Osmanlı; kanun, yasa, nizamname ile
dolu bir yüzyılı büyük ölçüde onun sayesinde, Tanzimat ile yaşadı. O,
Cumhuriyete kadar tüm Osmanlı toplumunu kanunlaştırma döneminin öncüsü ve belirleyicisidir.
Bu nedenle 1839
yılında ilan edilen Tanzimat anlaşılmadan ve sonuçları iyi analiz edilemeden ne
19. Yüzyıl Osmanlı toplumu ne de yeni Türkiye Cumhuriyeti anlaşılabilir.
Tanzimat fermanı, bir yarı anayasa (semi-constitutional) niteliğiyle, devrini aşmış bir
beyanname olduğunda hiç kuşku yoktur. Burada bizi ilgilendiren 19. yüzyılda Pera
(Beyoğlu) özelinde olup bitenler açısından Tanzimatın neye tekabül ettiğidir. Tanzimat
Fermanı'yla yaşama geçirilen kurumsal reformların yansımaları, geniş ölçekte
kent dokusunda, daha dar ölçekte ise mimaride görülmüş, bunun sonucunda klasik
Osmanlı şehri, üslup ve unsurlarındaki büyük değişim ve dönüşümle çok daha kozmopolit
bir görünüme dönüşmüştür.
Önce fermanın içinde
yer alan maddelerin genel özelliklerine bakalım: Ferman tebaanın yaşamı, can ve
mal güvenliği, mülkiyet hakları, iltizamın ve ona ilişkin tüm suistimallerin
kaldırılması, orduya sürekli ve düzenli asker alınması, suçla itham edilenlerin
adil ve açık yargılanması, kanunların uygulanmasında her dine mensup insanların
eşitliği gibi Osmanlı topraklarında daha önce benzeri görülmemiş yenilikler
içeriyordu. Tüm bunlar, büyük ölçüde Pera’da yaşayan gayri-müslimleri doğrudan
ilgilendiriyordu. Özellikle asırlardır uygulanan şer’i hukukun yetersizliği ilk
defa bu dönemde tüm çıplaklığı ile açığa çıkmış, azınlıklar nihayet
zımmi statüsünden çıkabilmiş ve bu da büyük ölçüde Pera’ya yansımıştır.
Gülhane hatt-ı hümayununun ilanından sonra şehrin fiziki dokusunda ve yaşam biçiminde büyük değişmeler görüldü. Topkapı Sarayı, Babıali denen Sadrazam Konağı, Süleymaniye'deki Ağa Kapısı ve Şeyhülislamlıktan başka belli başlı resmi bina tanımayan İstanbul, ilk kez nezaretler (bakanlıklar), devlet daireleriyle dolmaya başlamıştır. Pera’da ise bankalar ve ticarethaneler, mağazalar, restoran ve kafeler ve her şeyden önemlisi kargir binalar yükselmeye başlamış, kaldırım, suyolu inşaatı ve genişletilen caddelerle tüm İstanbul bir şantiyeye dönüşmüştür.
Şehir ilk kez belli bir plana göre düzenleniyordu,
ilk park (Tepebaşı) bu dönemde yapıldı. Karaköy ve Eminönü köprüyle bağlandı,
şehirde iskeleler arası vapur seferleri başladı. Beyoğlu bölgesi geliştikçe
sınırları daha da genişledi. Bir Pera burjuvazisi oluştu.
Peki Tanzimat fermanı tüm bu
olanları nasıl sağladı? Bunun için metnin muhtevasına daha yakından bakmak
gerekiyor. Ferman bir özeleştiri ile başlıyor ve asırlardır süregelen Osmanlı
devlet ve toplum yapısının kısa bir eleştirisi yapılıyordu. Asırlardır
Kur’an’ın hükümleri ve şeri kanunlar ile yönetilen devletin bir darboğaza
girdiği fermanın daha en başında üstü örtük bir şekilde belirtiliyordu:
Bu ifadelerin hemen ardından devletin
en az bir buçuk asırdır gittikçe kötüleşen bir süreç yaşadığı belirtiliyordu:
· “Yüz elli sene vardır
ki, gava'il-i müteakibe ve esbab-ı mutenevvi'aya mebni ne şer'-i şerife ve ne
kavanin-i münifeye inkiyad ve imtisal olunmamak hasebiyle”
Bu ifadeler son derece önemlidir. Zira
tedavinin işe yaraması için önce doğru teşhis konulmalıdır. Bugün bile hala
Osmanlı ile böbürlenmeyi marifet sayan çok geniş bir kitle, Tanzimattan
yaklaşık yüz sene önce Lale Devri (1718-1730) olarak bilinen dönemi yüceltip bu
dönemi Osmanlı’nın başarı hanesine yazarken, bu döneme son veren bir hamamcı
tellağının (Patrona Halil) koca devleti nasıl perişan ettiği görmezden gelinir.
