaktı.
19. yüzyılda Reşit
Paşa’nın düşünceleri aslında başka bazı isimler tarafından da dile
getiriliyordu. Mesela bunlardan biri olan Sadık Rifat Paşa’ydı:
· “Bir memlekette ahkam-ı şer'iyye ve kavanin-i mevzua-i hüküm ve nizamdan
ziyade şahsiyata itibar ve riayet olunur ise, ol mahalle temekkün caiz değildir.
… Ve esas-i kavanin ise, herkesin iğrazı nefsiyesini icra edemeyecek surette
tayin ve tahdidi hukuk etmek demektir.” (Abdurrahman Şeref, Mubahasat,
125)
Bu ifadeler modern söylemlerdir ve Osmanlı İmparatorluğu'nda o zamana kadar geçer akçe olan devlet teorisi bakımından bir yenilik teşkil ettiğine şüphe yoktur.
Şimdi M. Reşit Paşa'ya biraz daha yakından bakalım: İlk eğitimini geleneksel ilimleri okuyarak elde etti. İlk hocası babasıdır. Sonra mahalle mektebine devam etti ancak düzenli bir eğitim almadı. Kendi kendini yetiştirdi. Sonunda Babıali kalemine girdi. Reîsül-küttâb Pertev Efendi’nin himayesinde kısa süre sonra Mühürdar oldu. Yazdığı tahrirlerdeki sade üslup ve terkip kabiliyeti ile padişahın dikkatini çekti. Başkatip oldu. Artık onun için yükselme yolları açılmıştı. Ama o bununla yetinmedi, kendini hep geliştirmeye devam etti. Paris’e elçi olarak atandığında ilk yaptığı işlerden biri Fransızca öğrenmekti. Fransızca öğrenmek için kendisine sunulan seçenekler içinde bir bayan hocayı tercih etmesi ise bir Osmanlı Paşasının yapabileceği iş değildir.
· “Mustafa Reşit Paşa, Fransa'nın ünlü edebiyat ve sanat tenkitçilerinden
Jul Janin ile tanıştı ve ondan kendisine Fransızca öğretecek yaşlı bir öğretmen
bulması hususunda yardım istedi. Janin, Paşa'ya Fransızcanın yaşlı bir
öğretmenden değil, fakat genç bir kadından daha esaslı ve çabuk öğrenileceğini
ifade ederek onu Paris operasının yıldızlarından biri ile tanıştırdı. Mustafa
Reşit Paşa, genç, yakışıklı ve zeki idi. Opera yıldızından Fransızcadan başka,
Fransa'nın içtimai hayatı, edebiyat ve sanat hareketleri hakkında birçok şeyler
de öğrenmiş olduğuna ihtimal verilebilir.” (E. Z. Karal, Gülhane Hatt-ı Humayunu, s. 123).
Bu ifadelerden İslam’ın kafire karşı duyduğu eski ve derin nefret, kafir izi taşıyan her şeyi reddetme duygusunun alt edildiğini anlamak mümkündür. Paşa kısa süre sonra, Fransa kralı Louis Philippe ile Fransızca konuşacak kadar dilini geliştirmişti.
Paris elçiliği
görevinin hemen ardından Londra elçiliğine atandı. Burada da da boş
durmadı. Dünyadaki gelişmeleri yakından takip ediyordu. Aklında ise hep kendi
ülkesi ve devleti vardı. Sürekli projeler üretiyordu. Zaman zaman bunu yabancı
entelektüeller ve diplomatlar ile tartışıyordu. Bu vesile ile Avrupalı pek çok
siyasetçi ve diplomat yanında önemli düşünür ve entelektüelleri ile de dostluklar kurdu. Prens Metternich, Palmaerston,
Stratford Canning, Tiyer, Gizo, Pozzodi Bergo gibi Avrupa siyasetine hakim
çevrelerden isimler yanında Silvestre de Sacy gibi önemli oryantalistlerle de vardı.
