Beyoğlu, 19. yüzyılda ne kadar görkemli ve ihtişamlı ise 20. Yüzyıl tam tersine büyük bir yıkım ve felaketler çağı olmuştur.
19. Yüzyılda
Beyoğlu’nu ele alırken şöyle demiştik:
Kişisel ve öznel bir yorum olarak değil, onlarca kayıtla tescil edilmiş olduğu üzere; 10. yüzyılın Bağdat’ı, 12. yüzyılın Kurtuba’sı, 19. yüzyılın İstanbul’u, kendi zamanlarında eşsiz şehirlerdir. Bu üç şehir de döneminin biricik (feridu zamanihi) kentleridir.
Şimdi soralım:
Peki bu üç şehre daha sonra ne oldu?
Bağdat, Moğol saldırıları ile yıkıldı.
Kurtuba, Haçlı saldırıları ile yok edildi.
Peki ya İstanbul?
İşte bu yazıda İstanbul’a ne olduğu, Beyoğlu üzerinden yanıtlanmaya
çalışılacaktır. Gösterilmek istenen ise İstanbul’u ne uygarlık düşmanı Moğollar ne de fanatik din savaşçısı Haçlılar gibi somut düşmanların değil, bizzat bu
şehrin sakinleri, kendi evlatları tarafından yok edilmesinin hikayesidir.
Evet, 20. yüzyıl Beyoğlu için tam bir yıkım yüzyılı olmuştur. Ya da
bir diğer ifade ile İstanbul, Beyoğlu’ndan yıkılmaya başlanmıştır.
Yüzyılın başından itibaren yavaş yavaş, adım adım bir kan kaybına uğrayan
Beyoğlu, yüzyılın sonuna gelindiğinde neredeyse tamamen yok edilmiştir.
Artık o görkemli Pera’dan eser kalmamıştır.
***
Kırılma noktası, I.
Dünya Savaşı’nın başlaması ve buna paralel Ermeni tehcirinin başladığı
1914’lerdir. Bu tarih aynı zamanda, “millet-i sadıka” denen ve asırlardır bir
arada yaşayan Ermeni vatandaşlarının Pera’dan, İstanbul’dan çıkmaya, çıkarılmaya
başladığı yıldır.
Savaşın donunda
Osmanlı yenilmekle kalmamış tarih sahnesinden de çekilmiştir. Yeni kurulan
Cumhuriyet’in bir ulus devlet olması, Beyoğlu’nun kozmopolit kimliğine büyük
bir darbe vurmuştur. Gerçi bu bir zorunlu tercih olsa da özellikle başkentin
Ankara’ya taşınmasıyla büyük bir boşluk doğmuş, yabancı elçiliklerin çekilmesiyle bölge
kuraklaşmış ve iki yüzyıl boyunca elçiliklerin etrafında oluşan
geniş ilişkiler ağı çok büyük yara almıştı.
Sonrasında
yaşanan gelişmeler adım adım yoksunlaşmayı getirdi. İmparatorluk kentinden ulus
devlete geçmenin faturası pahalıya mal oldu. Gelişmelerin tamamı Beyoğlu’nun o eski görkemini yok etmek üzerine bina edildi.
18. Yüzyılın sonlarında başlayıp 20. Yüzyılın başına kadar bir "altın çağ" yaşayan Beyoğlu, beceriksiz ve muhteris siyasetçilerin eliyle
göz göre göre yok edildi.
Bu yüzyılı ve içinde olanları dört döneme ayırabiliriz:
Birinci
dönem, Cumhuriyetin ilanı ile başlar ve İstanbul
başkent olmaktan çıkar. Pera’daki tüm elçilikler Ankara’ya taşınır. Ulus
devletin doğal bir sonucu olarak kozmopolit sevimsiz bir kavramdır artık.
CHP’nin bir kısım yanlış uygulamaları bu
dönemde Beyoğlu’nu yalnızlaştırmaya iter.
İkinci
dönem, 1950’lerde başlar ve Menderes’in öncülük
ettiği imar düzenlemeleri ile devam eder. 1955'te, 6-7 Eylül olayları Beyoğlu’na vurulan
en büyük ve en utanç verici bir darbe ile neticelenir.
Üçüncü
dönem, 12 Eylül 1980 ihtilali sonrasında Kenan
Evren’in şahsında Yeni Türkiye’nin dizayn edilmesi operasyonlarında İstanbul
pilot bölgedir. Bu pilot bölgenin şantiye şefi ise Bedreddin Dalan’dır.