Oysa M. Reşit Paşa ve arkadaşları hiç de aynı kanaatte değildir. Fermanda, Osmanlının
büyüklüğünün simgesi haline getirilen Lale devri de dahil, son 150 sene devletin
en berbat ve kötü dönemi olduğu açık yüreklilikle kabul ediliyordu.
Tanzim(at), kelimenin köküyle ilişkili olarak nizam,
yasa, kanun, yönetmelik anlamlarıyla bu topraklarda ilk kez tanrısallıktan
çıkarak insani bir eylem olarak yazılı yasa anlamına geliyordu. Bu, yeni bir
devrin başlangıcıydı. Buna göre tanrısal olmayan, insanın yaptığı yeni yasa ve kanunlara
(kavanin) şiddetle ihtiyaç vardı ve bu metnin tamamında hissediliyordu:
· “Bundan böyle Devlet-i Aliyye ve memalik-i mahrusatımızın hüsn-i
idaresi zımnında b'azı kavanin-i cedide vaz' ve tesisi lazım ve mühim
görünerek”
· “Her bir kanun karargir oldukça ila-maşallahu teala düsturü'l-amel
tutulmak üzere”.
· “Bu kavanin-i müessisenin hilafına hareket edenler..”
· “Bu kavanin-i nizamiyye hasıl olmadıkça tahsil-i kuvvet ve m'amuriyyet ve asayiş ve istirahat mümkün olmayup…”
Can ve mal güvenliğinin artık padişahların iki
dudakları arasında olmaktan çıkıp, yasa ile güvence altına alınacağı fermanın
en devrimci maddelerinden biriydi:
· “Dünyada candan ve ırzu namustan eazz bir şey olmadığından…”
· “Bi'lakis can ve namusundan emin olduğu halde dahi sıdk u istikametden ayrılmayacağı…”
Devletin, sorgusuz sualsiz sıklıkla
baş vurduğu kelle koparma ve zehirleme gibi kanun dışılıklar yasaklanacak ve bir
kurala bağlanacaktır:
· “Ber-veçh-i tedkik görülüp hükmolunmadıkça hiç kimse hakkında hafi ve celi
i'dam ve tesmim mu'amelesi icrası ca'iz olmamak…”
Bir şehrin gelişmesinin yegane
ölçütü olan mal ve ticaret özgürlüğü teminat altına alınacaktır:
· “Herkes emval ve emlakine kemal-i serbestiyyetle malik ve
mutasarrıf olarak..”
Osmanlının en yaygın
uygulamalarından biri olan müsadere kaldırılacaktır. Bundan böyle sorgusuz
sualsiz kişinin mal varlığına el koyma, çocuklarına miras bırakamama uygulaması
artık tümden kaldırılacaktır:
· “Anın malını müsadere ile veresesi hukuk-ı irsiyelerinden
mahrum kılınmamak ve tebaayı
saltanat-ı seniyyemizden olan ehl-i İslam ve milel-i saire bu müsa'adat-ı şahanemize
bila-istisna mazhar olmak üzere”.
