Ülkemiz ilahiyatçıları, bir sosyal kimlik olarak, genellikle şehirli olmadıklarından, şehir üzerine konuştukları ve yazdıkları da pek ciddiye alınamaz.
Şehri ilk kez, okumak üzere geldiği
yerde tanıyan birinin onun üzerine konuşması haliyle zordur. Ayrıca şehirli olsa
bile, eğer şehir üzerine yoğun bir emek vermemişse, aldığı İlahiyat eğitimi
gereği, en fazla, birkaç ayet ve hadisten çıkarımda bulunabilir, bundan ötesi yoktur.
Şehir üzerine yazmak ve konuşmak
için illa şehirli olmak gerektiğini söylemiyoruz. Ancak asgari seviyede de olsa
belli bir şehir bilgisi ve ona eşlik etmesi gereken bir şehir bilinci olmazsa
olmazlardandır.
Dile getirilen eksikliğin, en
çarpıcı örneği “Allah’ın Şehirleri ve İnsanın şehirleri” başlıklı konuşmadır: (https://www.youtube.com/watch?v=hcg2mG0PvuE).
Bu konuşmada, Ankara İlahiyat
Fakültesi hocalarından, Prof. Dr. Şaban A. Düzgün, özetle, Kuran’da geçen tayyibe
kelimesinden -hep yapılageldiği gibi- çok derin anlamlar çıkarıp, Allah’ın bir
şehir tasarımı sunduğunu, insana şehri nasıl imar etmesi gerektiğini
söylediğini iddia ediyor. Kuran’dan bir şehir tasarımı çıkarma garabetini
hadislerle de destekleyen Düzgün; mesela “bize her yer mescit kılındı” (Buhari, Salat
56) hadisini şehirle ilişkili olarak yorumluyor. Baştan sona süslü cümleler,
albenisi yüksek ifadeler, bol aforizmalar ile dolu konuşmada ne yazık ki olmayan
tek şey, şehrin özüne ilişkin bir bilgi kırıntısı.
Sayın Düzgün, aslında az sayıdaki
şehirli görüntüsü veren ilahiyatçılardan biridir. Asıl sahası kelamcı. Kendi
alanında iyi çalışmalara da sahip ancak o da diğer ilahiyatçılar gibi alanı
dışına çıkıp özellikle Kuran yorumlamaya girişince tel tel dökülüyor, evlere
şenlik yorumlarla tipik bir vaiz görüntüsünün ötesine geçemiyor.
Söz konusu kayıt, en temelde kelam
ilmiyle uğraşanların hakikat diye bir derdi olmadığının en açık örneklerinden
biridir. Ancak burada ki itiraz buna değildir. Kelamcılar tabi ki dini nasları
din adına savunurlar. Sorun şu ki yorumlama biçimi, içerikten yoksun olduğu
gibi düzey olarak da çok aşağı seviyelerde seyretmektedir. Muhataplarına orta
okul seviyesi muamelesini layık görmesidir. En azından yüksek öğrenim görmüş
kimseleri muhatap alan daha üst bir anlatım modeline geçmeye gerek bile duymuyor.
Oysa ayın çatlatıp, ayet metni okuma ve bunu da aforizmalarla süsleme kolaycılığı
ayıp olduğu gibi muhataplar açısından da asgari saygıya riayet etmemektir.
Düzgün, konuşmasında şunları
söylüyor:
Şehir anlamına gelen Medine, Hz.
Peygamberin yaşadığı ve yönettiği bir kent olarak, tıpkı antik Yunan’da görülen
bir Şehir Devleti’ymiş. Platon, Farabi ve St. Augustinus’un
şehre ilişkin görüşleri Kuran tarafından da onaylanıyormuş. Buna göre insanın yaptığı
şehirler olduğu gibi Tanrı’nın yaptığı şehirler de varmış.
Kıyamet Suresi’nde geçen (75/36) “İnsan
bir çiğ tanesi gibi terk edileceğini mi zanneder”) ayeti insana bir imar
yetkisi ve imar görevi veriyormuş.
Kuran meskenlerimizin tayyibe
(mesakine tayyibe) olmasını istiyormuş. Bu nedenle depreme dayanıklı evler ve
şehirler yapmak kaçınılmazmış.
Şehirler temiz havaya (riyhun
tayyibe) sahip olmalıymış. Buradaki rih kelimesi aynı zamanda enerji
demekmiş. Kuran “Tefrikaya düşerseniz enerjiniz (riyh) gider” derken, şehrin
hem temiz havaya sahip olması hem de şehirde tefrikaya düşmemek gerektiğini
söylüyormuş.
Kelimetün tayyibetün ya da tahiyyeten
tayyibeten ifadeleri de bu anlamı destekliyormuş. Çünkü tahiyye
kelimesi, hayy kökünden yani canlılık ve dirilik demekmiş. Eğer bilinç
açıksa diri (hayy) oluyormuşuz.
Tüm bu tayyibe'ler yerine
getirilince işte o zaman da ideal yaşam ortaya çıkıyormuş ki Kuran buna hayaten
tayyiben diyormuş. Kuran, verdiği mikro ölçekler ile bir erdemli
şehri kurguluyormuş.
Görüldüğü üzere Düzgün, konuşmasında,
Kuran’ı diğer tüm modern yorumcularda görülen anakronik ve çokanlamlılık
(lafz-ı müşterek) gibi iki büyük açmazla yorumlama yoluna gitmektedir: Buna göre ilki, 1400
sene önce nazil olan bir metne, söylemediği şeyleri ona söyletmek; mesela şehirlerin
nasıl imar edilebileceğine ilişkin hükümlerin onda olduğunu iddia etmek; ikincisi
ise Kuran’da yer alan tek bir kelimenin onlarca anlama gelecek şekilde
yorumlama alışkanlığıdır. Düzgün her ikisini de pervasızca yapıyor.