Dördüncü ve son dönem ise 1990'larda RP'li belediyeler ile başlar ve 2000'lerde iktidara gelen AKP ile devam eder. Özellikle AKP dönemi 20. yüzyıl içinde olmadığından ayrı tutulmuştur.
Bu nedenle bu dört dönemden sonuncusu dışarda tutularak, İstanbul’un başına gelen felaketler, Beyoğlu özelinde, arşiv belgelerine dayanılarak gösterilmeye çalışılacaktır.
***
Sultan Abdülaziz, V. Murat, II. Abdülhamit, Jön
Türkler ve nihayet İttihat ve Terakki’nin kontrolünde geçen fırtınalı
dönemlerin ardından yeni bir devlet kurulmuş ve başkent Ankara’ya taşınmıştır.
İmparatorluktan ulus devlete geçmenin doğal bir sonucu
olarak Beyoğlu’nun kaderi de değişmeye başlamış, Pera’daki elçilikler Ankara’ya
çekilince buradakiler de konsolosluk seviyesine düşmüştür. 1925 yılında Pera’nın adı
değiştirilir. Artık Beyoğlu’dur.
1930’lara gelindiğinde
Beyoğlu için şartlar giderek kötüleşmektedir.
Osmanlılık artık ortadan kalktığı için yeni cumhuriyetin altı ilkesinden biri
olan milliyetçilik yükselişe geçmiştir. Cumhuriyet Halk fırkasıyla birlikte bu yeni
dönem Beyoğlu’nu daha da nefes alamaz hale getirir. Dönemin Adliye Bakanı Mahmut
Esat Bozkurt (ö. 1943) şöyle demektedir:
· “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin
kendisi Türk'tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da
hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.” (Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek
Parti, 301
Benzer lafları dile
getiren başkaları da vardır. Almanya’da Hitler’in iktidarda olduğu dönemlerde Başbakan
olan Recep Peker (ö. 1950) de Hitleri aratmayacak düşünceler ileri sürmektedir:
· “Bereket versin ki, en büyük imha vasıtaları ve en
ezici hadiselerle bile bozulması mümkün olmayan tek bir şey, Türk kanı, bütün
bu gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı Türkleri, bu çöküntü içinde kanının
arılığını korudu ve sakladı.” (Peker, İnkılap Dersleri, s. 16)
Beyoğlu'nun, Pera'dan
miras kalan çok kültürlülüğü sürdürmesi, giderek zorlaşıyordu. Kozmopolit bir
kültüre karşı hiç kimsenin hoşgörüsü kalmamıştır.
1942’de Vergi Kanunu ile ödeme yapamayan Beyoğlu’nun son Lavantenleri, Aşkale’ye çalışmak üzere sürgüne gönderilir.
1949’da iktidara gelen Demokrat Parti ve Menderes iktidarının neden olduğu, 6-7 Eylül olaylarının doğrudan ilk muhatabı Beyoğlu’dur. Pera’nın o muhteşem kozmopolit yapısı darmadağın edilir. Çöküş daha da hızlanır.
1960’lı yıllarda Kıbrıs
sorunu nedeniyle Pera’dan kalan gayr-i müslim Rum vatandaşları peyderpey
ülkeden çıkmaya devam ederler.
1970’lere gelindiğinde
Beyoğlu’nun eski hali olmasa bile canlılık emareleri hala vardır. 12 Eylül 1980’e
kadar on sene boyunca, çocukluğumun en güzel yıllarının geçtiği bu bölgede
komşularımızın bir kısmı hala gayr-i müslim Rum vatandaşlarıydı.
1980’li yıllar ile birlikte ülkeyi terk etmeyen azınlıkların geri kalanı bölgeden zorun olarak sürüldüler. Beyoğlu'nu
terk edip, İstanbul'un daha farklı mahallelerine taşınan Pera’nın eski
sakinlerinden geriye çok az kimse kalmıştır artık.
Ara Güler’in objektifinden,
1986 yılını gösteren bir fotoğraf.
90'lar ve 2000’lere doğru tüm ülke bambaşka bir döneme girerken, yüzyılın son on yılı boyunca önce Refah Partisi Beyoğlu İlçe Başkanı, ardından Beyoğlu Belediye Başkanı olan Tayyip Erdoğan'ın siyasi kariyerinin buradan yükselmeye başlamasıyla Beyoğlu'nun inişe geçmesi sadece kaderin bir cilvesi olmalı.