Osmanlı ülkesinde ilk defa bir
Şehrin imarına ilişkin ifadeler çok açık olarak fermana giriyordu:
· “Emniyyet-i mal kaziyesinin fıkdanı halinde ise herkes ne devlet ve ne
milletine ısınamayıp ve ne 'imar-ı mülke bakamayıp da'ima endişe
ve ıztıraptan hali olmadığı…”
Asırlardır süren ve halkın iliğini kemiren iltizam
kurumu kaldırılacak, çeşitli isimler altında alınan vergiler, yerini
herkesten geliri oranında alınan bir vergiye bırakacaktı:
· “Hiç bir vakitte semere-i nafiası görülmeyen iltizamat usül-ı
muzırrası el-yevm cari olarak (….) ve zulümden ibaret olmasıyla badezin
ahali-i memalikten her ferdin emlak ve kudretine göre bir vergi-i münasib
t'ayin olunarak kimseden ziyade şey alınamaması”
Yüksek bürokratlara verilen her
tür hediyelerin kabul edilmemesi ve bilhassa rüşvet alanların
cezalandırılacağına vurgu yapılıyordu:
· “onlar dahi tanzim olunacağından şer'an menfür olup harabiyyet-i mülkün
sebeb-i azamı olan rüşvet madde-i kerihasının
fima-bad adem-i vuku'u maddesinin dahi bir kanun-ı kavi ile te'kidine bakılsın.”
3 Kasım 1839 tarihli
Tanzimat Fermanı.
(BA, İrade-Mesâil-i
Mühimme, nr. 24)
Peki tüm bunlar ne anlama geliyordu. Bunu daha iyi anlamak için önce şehrin en temel niteliğine, bu
düzenlemelerin Pera için niçin yaşamsal değerde olduğuna bakmak gerek.
Şehrin en temel ilkesi kozmopolitizm’dir.
Buna göre şehir, bir toplumun kendine benzemeyenlerle bir arada yaşayabilme kabiliyetidir.
Çok dilli, çok dinli, çok kültürlü bir toplumsal dokunun yaşayabildiği yerin
adıdır şehir. Antik Yunan’da beri bu böyledir. Orta çağın tüm önemli şehirleri
kozmopolitti: Bağdat, Kurtuba, İskenderiye, Antakya, Harran, Cündişapur böyleydi.
Yeni çağ’da da Amsterdam’ın öncülük ettiği önemli şehirlerin tamamı
kozmopolitti. Bugün de şehrin olmazsa olmazı bu biricik ilke nedeniyle New York, Londra, Paris, Helsinki,
Brüksel metropol şehirlerdir.
İşte bu nedenle Tanzimat’ın yukarıda dile
getirilen devrimci kararlarının neredeyse tamamı kozmopolit bir şehir bilinci
yaratmaya yönelikti. Bunun için M. Reşit Paşa ve arkadaşlarının zihninde tüm
İstanbul olmasa da bir pilot bölge olarak Pera’nın bu iş için en uygun bölge
olduğunda hiç şüphe yoktur.
19. asra kadar sürekli iç
ayaklanmalara maruz kalan Osmanlı, Tanzimat'la birlikte yüzyılın sonuna kadar
herhangi bir iç ayaklanmaya sahne olmaması tesadüf
olmamalıdır. Bunu belli bir şehir bilincinin gelişmesi ve kent alanına bir düzen
verilmeye başlanması olarak anlamak da mümkündür.
Tanzimat ile birlikte şehirle
ilgili üst üste kanunlar çıkarıldı. Ebniye nizamnameleri, ticaret kanunları,
ceza kanunnameleri ile şehrin daha yaşanabilir bir yer haline gelmesi için çok çaba sarfedildi.
M. Reşit Paşa ve Tanzimat’ın önemi, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin
göçmen sorunu karşısındaki tutumu ile kıyaslandığında daha iyi anlaşılır. Paşa,
1848 tarihinde mülteciler meselesindeki tutumu ile ne denli büyük bir
diplomat ve devlet adamı olduğunu göstermiştir. Pera’ya sığınan yabancılar
arasında özellikle Macar ve Polonyalılar oldukça büyük bir nüfus oluşturması
karşısında Rusya ve Avusturya ile ciddileşen siyasî kriz, İngiltere ve
Fransa’nın dayanışmasını sağlayarak aşılmıştı. Doğrusu daha başka Avrupalı
sığınmacıların İstanbul’a geldiklerinde uzun süreli bir yaşam alanına sahip
olmalarının tek yolu, Pera’yı buna göre dizayn etmekti.
