Olay, 1849 senesinin son ayları Kasım ve Aralık aylarında İstanbul’da geçmektedir.
Meclisi Meşverette hararetli bir
konu tartışılmaktadır. Tartışma konusu, birini öldüren Müslüman hakkında
gayri-müslim birinin şahitliğinin dinlenmesidir. (katl-i nefs ve bu misillü
cinâyatda İslam üzerine Hristiyanın şehâdeti istimâ’ olunması).
Olayın özü şudur; İzmir taraflarında
öldürülen bir İngiliz vatandaşının katil zanlıları hakkında kuvvetli emareler
ve akli deliller (emâre-i kaviyye ve delâil-i akliyye) bulunmasına,
cinayet sırasında olaya bizzat tanık olmuş birçok Hristiyan da katli beyan etmiş
olmasına rağmen, sırf Müslüman şahit bulunamadığından ne kısas hükmü uygulanabilmiş
ne de diyet alınabilmiştir. Zanlılar kanunen belirlenen tutukluluk süresi
tamamlanınca salıverilmiş ve yaptıkları yanlarına kar kalmıştır.
İngiliz elçiliğinin talebi üzerine, olay
Babıali’ye intikal eder. Yazılı olarak şikâyet edildiği için Sultan Abdülmecid
devreye girmek zorunda kalır. Padişah, meselenin Meclis-i Meşverette müzakere
edilerek şer-i şerife uygun olup olmadığının ulema arasında tartışılıp, buna uygun
bir cevap hazırlanmasını ister.
Aralarında Mehmed Rüştü, Seyyid
Hasan Tahsin, Mehmed Arif, Mehmed Esad, Abdülhak, Said, Mehmed Kamil, İsmail,
Arif, Seyyid Mehmed Emin Ali, Mehmed Rıfat Efendilerin yer aldığı ulema meclisi
hemen konuyu müzakere etmek üzere toplanırlar.
Tartışma günlerce sürer. Uzun
tartışmalardan sonra, ulema heyeti, sonunda gayri müslimin şahitliği meselesi
üzerinde bir karara varır. Karar bilindiği üzere olumsuzdur. Ancak yine de
yazılı olarak kayda geçirilir:
· “Buna göre şehadet meselesi
Kuran’ın kati nasları, peygamberin hadisleri ve icma ile sabittir. Hristiyan’ın
ehl-i İslam üzerine şehadeti herhangi bir şekilde kabul olunamaz. Bu yöntemin
bir Şeriye mahkemesinde icrası mümkün değildir. Aksi şeriatı değiştirmek (tağyîr-i şerî’at-ı gârra) demektir.”
Bu kısa ve herkesin bildiği mesele
hakkında günlerce tartışılacak ne var ki denebilir. Ancak meselenin asıl
tartışılan yanı burası değildir. İngiliz elçiliğine verilecek cevabın mahiyeti
ve içeriğidir. Şayet konu elçiliğe intikal etmemiş olsaydı, sıradan bir gayri
müslim ile bir Müslüman arasında cereyan etmiş olsaydı değil tartışma,
muhtemelen gündeme bile gelmeyecekti.
Oysa Tanzimat fermanı ilan edilmiş, hassasiyetler
haklı olarak hayli yüksektir. Tanzimatla vatandaşa tanınan hakların en önemlisi
can ve mal güvenliğidir. İngiliz elçiliği de haklı olarak bu hakka göre
davranılmasını istemektedir.
İşte bu nedenle fetvaya ek olarak iliştirilecek
diplomatik cevaplar tartışma konusu yapılır ve fetvaya şöyle bir not iliştirilmesine
karar verilir:
· “(Tanzimatla oluşan hassas dönem
nedeniyle) İngiltere elçisini incitmemek için kendisine, böyle olayların vukua
gelmemesine son derece dikkat edilmesine dair memurlara kuvvetli uyarılar
gönderileceği söylenmelidir.”
Görüldüğü üzere bu denli küçük bir
meselede, dini hükmün revize edilebileceği ihtimal dahilinde bile değildir. Verilen
cevap politiktir, karşı tarafa iletilme şeklinin nasıl olacağıdır. Burada
Tanzimata rağmen meselenin hala içselleştirilememesi başlı başına bir sorun
olsa da aslen yasaya hürmet ve onun uygulanabilirliğine toplumda bir bilinçlenmenin
emarelerinin hala görülmemesidir. Ulema, verdiği fetva ile asırlardır süregelen
bir meselede en ufak bir esneklik göstermemektedir.