Beyoğlu'nda olan biteni daha iyi anlamak ve yorumlamak için biraz daha yakından, yeniden bakmayı deneyelim.
İkinci dönemin baş mimarı DP ve dolayısıyla Menderestir, demiştik. İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay ise Menderes’in İstanbul’da ki temsilcisidir. Üçüncü dönemin mimarları ANAP ve Özal olsa da aslında bu dönemin simgesel ismi Kenan Evren’dir. Evren-Özal çiftinin İstanbul temsilcisi Bedreddin Dalan nasıl ki Kenan Evren çizgisine daha yakınsa geçmişteki DP iktidarında, Fahrettin K. Gökay da Bayar-Menderes çiftinden Bayar ekolüne daha yakındı.
Bu niçin önemli, çünkü bu iki dönemin İstanbul belediye başkanlarının görev
süreleri bittiğinde mal varlıklarının inanılmaz ölçüde büyümesi ilginç olduğu kadar dikkat çekicidir de. Öyle ki
Fahrettin Kerim Gökay’ın, öldüğünde geriye 630 kadar üzerine kayıtlı tapusu olduğu
söylenir. Dalan’ın ise İstanbul’un en güzel yerlerinde çok büyük araziler
üzerine inşa edilen İstek vakfı okulları ve Yeditepe Üniversitesi buz dağının
sadece görünen kısımlarıydı.
Menderes ve 12 Eylül dönemini diğerlerinden ayıran en önemli özellik, daha önce Beyoğlu'nun kültürel dokusu üzerine yapılan sert müdahaleler, yerini bundan böyle fiziki müdahalelere bırakmasıdır. “Türklerin en iyi yaptığı iş yıkmaktır” sözü doğrulanırcasına.
Atatürk döneminde, şehir plancısı Henri Prost (ö. 1956) tarafından spor, zooloji, botanik ve kültür parkı olarak projelendirilen Vatan Caddesi'nde bir gecede iş makineleri ile 3000 incir ağacının kesilmesi, bulvarın genişlemesi için onlarca tarihi ve kültürel yapının acımadan yıkılması neticesinde geriye armağan olarak kalan "asfalta gitmek" tabiri Menderes döneminin yadigarıdır.
Menderes bizzat kazmayı eline alarak Vatan caddesinden yıkıma başladığında, yolların önüne değil bir ahşap konak, bir cami ya da hamam gibi tarihi yapıtlardan ne çıktıysa duraksamadan hepsini biçmekte tereddüt etmedi. Bunu yaparken, “İstanbul’u bir kere daha fethedeceğiz” diyordu. 1956 yılında çıkarılan imar değişikliği yasası ile İstanbul bir operasyon merkezi haline gelecek ama daha ilginç olanı tarihi yapıları korumak üzere oluşturulan Anıtlar Yüksek Kurulu da bu dönemde faaliyete geçecekti. Sadece imar yasası mı? İstanbul'da belediye sınırlarının büyütülmesi, istimlak yasası, kat mülkiyeti yasası, kente göç, gerçek anlamda gecekondulaşma hep bu dönemin ürünüdür.
Menderes tüm kibarlığına rağmen İstanbul'a ve Beyoğlu'na kıyanların başında gelir. Bir ülkenin başbakanı kendisine İstanbul Fahri Belediye Başkanı unvanı verilmesini niçin ister? Bugün yaşanana olumsuzlukların aynıları o dönemde de yaşanıyordu. Bir dış gezi seyahatinden dönerken Menderes şöyle diyebiliyordu: “Düşündüm de Mısır Çarşısı karşısındaki binayı yıkmaya karar verdim, hemen istimlak muamelelerine başlayın”.
Doğan Kuban Kitabında, Menderes ve F. Kerim Gökay, İstanbul’un geleneksel fiziksel dokusuna hürmet etmemekle suçlanır. Kuban, Beyazıt'tan Aksaray'a doğru açılan yol
güzergahı üzerinde tahrip edilecek mekanlardan biri olan Hasan Paşa Hanı ve
Simkeşhane'yi kurtarmak için hazırladığı bir raporun Fahrettin Kerim Gökay'ın nasıl engellediğini, uzun uzun anlatır. (Bk. Bir Rönesans Adamı, s.