Yüzyılın sonuna kadar Pera,
Batıdan gelen göçmenler için hep bir cazibe merkezi oldu. Bu yüzyıldaki
İstanbul’da nüfus hareketlerini inceleyen araştırmacılar bunun nedenini; büyük
ölçüde Avrupa ve Rusya'daki kargaşadan kaçanların güvenli bir liman olarak
gördükleri İstanbul’a akın etmelerine bağlamaktadırlar. Mesela yapılan bir
araştırmada, Tanzimatın ilanından yüzyılın sonuna kadar İstanbul’a gelip yerleşen
100.000 kişinin gayrimüslim olduklarını, bunların çok büyük bir bölümünün de Avrupalı tüccar ve yatırımcılara tanınan diğer haklardan yararlanmak için İstanbul’a
geldikleri söylenmektedir. (Bk. Stanford Shaw, "The Population of lstanbul
in the Nineteenth Century," International Journal of Middle East
Studies 10, 1979, s. 265-77).
Ancak yapılanlar hiç kolay olmadı.
Çünkü yapılanlar Osmanlı toplumu için çok yeni şeylerdi ve İslam toplumunda yeni şeylere
karşı daima bir alerji duyulmuştur. Asırlardır yeni ve yeniliğe dönük her hamle
“en kötü şeyler yeniliklerdir. Her bidat (yenilik) dalalettir, her bidat
günahtır ve her günah cehenneme götürür” hadisi karşısında geri adım atmak zorunda
kalmıştır.
Ancak Sultanın da desteğini alan Mustafa Reşit Paşa’nın geri adım
atmaya pek niyeti yoktu. Dolayısıyla muhaliflerinin bu konudaki her hamlesini
boşa çıkardı. Tanzimatın ilanıyla harekete geçen çevreler, özellikle çıkarları zedelenen başta ulema olmak üzere, ayan ve
hatta valilerin yanında çok geniş bir kesim, şeriatın çiğnendiğini ve
Müslümanların “gavur”la eşit hale geldiğini söyleyerek halkı sürekli
tahrik ediyordu.
Aslında buradaki sorun, en temelde
kişilerle ilgili olmayıp bir dünya görüşünün sorunları çözme kapasitesinin iflas etmesi nedeniyle, doğrudan sistemle ilgiliydi. Sistemin en temelinde
şeri kanunlar yer alıyordu. Çünkü şehre ilişkin konular
fıkıh ilminin ilgi alanına girse de bu disiplin konu hakkında pek az
hüküm içeriyordu. O az olan hükümler de hiçbir zaman derde deva olamıyordu,
olamazdı da. Çünkü mesela
İslam hukuku denen fıkıh, tüzel kişiliği tanımıyordu. İslam tarihinde, tüzel
kişilik olarak tanımlanmış bir şehir bulmak neredeyse imkansızdır, oysa şehir
bir tüzel kişiktir.
Şeri kanunlar iki sınıf zümrenin
tekelindeydi. Fakihler ve kadılar. Fakih ahkamın teorisi ile
ilgilenirken kadı ahkamın pratik kısmıyla ilgileniyordu. Çoğu zaman da
infaz için asker (Yeniçeriler) ile iş birliği yapıyordu. Dolayısıyla kadılar
daha politik bir kimliğe sahipti. Ancak sorun sadece fakih ve kadılar ile
ilgili değildi. Teori ve pratik yanıyla sistemin tamamı sorunluydu.
Şehirle ilgili konular
yargı işlerinin yanı sıra kadılara bırakılmıştı. Dolayısıyla, binaların yüksekliğini ve sokakların genişliğini belirlemek gibi
birçok belediye görevi kadıların uhdesindeydi. Kadı aynı zamanda hem vali hem
belediye başkanı hem de hakim görevini yürütüyordu. Şehrin taksimatında ise
semtlerde kadı naibi, mahallelerde imamlar yürütüyordu. Pera bölgesinin imar
işleri, İstanbul’daki dört kadılıktan biri olan Galata kadısına bırakılmıştı. Galata kadısı ise tüm bu görevleri evinden yürütüyordu. Bir
makamı bile yoktu. Aslında Osmanlı topraklarında
Tanzimata kadar herhangi bir mahkeme binasının bulunmaması, kurumsal bir devletin varlığı
kadar şehrin varlığını da şüpheli hale getirir.
Osmanlı hukukunda şeri hukuk’un
yanında bir de örfi hukuk denen Padişaha çok geniş yetkiler tanıyan
ikinci bir uygulama vardı. Örfi hukuk da aslında dini temelliydi ancak fıkhın
ilgilendiği şeri hukuktan çok daha fazla yaptırıma sahipti. Örfi hukuk'tan
kaynaklanan ve genel yükümlülükler getiren her kent nizamnamesi kadıların ve fakihlerin
iş birliğiyle belli bir süreç içinde rafa kaldırılıyordu.