Ancak bunlar arasında en önemlisi hiç şüphe yok ki August Comte (ö. 1857)’dur. Onunla dostluğunun ne zaman başladığı pek bilinmese de Tanzimatın ilanından çok sonralara kadar devam ettiği kesindir. 19. Yüzyılın bu çok önemli isminin Reşit Paşa’ya özel bir ihtimam göstermesi boşuna değildir. Comte, kendisine yazdığı 1853 tarihli meşhur mektupta şöyle diyordu:
· “Yenilikçi bir sultanın gayretli girişimini sağduyu ile beslemek
suretiyle, yönetiminizin bunda önemli bir katkısı oldu. Osmanlı başkentini
lekeleyen esir pazarını kaldırarak ve tek eşliliğin parlak bir örneğini
vererek, Müslüman uygarlığı için şu anda en büyük önemi taşıyan çifte
ilerlemeyi göstermeniz asla unutulmayacaktır. Batı’da olduğu kadar Doğu’da da
beklenen düşünsel ve toplumsal bir yenilenmenin sistematik olarak şahsımıza
sergilenmesi için gerçek bir filozofu ikna eden özel nedenler işte bunlardır.”
(A. Comte, İslamiyet ve Pozitivizm, s.18)
M. Reşit Paşa aslında
Osmanlı’da daha önce hiç görülmeyen bir Aydın tipini yansıtıyordu. Onun
şahsında sadece Osmanlı topraklarında değil hiçbir İslam ülkesinde
gerçekleşme şansının bulunmadığı tecdit ve ıslahat hamleleri olanaklı hale
geldi.
Reşit Paşa, şer'i makamlardan bağımsız
olarak teşkil ettiği Meclis-i Maarif-i Umumiyye ve Rüşdiye mektepleri sayesinde
bilhassa merkezin emirlerine ve Tanzimat'a bağlı yeni bir kadro vücuda getirmek
istiyordu. Bunda büyük ölçüde başarılı da oldu. Yetişen bu kadrolar, Babıali bürokrasisinden gelen ve daha
çok diplomatlık yapan yeni bir memur silkini temsil ediyordu.
O bir ekip adamıydı. Yetiştirdiği ve himaye ettiği isimlerle yeni bir Aydın tipi ortaya çıkmasını sağlamıştı. Bu yeni Aydın tipi, bizde kendi kendini yetiştiren, eleştiren ve yeni ufuklar aramaya başlayan insanın ilk örneğidir. Hepsi bürokrat ve diplomat bu isimlerden kariyerlerini sadrazamlıkla devam edenler yanında içlerinde kalemi güçlü olanlar da vardı: Ahmet Cevdet ve Sadık Rıfat Paşalar yazdıklarıyla hem dönemin bize ulaşmasını sağlamış hem de bizzat icranın içinde bulunarak inisiyatif almış isimlerdir.
· “19. Yüzyılın yeni aydın-bürokrat tipi, artık
bir restoratör değildi, değişikliğin gereğine inanmıştı. Bu değişiklik
"reform" mu, yoksa "revolutione" muydu? Osmanlı yöneticisi
bu dönem için "inkılap" sözünü kullanmıyor, inkılap sözü bu dönem
için bazı kimseler tarafından çok sonraları kullanılmıştır. Kullanılan söz
"ıslahat"tır, ama bu da pek sevilmez. "Tanzimat" sözcüğü
"reorganizasyon"u karşılamak için kullanılmıştır. Burada
"Tanzimat" sözüyle hukuki yapının ıslahı, kanun ve düzen getirilmesi
kastediliyor. Gerçekten de bu "Tanzimat" deyimi o derece benimsenmiş
ve benimsetilmiştir ki, Osmanlı İmparatorluğu'nun bu dönemini gözleyen
yabancılar bile Tanzimat karşılığı olarak "legislatione" deyimini
yeğlemişlerdir.” (İ. Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 114).
İşte yukarıda bazı yönlerine kısaca temas edilen Paşa hiç kuşku yok ki bu toprakların gördüğü belki de ilk şehir bilincine sahip bir aydın tipini resmetmektedir. O'nun daha Tanzimatın ilanından önce Beyoğlu özelinde kentin mimari yapısı, apartman yaşamı, ahşap evler yerine kargir binaların yapılması gerekliliği ve şehrin başına bela olan İstanbul yangınlarına çare olacak çözümler üzerinde kafa yorduğu bilinmektedir.