150-151)
Hülasa, Menderes'in, İstanbul’a kötülük yapanlardan biri olarak anılmasını sağlayacak pek çok icraatı vardır. Ancak bunların içinde özellikle Beyoğlu’na öldürücü darbeyi vuran 6-7 Eylül olaylarındaki sorumluluğu çok büyüktür. Beyoğlu tarihinde kara bir leke olarak kalacak bu menfur saldırı nedeniyle, bu ülkenin vicdanı ve özellikle Beyoğlu onu asla affetmeyecektir.
İstanbul’un yıkımı Beyoğlu’ndan başlamıştır dememiz boşuna değildir.
12 Eylül İhtilali ile birlikte artık Beyoğlu tamamen yıkılmaya başlayacaktı. Binalar yıkılıyor, parklar yıkılıyor, sinemalar yıkılıyor. O güzelim Beyoğlu pastaneleri ve kahvehaneleri yıkılıyordu. Her yer toz dumandı.
Bu noktada ihtilalin kudretli generali Kenan Evren’e bir parantez daha açılmak gerek. Her ne kadar kendisinin İstanbul diye bir derdi olmasa
da öncülük ettiği ihtilal pek çok cana kastettiği gibi İstanbul’un da felaketi
olmuştur. Evren’in kültür ve irfan düzeyini yansıtması bakımından, Ankara Atakule’yi yapan
rahmetli mimar Ragıp Buluç (ö. 2020)’un, Kenan Evren hakkında anlattığı
bir anekdot oldukça düşündürücüdür: Bir akşam Çankaya Köşkü Cumhurbaşkanlığı makamından
kendisini bir albayın aradığını, işletilmediğinden emin olunca telefonun karşı
tarafındaki zatın “bu kuleyi yapan mimar sizmişsiniz. Paşa’mızın iki sorusu
var: Biri bu yapı ne zaman bitecek. Diğeri buradan hiç adam düştü mü?” dediğini
naklettikten sonra Buluç sözlerini şöyle sürdürür:
· “İnsan
Çankaya köşkünden, Cumhurbaşkanı sizi arıyor denince heyecanlanıyorsunuz,
aklınıza Atatürk geliyor. Gel seninle sabah kahvaltı edelim der diye bir
beklentiye giriyorsunuz. Ama Adamın (Evren) sorduğu soruya bakar mısınız;
“buradan adam düştü mü?”. Ne yazık ki seviye bu, kalitesizlikten söz edeceksek,
başka kelimeye ihtiyaç var mı?” (https://www.youtube.com/watch?v=x2nC4fTD8J8)
Evet 80 İhtilali’nin kudretli generali Kenan Evren dönemi, bu anekdottan daha iyi özetlenemez.
Evren- Özal ikilisi, İstanbul’un yıkım görevini Dalan’a ihale etmişlerdi.
İlk hamle, Gökkafes ve Galataport adıyla bilinen projeyle geldi. Dalan, 1984 senesinde kıyıdaki geniş bir alanı park ve alışveriş merkezleri yapmak amacıyla ilk kazmayı vurmuştu. Hemen sonrasında Beyoğlu yıkımları başladı.
Arkası çorap söküğü gibi gelecekti, geldi de.
Böylece Beyoğlu, bazen gavurluğu nedeniyle bazen Türk kültürünü yansıtmadığı
için, bazen komprador bir azınlığın simgesi olduğundan, bazen fuhuş ve
uyuşturucu bataklığı olması gerekçe gösterilerek bazen de trafik rahatlasın
gibi eften püften bahanelerle adım adım yıkıma hazırlandı.
Dalan o zaman Beyoğlu’na müdahale için şu gerekçeyi ileri sürüyordu:
· “Bugün
bu yıktığımız yerler genelde birer fuhuş yuvası halindedir. Gündüz bile
oralardan yaya olarak geçmek tehlikeli hale gelmiştir.” (Sanat Olayı,
Sayı: 55, 1986).
Dava ile ilgilenen hakimlere gizlice
yemekler veriliyor ve nemalandırılarak açılan davalar yönlendirilmeye çalışılıyordu.
Koruma kurulu üyelerine baskıyla verdikleri kararların tersine kararlar
aldırıyor ve böylece yıkımların önü açılıyordu. Dalan’a dokunmak mümkün
değildi.
Aslında en
temelde ulus devletin doğal bir sonucu olarak Beyoğlu’nun kozmopolit yapısına
tahammül edemeyen kültürsüz bir zihniyet Devletin başındaydı.