Mesela ticarete ilişkin Şeri
kanunların hükümleri hiç yenilenmediği gibi pek işlevsel de değildi. Ebu Hanife
ile birlikte adeta dondurulmuştu. Yeni bir hükümle karşılaşılınca en fazla
yapılan işlem bir kıyas ameliyesinden ibaretti. Bu dar çıkmazdan kurtulmanın imkânı yoktu. İçtihat kapısı zaten asırlardır kapalı olduğundan kimsenin
yeni bir hüküm ortaya koyma cesareti de yoktu, kapasitesi de. Mesela bu
yüzyılın en büyük hukukçusu olarak kabul edilen Ahmet Cevdet Paşa’nın Mecellesi
bile öncesine göre bir ilerleme kabul edilse de bu yönüyle revizyonist bir
niteliğe sahip değildir.
Oysa koskoca devlet Galata
bankerlerinden borç para alacak duruma düşmüştü. Pera’da bir süre sonra ilk
Osmanlı bankası açılmıştı. Burada gelişen ticari faaliyetler geliştikçe Galata bankerleri daha da önem kazandı. Para sirkülasyonu artık şer'i
kanunların ölçütleriyle kontrol edilemiyordu.
Bu, yeni bir durumdu. Mahkemelerde gayri müslimler, ola ki bir Müslümanla
ticari faaliyetten ötürü davalı olsa, şahit olarak bile kadının önüne
çıkamıyordu.
Ticaret kanunnameleri, M. Reşit
Paşa’nın en fazla emek verdiği bir alandı. Daha Tanzimatın ilanından bir yıl
önce 1838’de İngilizlerle yapılan Baltalimanı
Ticaret antlaşması Paşa’nın ilk önemli adımlarından biriydi. Ertesi yıl
ticaret, sanayi ve tarımı geliştirmek amacıyla çalışmalar yapılmak üzere
Ticaret Nezareti (bakanlığı) ve aynı yıl içerisinde bir de Ticaret mahkemesi
kuruldu. Tanzimata kadar hiç el atılmamış konulardan biri olarak
ticaret, O’nun yoğun çabaları ve gayretleri neticesinde büyük ölçüde Pera’yı da etkiledi. Direnç
gösterileceğini biliyordu ama yılmadı, kararlılıkla meselenin üzerine gitti. Bu
yeni kanunun Şeriattan bir sapma olduğunu ileri süren ulemanın tepkileri
neticesinde kanunun çıkarılması ertelendi. Reşit Paşa tasarıyı bu defa 1841’de
yeniden Meclis-i Vala'ya getirdi. Benzer itirazlar burada da
dillendirildi ancak Reşit Paşa ısrar etti, yine geri adım atmadı. Görüşmelerden
birinde, hazır bulunan ulemaya karşı, kendinden emin, büyük bir kararlılıkla
şöyle diyordu:
· “Şeriatın bu işlerde bir dahli yoktur.” (B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 110).
Bu cesur çıkış, aslında şeri kanunların iflas ettiğinin, İslam hukuku denen fıkhın artık hiçbir derde deva olamayacağının bir Osmanlı Paşasının ağzından oldukça nazik bir şekilde ifade edilmesinden başka bir anlama gelmiyordu.
Geleneksel fıkıh sadece ticaret konusunda değil, ceza hukuku yanında toplumsal konularda da derde deva olacak gibi değildi. Fıkıh, bireyin mülkiyet haklarını koruyordu; oysa daha önce bina yapılmamış bir alanda inşaat yapmayı mümkün kılacak ne bir düzenleme ne de yasa vardı. Ya da yüksek binalarda saçak veya çıkma olması halinde kamu alanı ihlallerine dair bir hüküm bulmak ancak çok zorlama tevillerle mümkündü. Yüksek bina yapımına temelden karşı çıkan (bina ile zinayı eşleştiren) hadislerin dolaşımda olduğu bir zeminde zaten bu mümkün de değildi.