Bunda ne var ki, neticede bir iddia
öne sürüyor ve modern de olsa bir tefsir ameliyesinde (yorum) bulunuyor,
denilebilir. Ancak buradaki sorun; Kutsal bir metnin söylemediğini ona izafe
etmek, dileyenin dilediği saçmalama özgürlüğünü onun üzerinden yapmaya
çalışmak, hele ki metnin kendisini bir süs ve dekor seviyesine indirgemek ve
nihayet Kuran kelimelerine takla attırmak gibi bir dizi cinayet işliyor.
Bunun adı olsa olsa modern (!) Basra
kadılığıdır. Hicri ikinci yüzyılda yaşamış olan Basra Kadısı Ubeydullah b.
Hasan’da Kuran’da isteyen herkesin istediği gibi bir görüş öne sürülebileceğini,
ayetlerin buna müsait olduğunu söylerken aynı şeyi yapıyordu. Oysa buna hacet
yok; Kuran’dan bir şehir tasarımı çıkarmaya çalışan her teşebbüs daha
baştan akamete uğramaya mahkumdur. Ciddi bir akademisyenden beklenen, bu tür
albenisi yüksek söylemler yerine Kuran ve Şehrin ontolojik olarak iki farklı
varlık siferine ait olduğunu daha baştan deklare etmektir. Sıradan bir vaizin yaptığı
retorik biçimlerini tekrarlamak değildir.
Böyle bir ciddiyet görmediğimiz için
dile getirilen düşünceler ve verilen ayet örnekleri üzerinde tek tek durup,
uzun açıklamalar yapma yoluna gitmeyeceğiz. Hiçbir yorum ve tevil inceliği
taşımayan bu iddialara, Düzgün’ün kendi ifadesiyle “eko sistem ego sisteme kurban
edilmemelidir” deyip o’nun Kuran'ın şehir tasarımına örnek olarak sunduğu tayyibe
kelimesinin geçtiği ilgili ayetlerin sadece meallerini vermekle yetineceğiz:
§ “Orada Zekeriyya, Rabbine du'a
etmiş: "Rabbim, demişti, bana katından temiz bir nesil (ذُرِّيَّةً طَيِّبَةًۚ ) ver. Sen du'ayı işitensin!" (Ali
İmra 3/38).
§
“Allah inanan erkeklere ve inanan kadınlara, altlarından ırmaklar akan,
içinde ebedi kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler
( وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً) va'detmiştir. Allah'ın (onlardan) razı
olması ise hepsinden büyüktür. İşte büyük başarı budur.” (Tevbe 9/72).
§
“Sizi karada ve denizde yürüten O'dur. Gemide olduğunuz zaman(ı
düşünün): Gemiler, içinde bulunanları hoş bir rüzgarla (بِر۪يحٍ طَيِّبَةٍ ) alıp götürdüğü, ve (yolcular) bununla
sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden
gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını
(bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini, yalnız Allah'a halis
kılarak O'na şöyle yalvarmağa başlarlar: "Andolsun, eğer bizi bundan
kurtarırsan, şükredenlerden olacağız.” (Yunus 10/22).
§
“(Böyle yapınız ki Allah) sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi
altlarından ırmaklar akan cennetlere ve durulmağa değer bahçeler içinde güzel
konutlara (وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً) koysun. İşte büyük başarı budur.” (Saff
61/12).
§ “Görmedin mi Allah nasıl bir
benzetme yaptı: Güzel söz (كَلِمَةً طَيِّبَةً), kökü
(yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç (كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ) gibidir.” (İbrahim 14/24).
§ “Köre
güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. Size de kendi
evlerinizden, yahut babalarınızın evlerinden, yahut annelerinizin evlerinden,
yahut kardeşlerinizin evlerinden, yahut kız kardeşlerinizin evlerinden, yahut
amcalarınızın evlerinden, yahut halalarınızın evlerinden, yahut dayılarınızın
evlerinden, yahut teyzelerinizin evlerinden, yahut anahtarları ellerinizde
bulunan evlerden, yahut arkadaşınızın evlerinden yemenizde bir güçlük yoktur.
Toplu olarak yahut ayrı ayrı yemenizde de üzerinize bir günah yoktur. Evlere
girdiğiniz zaman Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama
(مُبَارَكَةً طَيِّبَةًۜ) dileği olarak kendinize (kendinizden olan ev halkına) selam
verin. İşte Allah, ayetleri size böyle açıklıyor ki düşünüp anlayasınız.” (Nur 24/61).
§ “Erkek ve kadından her kim
inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu (dünyada) hoş bir hayatla (حَيٰوةً طَيِّبَةًۚ ) yaşatırız, onların ücretini yaptıklarının
en güzeliyle veririz.” (Nahl 16/97).
Yukarıdaki ayetlerde italik ve bold olarak altı çizilen
kelimelerin cümle içerisindeki kullanımları herhangi bir tefsire müracaat etmeye ihtiyaç
hissetmeyecek kadar açıktır ve Düzgün’ün iddia ettiği gibi bir şehir tasarımına
da asla delalet etmemektedir.
Sayın Düzgün’e sadece sormak istiyoruz: Kuran, madem insanı
hayrette bırakacak kadar böyle bir şehir tasarımı ortaya koyuyor, bir kelimeden bile şehri imar ediyor, peki o halde Kuran’ın nazil olduğu coğrafyada, 1400
sene boyunca tek bir imar edilmiş şehir var mıdır? Mesela Mekke, Medine, Taif,
Hayber niçin böyle bir şehir kıvamına hiçbir zaman ulaşamamıştır?
Başka sorumuz yok.
Yorumlar
Yorum Gönder