· “Beyoğlu yıkılmalıdır... Çünkü bugün Beyoğlu, artık bu ülkede çirkefin,
suçun, pisliğin ve ahlaksızlığın kaynağıdır... Çünkü bugün Beyoğlu, geceleri
namuslu kadınların yanlarında erkekleri ile bile geçemeyecekleri bir iğrençliğe
bürünmüştür…. Sarhoş buradadır, sapık hurdadır, kadın satan, esrar, eroin satan
buradadır, aşka gelip tabanca bıçak çeken buradadır.” (Erkekçe Dergisi,
7/2, 1987).
Modern dönem sömürgeciliğinin yaptığı gibi, bir ülkeyi sömürü haline getirmenin yolu orayı barbar, yabanıl ve vahşilikle eşitlemektir. Bu nedenle Beyoğlu yıkımlarının ana gerekçesi daima “fuhuş bataklığı” söylemi olmuştur. Bu, büyük rant için sadece küçük bir gerekçeydi.
Oysa asırlar boyu Osmanlının yüzyıllara yayılan başarısının en önemli ayaklarından biri olan Türklerin azınlıklarla birlikte bir şeyi başarmış olmanın adresiydi Beyoğlu. 19. Yüzyılda İstanbul bir dünya kentiyse bunun başarısı sadece Türk unsuruna ait değildir. İmparatorluğu oluşturan halkların tamamına aitti ve o bataklık dedikleri Pera sayesinde mümkün olmuştu.
İhtilalin
ardından, önce basın yayın organlarında, gazetelerde yapılması gerekenler hafif
hafif sufle verilmeye başlanmıştı:
· “Bu
pisliği temizlemenin tek yolu, Beyoğlu'nun o çirkefinin üzerinden buldozerle
geçip, geniş caddeler açmak, çağdaş yapılar ve çağdaş işlevli işyerleri
açmaktır.” (Erkekçe Dergisi, 7/2, 1987)
Ülkenin aydınları,
entelektüelleri de siyasetçiler gibi düşünüyordu. Onlara göre de; fuhuş, esrar
ya da benzer kötülüklerin önüne geçmenin tek yolu orayı buldozerlerle yerle bir
etmekti.
Bizimkiler de öyle de
yaptılar.
Dönemin amiral gemisi Hürriyet'e yansıyan şu ifadeler türler
ürperticidir:
· “İstanbul Anakent Belediye Başkanı Bedrettin Dolan, 'Tarihi eserler
şehir yaşantısına fayda sağlamıyorsa yıkılmalıdır' dedi. Kocaeli Mühendislik
Fakültesi'nde dün 'Belediyecilik' konulu bir konferans veren Bedrettin Dalan,
'İstanbul'da 4700 tarihi eseri yıkarak, yerlerine yollar yapacaklarını’
söyledi.» (Hürriyet, 7 Kasım 1986).
Dalan’ın ileri sürdüğü gerekçe “fayda sağlamak”. Yani Yarar
ilkesi. Aslında Dalan'ın bu cümleleri toplumsal bir bilincin dışa vurumundan başka bir şey değildi. Yararı olmayan şeyi gereksiz görme hastalığı. Bir vazonun üzerindeki
çiçek deseninden ya da bülbül sesinin yararından söz etmek bu topraklar için
hep çok lüks şeylerdi.
****
Şimdi gelin, 20. Yüzyıl yıkım tarihinde, siyasetin ve devletin aldığı tutum karşısında egemen güçleri enforme edecek aydın ve entelektüellerin rolüne bakalım. Türk aydının yıkımlar karşısındaki tavrı da en az siyasiler kadar acımasız ve hoyratçadır:
Gençliğinde Turancı, sonrasında Komünist Parti yöneticisi, 1927’lerden sonra Kemalist olan, Tek Adam, İkinci Adam kitaplarının yazarı Şevket Süreyya Aydemir (ö. 1976)’in Menderes’in Dramı’nda onun hakkında yazdıkları oldukça dikkat çekicidir. Aydemir, Fatih devrinden beri el dokundurulmayan köhne Bizans'a bir şekil verilmesi gerektiğini söyleyerek Menderes’in bu konudaki üstün gayretlerine övgüler yağdırmaktadır:
· “Hatta Menderes'in, gaye itibarıyla, üstün gayretlerinden birini teşkil
eden imar ve istimlakler bahsinde, biraz evvel ve biraz daha ileri gitmesini
temenni ederek, şu Fatih devrinden beri el dokundurulmayan köhne
Bizans'a bir şekil vermesi ne kadar iyi olurdu. Menderes'in kaybından sonra bu
hamlelerin durduğunu ve bugün, Boğaziçi'nin bile acınacak bir ihmalle, hızla
Galata'laştırıldığını düşününce, Menderes'in bu imar, ağaçlandırma ve anayollar
tesisi hususundaki üstün gayretlerini, hüzünle ve takdirle hatırlamamak kabil
değildir. (Ş. S. Aydemir, Menderesin Dramı, s. 489)
Aydemir, Menderes'in heyecan ve karar gücünde bir devlet
adamının olmadığını, O’nun sabahın erken saatlerinde belediye memurlarına yıkım
için nasıl emirler verdiğini nostaljik bir anı olarak yere göğe koyamaz.