Bu göz boyama ameliyesi yetmemiş
olmalı ki verilen cevapta elçiliğe bir başka tevil denemesi daha önerilmektedir:
· “Hristiyan’ın Müslüman hakkında şehadeti gibi mahkemelerde ecnebilerin
Devlet-i Âliyye’nin Hristiyan tebaası üzerine şahitlikleri de dinlenmemektedir;
dolayısıyla bu kural Hristiyanlara hakaret manasına gelmez.”
Demek ki neymiş, böyle bir karar
Hristiyan vatandaşlara hakaret anlamına gelmezmiş. Yani bunun kabaca tercümesi;
bizim dinimize göre masum bir zimmi öldürülebilir, sonra da elini kolunu
sallayarak dolaşabilir, alınganlık göstermeye gerek yoktur, “bazen olur böyle
şeyler” denilmektedir.
İş bu kadarla kalsa yine iyi. Ön
alıcı alternatif başka öneriler de dile getirilir, zira Padişah efendimiz (ariz
ve amik) cevap beklemektedir. Ulema heyeti bir başka cevap denemesinde daha
bulunur:
· “Ancak bu tevilleri kabul
ettirmek ve onları bu gibi lakırdılarla ikna etmek zor olabilir. Peki,
“külliyen yasaktır ve şer’an bu yasak sarihtir, Hristiyan’ın Müslüman üzerine
şehadetinin kabul ve icrası saltanat-ı seniyyeye teklif edilemez” denilerek
şer’i mazeret halisane beyan edilse ne olur?
Bak sen, dinimizin mutlak hakikati
feda edilmezmiş. Eski günlerin özlemi ile olsa gerek “teklif bile edilemez”
şeklinde üstenci bir tavırla Padişah hazretlerine diklenmeden dik durması
istenmektedir. Ama belli ki dönemin hassasiyeti nedeniyle belli bir çekinceyi
de taşımaktadırlar; “denilse ne lazım gelir”. Yani böyle desek mi demesek mi,
çok da karar veremedik. Oysa dini hüküm konusunda “külliyen yasaktır” derken
hiçbir tereddüt taşımayan heyet, Padişah hazretlerini zor durumda bırakmamak
için de “şeri mazereti” halisane olarak nitelerken kendilerinin de halis ve
samimi olduklarını göstermeyi ihmal etmezler.
İşin bundan sonraki kısmı ise daha eğlenceli
bir hal alır. Zira meselenin dini yönü açıkça ifade edilip padişaha politik bir
cevap vermesi salık verildikten sonra İngiliz elçiliğinin olası cevabı
karşısında heyettekiler tüm alternatif yolları münakaşa ve münazara etmeye
devam etmektedirler.
· “Bu cevaba mukabeleten
sefaretler, “bu meselenin şer’i cevazı olmadığını söylüyorsunuz ama, faraza
Bağdat gibi uzak İslam beldelerinde ulemadan biri bunun yolunu buldu” veyahut
“mürted meselesinde de böyle şer’i özür beyan ediyordunuz ama sonra buna ruhsat
bulunmuştu” yollu cevap verebilirler. Bu durumda kendilerine şöyle bir izah
getirilebilir.”
Yani bu gavurlar, akıllı adamlar,
olur da bizim fetva kitaplarının arasındaki şaz görüşlerden haberdar
olabilirler, böyle bir durumda da hazırlıklı olmak gerekmektedir. Özellikle mürtet
hakkındaki farklı görüşlerin kıyas yoluyla şahitlik meselesine uygulanabileceği
endişesinden hareketle yeni bir fetva istemeleri muhtemeldir. O zaman da şöyle
bir cambazlık (!) önerilmektedir:
· “Şehadet meselesi naslarla sabittir, fakat mürtet meselesinde verilen
karar bir hükmü erteleme (hükm-i şer-i şerîfi tecîl ve tehîr) kararıdır.
Şehadet meselesinde teklif edilen suret ise değiştirme (tağyir)
olacaktır. Buna mevcut İslam kaynaklarının hiçbirinde ne lafzen ne manen bir
cevaz ve ruhsat yoktur. Öyle uzak yerlerdeki ulema değil, mezhep imamları bile
bu zamanda yaşamış olsalar gelip buna çare bulamayacaktır. Hasılı, bu husus
kati ilahi hükümlerdendir, bunu değiştirmek şeriatin rükünlerinden birini ilga
ve tahrif demektir. Bu meselenin değişmesinde herhangi bir şer’i imkanı yoktur.”