Pera özelinde sorunlardan biri de çıkmaz
sokak meselesiydi. Geleneksel fıkıh hükümlerine göre; sokak sakinlerinin
anlaşarak çıkmaz sokağın girişine kapı yaptırıp burayı dışarıdan gelenlere
kapatmaları mümkündü. Bu statü özel kişi haklarının kamu hakkına önceliğini
gösteriyordu. Çıkmaz sokağın içine doğru ilerledikçe alan daha da özelleşiyor,
sonuna gelindiğinde ise en dipteki mal sahibinin özel mülkü oluyordu. Bu mal
sahibi ise genellikle sokağın en itibarlı kişisiydi ve yapılacak başka bir şey
de yoktu. Hüküm sadece örfi hukuk denen Padişahın yetkisiyle değişebilirdi
ama Sultan’ın bu işlere ayıracak ne zamanı vardı ne de bilgisi.
Şehiremini, Tanzimat’tan önce
de vardı. Ancak bu makam, muhtemelen Bizanslılardan kopya edilmiş ve devletin
bu kurumu geliştirme yönünde herhangi bir dahli olmamıştır. Bir tür belediye
başkanı anlamına gelen Şehremini, Tanzimata gelinceye kadar uygulamada hiçbir
fonksiyona sahip değildi. Adı vardı, kendi yoktu. Daha çok sarayın işlerini yürütüyordu. Temel
görevleri arasında; sarayın mali gözetimi, yiyecek, içecek ve diğer saray
ihtiyaçlarının sağlanması, sarayın şehirdeki binalarının bakım ve onarımıydı. Şehremini de
Tanzimat ile birlikte kurumsal bir kimliğe kavuşabildi.
Tanzimat’ın İstanbul’a, daha özelde Pera’ya en önemli
katkısı, özgürlük ve vatandaşlık kavramlarının ilk kez
kullanılmaya başlamasını sağlamasıdır. Bu iki kavramın bu
topraklar için ifade ettiği anlam bugün bile hala büyük bir sorun iken, 1839 şartlarında hele ki padişahlık altında bir ülke için hayal bile
edilemeyecek ileri adımlardır.
Fransız ihtilalinin armağanı olan özgürlük
(liberté), yaklaşık çeyrek asır sonra Osmanlı topraklarında sürgün veriyordu. Asırlardır
zımmi statüsünde, teb’a ve reaya olarak yaşayan Rum, Ermeni, Yahudi ve
diğer tüm gayr-i müslimler, fermanın açtığı özgürlükler dolayımında rahat bir
nefes aldılar.
Aslında sağlanan özgürlükler
sadece yabancılar ve gayr-i müslim vatandaşlar için geçerli değildi. Müslüman
tebaa için de söz konusuydu. Padişahın buyruğunun Tanrı’nın sözüne koşut kabul
edildiği; astığı astık, kestiği kestik dönemler geride kalıyordu artık. Sadece halk için değil devlet bürokrasinin yöneten paşalar ve vezirler
de nispeten rahat bir nefes aldılar. Ünlü Fransız şair ve siyasetçi Alphonse De Lamartine (ö.
1869) buna dikkat çekerken özellikle “kılıç ve ip korkusu”na bilhassa vurgu
yapmaktadır:
· “Şimdi herkes geleceğe daha güvenle bakabiliyor; kılıç ve ip korkusu, devlet adamlarının uykularını kaçırmıyor. Gözden düşmek mutlaka ölmek, sürgüne yollanmak, tüm varlığının elinden alınması anlamına gelmiyor.” (N. Güngör, Şehr-i Şirin, s. 107).
Tanzimat, müsadere’ye karşı,
muhakemesiz idam ve zehirleme hükümlerine karşı garantiler verirken her şeyden önce
idare başındaki sorumluları da korumaya aldı. Tanzimatın ilanından üç ay kadar önce
Reşit Paşa’nın da hamisi olan ünlü Pertev Paşa’nın boğdurularak öldürülmesi
hatırlandığında asırlardır süregelen keyfi idare ve Saray istibdadının önüne
geçilmesi böylece mümkün oldu. Mustafa Reşit Paşa gerçekte Padişah'ın
otoritesini ve karar verme yetkisini fiilen bürokrasiye devretmek istiyordu. Bu
nedenle padişahın iki dudağı arasındaki keyfilikten, yasaya ve kanuna bağlı bir
yönetime geçilmesi arzulanan tek şeydi.