· “Bugün de açıkça ifade edilebilir ki, Türkiye'de imar ve şehircilik
bahsinde, Menderes'in heyecan ve karar gücünde bir devlet adamını Türkiye, hala
beklemektedir. Onun, sabahın çok erken saatlerinde, bir taraftan elindeki
sandviçleri yerken, diğer taraftan, henüz sabah tıraşlarını dahi olmamış
belediye imar memurlarına, sokak sokak nasıl emirler verdiğini ve onu, çok
arkadan takip eden otomobilini, bizim mahallelerde de hatırlayanlar çoktur. Bu
çalışmalarının neticeleri. elle tutulur, gözle görülür şeylerdi.
· Bizce Menderes, imar mücadelesinde sokağa açılan ve eserlerini şehre ve
toprağa yazan, tek başvekildir. (Ş. S. Aydemir, Menderesin Dramı, s. 489)
Aslında bu tutum
yeni değildir. 1920’lerin Maarif vekilliği yapmış olan ve Türk ırkının
dışındaki ırkları sürekli küçük gören bir başka Türkçümüz Rıza Nur
(ö. 1942)’un vandallık derecesine varan yıkıp yok etme düşüncesine atıfta
bulunan Murat Belge dönemin Radikal gazetesinde şu anekdota yer verir:
· Örneğin Rıza Nur da “Atatürkçü değildir” ama ilk meclisin hükümetinde
Maarif Vekili'dir ve Yunan-Roma ören yerlerini özellikle yıktırdığını kendisi
anlatır. Şu da anılarından bir bölüm: Karadeniz'de, Topal Osman'la konuşmasını
kendisi anlatıyor: "Ağa, Pontus'u iyi temizle!" dedim. "Temizliyorum"
dedi. "Rum köylerinde taş üstünde taş bırakma!" dedim. "Öyle
yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum" dedi.
"Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz,
bir daha burada kilise vardı diyemesinler!" dedim. "Sahi öyle
yapayım. Bu kadarını akıl edemedim" dedi. Bir bakan, aynı zamanda
milliyetçi. "Kimse burada kilise vardı diyemesin ..." Tiyatro vardı,
gymnasium vardı, tapınak vardı, diyemesin. "Grek" vardı,
"Romalı" vardı, diyemesin. Bu da, bu ülkenin köklü bir milliyetçi
tutumudur. Pek çok Ermeni eserini yok etmek de Atatürk'ün, Hasan Ali'nin, o tip
Atatürkçülerin değil, ama bu tip milliyetçilerin Cumhuriyet tarihi boyunca
yaptığı bir şeydir. Bu vandalizm furyasına, evet, Oğuzhan Asiltürk de “sur
yıkma" projesiyle katılmıştır.” (Murat Belge, "Gene Bizans", Radikal,
15.01.2008)
1948’lerde Sisler Bulvarı isimli şiir kitabını Beyoğlu’nda
yazmaya başlayan; “Karantinalı Despina” şiirinde İzmir’de Rumlarla birlikte
yaşanan eski günlere güzellemeler yapan, dönemin büyük entelektüellerinden Attila
İlhan (ö. 2005), 80 ihtilali sonrasındaki günlerde Güneş gazetesine
verdiği röportajda, özetle Beyoğlu'na beslediği gizli kinini dışa vurur: “yıkın bu gâvur evlerini, bu fuhuş yuvalarını” demektedir:
· “Eski İstanbul yıkılıyor, mahvoluyor' diye düşünenler var. Mahvolan
Pera'dır. Pera'nın da Türklükle alakası yoktur. Bana kalırsa bunların
yıkılmasında hiç sakınca yoktur. Zaten buraların tamamı Ermeni mimarlar
tarafından yapılmıştır. Batı tarzında eserlerdir. Tanzimat ve Meşrutiyet zamanı
yapılarıdır. Dikkat edilirse Ermeni ve Fransız mimarisinin isimleri okunur.