Asırlar boyunca cayır cayır yanan bir şehir karşısında
koskoca Cihan devletinin çaresizliği, acizliği gerçekten işler
acısıdır. Koca bir şehir, Devlet-i aliyey-yi-Osmaniye’nin gözleri önünde
yanıyordu ve bu bela bir türlü giderilemiyordu. Oysa sıradan bir belediyecilik
faaliyetinin konusu olan yangınları onlarca sene seyredip bu esnada İstanbul’a
“yek sengine acem mülkü fedadır” kıvamında kasideler dizilmesi ise oldukça ironiktir. Yangınlar bazen tüm şehri
yok edecek boyuttaydı:
· “1655’de İstanbul’da bir ay içinde çıkan üç yangından sadece birinde 80
bin ev küle dönmüştü. (La Baronne, Kırım Harbi Sonrası İstanbul, s.185).
Söylemesi bile zor; 80 bin evin
küle dönmesi, bir şehrin tamamen yok olması, haritadan silinmesi demektir.
Tulumbacılarla bu işin üstesinden gelinemeyeceğini bir türlü idrak edemeyen
Osmanlı başka bir yol denemeyi bile düşünememişti. Yangınlardan Pera’da bundan
nasibini alıyordu. Tanzimat ile birlikte ana cadde her ne kadar ahşap
binalardan azade hale getirilse de hala arka sokakların çoğunda ahşap evler
bulunuyordu. 1870'teki yangında sadece Tarlabaşı tarafında 3.000 bina kül olmuştu.
M. Reşit Paşa daha 1936’larda,
Londra’dan yazdığı bir mektupta, Batı kentsel düzeninin reforme edilerek bizde
de uygulanmasından söz ederken, özellikle bahis konusu İstanbul yangınları
münasebetiyle evlerin bir an önce kargir binalara geçilmesi yönünde kafa
yoruyordu:
· “Bu defa zuhur eden harikten muhterik olan mahaller Dersaadet'in vasatında
vaki pek mu'teber yerler olduğundan kava'id-i hendesiye üzere sokaklara bırakılarak
ve bazı iktiza eden yerleri mümkin mertebe tesviye olunarak tarz-ı nevin ve
resm-i dilnişin üzere kargir evler ve dükkanlar inşasına dair yapılacak
yerlerin nümunesi şeklinde olmak ve herkesi şevk ü hevese getirmek içün
ibtida oradan başlansa bir münasib şey olacağı dekar ise de bunun tanzimü
tersimi fenn-i hendese ve mimaride kemal-i meleke ve malumata mütevakkıf olacağından
bazı evler ve dükkanlar Avrupa'da cari olan tarz-ı cedide göre yapılmak ve bırakılacak
sokaklar sonra medd ü ilave kabul edecek surette hisab olunmak icab edeceğinden
Avrupa'dan bir iki nefer mütefennin mühendis ve mimar celbi lazım gelir.” (M.
C. Baysun, "Mustafa Reşit Paşa'nın Siyasi Yazılan", Tarih Dergisi,
c. XI, 1 5 ( 1960), s. 125)
Reşit Paşa bu mektupta oldukça
yeni fikirlerden de söz etmekte, kaçınılmaz olarak Müslümanların da buna göre
tavır almalarının gereğine işaret etmektedir. Batılıların, yangınlar nedeniyle
Müslümanları aşağılamalarından, onlara aptal muamelesi yaptıklarından dert
yanmaktadır:
· “Aceba memleketinizde taş yok mudur ve tuğla imalini ve kargir ebniye
inşasını bilenler bulunmaz mı' yollu kelamlar ile ehl-i İslamı tahmik
etmekte". (İ. Ortaylı, İstanbul’dan
sayfalar, s. 33).
Kargir binalara geçiş, 1850'lerden
sonra büyük bir hız kazanmış ve bunun en görünür olduğu bölge ise Pera olmuştu. Ancak
bundan önce kargir binaların Pera’da kitlesel ölçeğe dönüşmeden önce
İstanbul’un farklı bölgelerinde bunun örnekleri görülmeye başlamıştı. Boğaziçi'ndeki
ilk kargir bina Ali Paşa'nın 1845 'te yaptırdığı Beykoz
Kasrı'ydı. Yanan Süvari Kışlası (daha sonra Kuleli Lisesi oldu) 1851 'de kargir
olarak yenilenmişti. Dolmabahçe Sarayı da 1853'te yapıldı. Tarihi yarımadadaki
ilk kargir konak 1855'te Suphi Paşa'nın Horhor' da yaptırdığı konaktı.