Tanzimat bir şehir olarak İstanbul’un önünü açmakla kalmamış ardından gelen ve onun bir devamı olan Islahat Fermanı ise adeta sadece Pera için çıkarılmıştı, denebilir. Zira
Islahat Fermanı ile asırlarca İslam hukukunun öteki (ğayr-ı müslim) olarak algıladığı
kesimler, ikinci sınıf vatandaş olmaktan tamamen çıkmış, normal vatandaş
statüsüne geçmişlerdir.
Vatandaşlığa, yani her dinden
tebaanın eşitliği ilkesine, geleneksel çevreler öyle büyük tepki verdiler ki ulema
Tanzimat bürokrasisini "küfürle" suçlayan fetvalar bile çıkardı. Bu
fetvaların gerekçesi ise her
zaman ki gibi, Beyoğlu’nun bir “fuhuş ve kumarhane bataklığı” söylemiydi.
Devletin resmi tarihçisi Ahmet Lütfi Efendi’nin şu ifadeleri bunun kanıtıdır:
· “Hamdolsun İstanbul'un sair semtler ahalisi, Beyoğlu gibi Avrupai (!)
olmadıklarından, daireleri dahilinde fuhuşhane ve kumarhaneler
açılmadı.” (İ. Ortaylı, İstanbuldan sayfalar, s. 86.)
Oysa bu yargı kesinlikle doğru
değildi. Balat’ta, Kumkapı’da ve daha başka bölgelerde fuhuş da vardı,
kumarhane de. Bu tür söylemler bilinçli olarak gündeme getiriliyordu. Eşit
vatandaşlık hakkını bir türlü hazmedemeyen tutucu çevreler aradıkları desteği
pek bulamamış olmalılar ki Islahat fermanında
bu durum çok daha belirgin hale getirildi:
· “Saltanatı seniyyemizin tezyidi kuvvet ve miknetini ve revabıt-ı kalbiye-i vatandaşi
ile birbirine merbut olan ve nazar-ı ma'delet-eser-i müşfikanemde müsavi
bulunan kaffe-i sunuf-ı tebaa-i Şahanemin her yüzden husul-i temamii saadeti
hal ve memaliki Şahanemizin mamuriyetini müstelzim olacak esbab ve vesailin an
be an ilerlemes.” (Islahat Fermanı giriş kısmı )
Osmanlı topraklarında yaşayanlar artık bir teb’a ve reaya
olarak değil özellikle vatandaş olarak tanımlanıyordu. Saltanatın
güçlendirilmesinin önemi tüm tebaanın vatandaşlık bağı ile kalben birbirine bağlı
oldukları (revabıt-ı kalbiye-i vatandaşi) ve tebaanın tümünün eşit olduğu
vurgulanıyordu. Bu ifadenin metne dahil edilmesi devrim niteliğindeydi ve Pera
başta olmak üzere azınlıkların yaşadıkları yerleşim bölgeleri için kastedildiğinde
en ufak bir tereddüt yoktur.
En doğal vatandaşlık hakkından bile
mahrum olan gayri müslimler böylece daha önce hareket alanlarının alabildiğine
kısıtlandığı bir dönemden eşit vatandaşlık ve özgürlük ortamında
serbestçe gelişimlerini sürdürdüler. Oysa daha yüzyılın başlarında İstanbul’da birkaç tane olan atlı arabalara saray mensupları dışında
sadece Şeyhülislam ve Sadrazam gibi ayrıcalıklı sınıfa mensup kişiler
binebiliyordu. Tanzimat ile birlikte Beyoğlu’nda bir anda büyük bir patlama yaşandı
ve artık gayri müslimler de rahatça bu atlı arabalara binebiliyorlardı.
Ne var ki Ahmet Cevdet Paşa gibi
Tanzimat modernleşmesine karşı olmayan cevval bir zekanın anlatımları bu
konudaki genel tutumu aksettirmesi bakımından pek içselleştirilmiş
görünmemektedir:
· "bazı gayrimüslim tebaa bile müsaadesiz
olarak, umumi yerlerde süslü atlar üzerinde görülmeye başladı. Keferenin böyle
müsaadesiz ata binişi halkın gözünde uygunsuz olduğundan yasaklandı.” (A.
Cevdet, Tarih, 10, 2/282).
19. yüzyıl İstanbul’unda dolaşmaya devam edeceğiz.
Yorumlar
Yorum Gönder