Tamamı taklit yapılardır. Yıkılması çok büyük bir kayıp değildir. Esaret
zamanların eserleridir. (…) Yani tamamen yabancıların oturduğu Osmanlı Devleti
içerisinde Avrupa’yı andıran bu yerler Türk kültürünün ürünü değillerdir.” (Güneş,
22 Mart 1987).
Bu nasıl bir aymazlık ve acımasızlıktır? Pera’nın Türklükle
alakası yokmuş ve buradaki yapıları yapanlar Ermeni mimarlar imiş. İnsan
Allah’tan korkar. Balyan ailesinin bu topraklara kattıklarını (mesela Selimiye,
Davut Paşa, Gümüşsuyu kışlaları, Galatasaray Lisesi, Malta köşkü, Kandilli
Adile Sultan yalısı, Beylerbeyi sarayı, Çırağan sarayı, Dolmabahçe sarayı bunlardan bir kısmı)
görmemek için sadece kör olmak yetmez herhalde vicdansız olmak da gerekir. Oysa o
çok eleştirilen Osmanlı padişahları bu mimar aileye sadece anıtsal değeri olan
yapılar değil, mabetlerini yaptırmıştı. Pertevnihal Valide Sultan Camii
(Sarkis-Hagop Balyan), Ortaköy Camii (Nikoğos Balyan). Atilla İlhan’a göre tüm
bu yapıları sırf Türk ürünü olmadığı için yıkmak gerekiyor.
Bir başka aydınımız, İlhan Berk (ö. 2008) ise her ne
kadar Galata ve Pera üzerine yazdığı kitaplarıyla İstanbul’un
belleğine not düşse de ne yazık ki Atilla İlhan’dan pek farklı değildir. O da
Beyoğlu’nun yıkılmasını Türk olmayan unsurların varlığıyla ilişkilendirmektedir:
· “Buralarda yaşayan insanların İstanbul'da, bu yeryüzü kentinde
yaşadıklarına inanmak olası değildir. Bu insanlar en ilkel koşullar altında
yaşıyorlar. Sokaklarının, evlerinin lağımları bile yok. Küçük ve büyük Ziba,
biraz da Abanoz (şimdiki adı Salah), Şaluzağacı, Karakurum, Basmatulumba,
Çukurzerdali, Karanlıkbakkal sokağı vb sokakların ve bu sokakların küçük
insanlarının bu dünyada yaşadıklarını kimse söyleyemez. Buraları insanlığımıza
layık hale getirilmelidir. Tarih söz konusu edilecekse, yaratan tarih,
tarihtir. Engelleyen tarih değil. (…)
“Eski Beyoğlu dediğimiz bir azınlık komprotorluğu, bir talan, haraç
dükalığıdır. Bu ise hiçbir çiçeği büyütemez.” (Güneş gazetesi, 22 Mart
1987).