Ahşap evlerin yerini kargir
binaların almaya başlamasıyla apartman yaşamı da böylece Osmanlı’ya
girmiş oluyordu. Birbirinden güzel apartmanlar yan yana bitişik nizamda Pera’nın
sağına ve soluna doğru yükselmeye başladı. Osmanlı yerleşim birimlerinin en
ayırıcı özelliği olarak gayri müslimlerin oturduğu binalar yan yana iken
Müslümanların oturduğu evler mahremiyet duygusu nedeniyle ise yan yana
değildir. İlla ki arada bir sütre ya da bir bahçe ile bölünüyordu.
Buradaki apartmanların
çoğunun belli bir tarzda olduğu, bugün bile Beyoğlu’nu ziyarete
giden sıradan biri tarafından kolaylıkla fark edilir. Art Nouveau denen bu
mimari stilde, bitki ve hayvan motifleri, geometrik figürler, kadın figürleri,
kıvrılan bükülen çizgiler ve desenler ön plandadır.
Şehir ve toplumsal yaşamın vazgeçilmezlerinden biri olarak apartman yaşamının Pera’da yaygınlaşmıştı. Paşa, apartman hayatı üzerinde de kafa yoruyordu:
· “şu kadar ki Fransa'da bir haneden on-onbeş ve belki yirmi familya
sakin olmakta olduğundan pek cesim ve tenasübsüz olarak ehl-i İslama dahi bu
kadar familyanın bir hanede içtimaı mümkin ve İngiltere'de bayağı memalik-i
İslamiyye gibi her familyanın haline göre bir hanesi olup resimleri dahi gayet
matbu ve tekellüfsüz ve küşayişli idüğüne binaen iş bu iktiza mühendis ve mimarın
İngiltere'den gönderilmesi…” M. C. Baysun, "Mustafa Reşit Paşa'nın Siyasi Yazılan",
Tarih Dergisi, c. XI, 1 5 ( 1960), s. 125).
Beyoğlu
apartmanları için, çoğu kişinin karanlık, çürümüş Batıyı taklit eden bir mimari olarak burun kıvırdığı bu stil aslında zamanın ruhuna uygun bir mimaridir. Zarif el işçiliği ile süslemelerin aynı zamanda çağının ruhunu yansıtan bu mimarlık anlayışı, 19. Yüzyıl ile birlikte doğadan kopmaya başlayan insanın, mimariye yansımasının bir sonucu olarak, belli bir tepkisellikle doğmuş eklektik bir sanat akımıdır.
Batıda başlayan bu akımın Tanrının ve manevi unsurların yaşamdan gittikçe uzaklaşması neticesinde, insan ruhunun karanlık yanlarını da yansıtması bakımından parlak gün ışığının yerine loş ve hatta karanlığı esas alan bu anlayış, daha çok gece yaşamı ve havanın kararmasıyla belirgin hale gelen Beyoğlu için pek de uygundur.
İstanbul’un doğal konumunun
güzelliği ve ihtişamı karşısında, şehir bilincinden yoksunluk Tanzimatla
son bulmuş ve bir süre sonra onun devamı mahiyetindeki Islahat fermanıyla daha
da hız kazanmıştır. 1867 yılında, Islahat-ı Turuk komisyonunun
yayınladığı raporda şöyle deniyordu:
· "(…) Kendini çevreleyen denizdeki yansımasından başka dünyada bir
eşi daha olmayan bu meşhur kent -Yüce Allah onu iyiliksever ve hayır dağıtıcı hükümdarımız
ve hanımıza bağışlasın, bu sokakcıklar labirentinin yarattığı durum içinde
kalmaya layık değildir."
Islahat fermanının ilanına doğru,
Pera daha önem kazandı. Resmi yazışmalara geçen ifadelerde; “bu konular, yani güzelleştirme,
sokakların temizlenmesi ve ışıklandırılması ve inşaat kurallarının düzeltilmesi
sorunları ikincil gözükebilse de yabancıların devlet nizamını ve uygarlığını başkentin
içinde bulunduğu durumla yargılamaları nedeniyle, bunlar önemli ve acil işler
arasındadır'' deniyordu.
İşte böyle bir
süreç sonunda Pera’nın tamamını kaplayan apartman ve kargir binalarıyla, Galata’nın
karşısındaki ahşap İstanbul'a tepeden bakmaya başlaması bu nedenledir.
Yorumlar
Yorum Gönder