Unesco tarafından kendisine edebiyat ödülü layık görülen Melih
Cevdet Anday (ö. 2002) ise hiçbir yerine dokunulamayan bir kentin, hayalet bir kent olacağını
söylemekte ve yıkım işlemlerinin haklı bir gerekçesi olduğunu düşünmektedir:
· “lstanbul Belediyesi'nin Tarlabaşı Caddesi'ni genişletmek için oradaki yapılardan birtakımını istimlak edip
yıkmaya başlaması, bilindiği gibi, olumsuz
tepkilere yol açtı. (…) Burada karşımıza "Tarihsel yapı nedir?" sorusu dikilmektedir. Bu
soruyu, yalnızca mimarlar değil, tarihçiler, düşünürler, bütün sanatçılar yanıtlamalıdırlar. Çünkü tarihin kalıtı, çok yönlü bir değer birikimidir, bu konuda yalnızca zaman ölçütünü göz önünde tutmak, bir
kenti mezar durumuna sokmaktan başka bir işe yaramaz. Hiçbir yerine
dokunulamayan bir kent, hayalet bir kenttir. Öyle ki, o kentin insanları için artık başka bir yer bulmak, başka bir kent kurmak gerekir. Tarlabaşı Caddesi'nin genişletilmesi için girişilen etkinlikler dolayısıyla lstanbul'un tarihsel kalıtından, o caddedeki yapıların dokunulmazlığından söz etmek,
böyle bir hayalet kent yaratma amacına yönelik bir
çaba gibi görünüyor bana. Ne imiş? Onlar seksen doksan
yıllık yapılarmış ... İşte gene zaman ölçütü çıktı karşıtımıza. Oysa o yapıların, seksen doksan
yıllık olması, ille korunmalarını gerektirmez. Bugün
lstanbul, yanlış şehirciliğin doğurduğu
bir
yığın korkunç, tatsız, sağlıksız yapı ile dolmuş durumdadır, bunu biliyoruz. Peki seksen doksan yıl sonra bu yapılar da mı kutsal sayılacak? Bekle seksen
doksan yıl, evin ölümsüz
olsun çıksın! Hatta
böylece evinin onarımını devlete bile yaptırabilirsin. ("Tarih ve Kentler",
Cumhuriyet, 28 Kasım 1986)
Tüyleri diken diken eden bir açıklama. Demek istiyor ki, sadece eski
olmak, korunmaya almak için yetmezmiş. Ne denebilir ki, pes yani.
Adı bugün Beyoğlu’nda bir sokağa verilen, İstanbul’a yazdığı
şiirleri ile de tanınan, Türk sinemasının Turist Ömer’i Sadri Alışık (ö.
1995) da yıkımı savunanlardan bir diğeridir. Niyet aynı, sadece gerekçe farklıdır.
Onun gerekçesi ise Beyoğlu’nun, “lahmacun koktuğu için” yıkılması gerektiğidir:
· “Bir zamanlar susam, parfüm kokan Beyoğlu şimdi lahmacun kokuyor.
Çocukluğumuzda 'Beyoğlu'na çıkmak' diye bir söz vardı. Beyoğlu'na çıkılacağı
zaman olay olurdu. Babamız yeni elbiseler yaptırır, tıraş olur, en şık, en
bakımlı halimizle Beyoğlu'na giderdik. …. Eğer Beyoğlu'na eski havası yeniden
kazandırılacaksa, trafiğe kapatma, Tarlabaşı'nda yıkımlar yapma gibi önlemler alınabilir.»
Klasik Türk aydını tipini yansıtan bir başka örnek Necati
Cumalı (ö. 2001)’dır. Onun gerekçesi ise daha çocuksudur: İstiklal
Caddesi'ne çıkmak isteyenlerin yalnız geçmekten çekindikleri bir yer olduğu
için yıkılmalıdır.
· “Gecenin onunda bile dolmuştan, otobüsten inip ara sokaklardan İstiklal
Caddesi'ne çıkmak isteyenlerin yalnız geçmekten çekindikleri bir yerdir artık.
Bir süre Tarlabaşı'nda yaşadıktan sonra oralardan kurtulanların dönüp geriye
baktıklarında hatırladıkları, komşu odalardan duydukları sarhoş kavgaları,
yalnızlık gözyaşları, kaba dayılık, haraç, kız oğlan demeden koruyucusuz
gençlerin çocuk yaşta kösnünün oburluğuna yem edildikleri acımasız olaylara,
ses çıkaramadan, tanık olmak zorunda kalmanın, utancıdır olsa olsa! Durup durup
çoluk çocuklarını o çevreden uzaklaştırdıkları için sevinirler! Korunulması,
yaşatılması istenilen anılar mıdır bütün bunlar?
· (...) Bu gibiler de
yıkımları önlemeye çalışırken, tarihsel değer savını öne sürüyorlar. İyi ama
tarihsel değer anlayışıyla ne ilgisi var bu vurgun hesaplarının? Böyle olmadık
yerde öne sürmekle tarihsel değer kavramını da yıpratmış, gerektiğinde
savunulması güç duruma getirmiş, inandırıcı olmaktan uzaklaştırmış olmuyorlar
mı?” (lkibine Doğru, 10 Ocak 1987)
Kısaca bugünlere
boşuna gelmedik.
Akıl anlamına gelen Devlet’in aymazlığı ve bir ülkenin aydınları tarafından hoyratça Beyoğlu’nun ve dolayısıyla İstanbul’un başına gelen bunca şey içinde halktan fazla bir beklentiye girmek aşırı iyimser bir tutum olurdu.
Yorumlar
Yorum Gönder