Görüldüğü üzere muhterem heyet,
padişah efendimize tüm alternatif yolları önerirken alabildiğine geniş
düşünebilirken, şahitlik meselesinde bu denli küçük bir meselenin yeni bir fetva
ile halledilebilecekken zinhar buna yanaşmamaktadırlar. Hüküm ne lafzen ne
manen değişemezmiş. Oysa mürtet meselesi ile şahitlik meselesinde hangisinin daha bir
özenle ele alınması gerektiği ortadayken bu kıyası yapmak bile akıllarına
gelmemektedir. Değil Bağdat uleması, mezhep imamları bile buna çare
bulamazlarmış. Oysa Ebu Hanife’nin din ve şeriat ayırımında dinin asla
değişmeyeceği ama şeriatın hükümlerinin ilkesel olarak pekala değişebileceği
yönündeki fetvası ortadayken, şahitlik gibi çok küçük bir meselede cevaz ve
ruhsat verilememesi hayret vericidir. Bu muhterem heyete göre, Ebu Hanife
şeriatın rükünlerini ilga ve tahrif etmiş olmaktadır.
Mazbata nihayet son bir kurnazlık örneği ile biterken
dile getirilenler saç baş yolduracak cinstendir. Son alternatif tevil
denemesi şöyledir:
· “Öldürme ve hırsızlık gibi büyük suçları işledikleri ihbar olunan
Müslüman şahıslar memleket meclisinde dikkat ve hakkaniyetle icra edilebilirdi.
Diyelim ki, suçları o kişilerin irtikap ettiklerine dair kuvvetli emareler ve
akli deliller bulunarak “cezm-i kavî hasıl” oldu, haklarında hükm-i şer’î
verilmesi yalnız şahit olmamasına kaldı. Diyelim ki, bu olay ahalisi tamamen
Hristiyanlardan ibaret olan bir köy veya mahalde vuku buldu ve davacı
tarafından Müslüman şahit bulunamadı. Bu durumda her ne kadar şer’an ceza
vermek lazım gelmez ise de “kabahatleri ber vech-i şer’-i âlî sabit olmadı”
denilerek bu Müslüman zanlının salıverilmesi veya kısa bir müddet hapis ve
tevkif edilmesi, yani hafif bir cezadan sonra tahliye olunması da layık ve caiz
olamaz. Bu durum ecnebilerin sitem ve şikayetlerine de sebep olacaktır. O halde
bundan sonra bu şekilde kuvvetli emarelerle itham edilenler hakkında “şer’an
olamadığı halde kanunen ve nizâmen, emaresine göre -kısas ve diyet-i
şer’iyyeden ma’ada- mücâzât-ı lâyıkanın icrası” ecnebilerin şikayetlerinin
durmasını sağlayacaktır. Bu hususun Ceza Kanunnamesi’ne zeyl edilmesi
lazımdır.” (A. Kırmız, Osmanlı Uleması ve Tanzimat, s. 39-41).
Yani cinayetin kasten adam öldürme niyetiyle işlenmesi halinde geriye sadece şahitlik meselesi kalırsa, faraza olayın meydana geldiği bölge tamamen Hristiyan vatandaşların yaşadığı ve hiçbir Müslümanın şahitlik yapamayacağı bir yer olursa, şeran ceza verilemese de suç sabit olunmadı diyerek Müslüman zanlının salıverilmesi ya da kısa bir hapis cezasından sonra tahliye edilmesi doğru olmazmış. Çünkü ecnebilerin şikâyet ve sitemlerine muhatap olunacaktır. Yani şikâyet olmazsa sorun yoktur. Peki bunun karşısında önerileri nedir dersiniz? “Şer’an olamadığı halde kanunen ve nizâmen, emaresine göre -kısas ve diyet-i şer’iyyeden maada- mücazat-ı lâyıkanın icrası” lazım gelirmiş. Çünkü böylelikle elçiliğe bir sus payı verilmiş olacaktır. Yani şeri bir hüküm olarak kısas ve diyet cezası yine zinhar verilememektedir. Sadece örfi sultani ile sırf şikayetlerin önüne geçmek için göstermelik bir ceza ile geçiştirilmektedir.
İşte durum budur.
Ulemanın hazırladığı bu ekli
mazbatanın altında dönemin önemli alimlerinin ismi ve altında da mührü vardır. Yüzlerce
örneği bulunan bu hadise, 19. Yüzyılın ortalarında kendini hala dev aynasında
gören Osmanlı ulema ve fukahasının durumunu ortaya koyarken aslında İslam
hukuku veya fıkıh müktesebatı denen şeriat kanunlarının tükenmiş ve iflas
ettiğinin en açık belgelerinden biridir.
Bu belge, Batılıların bizden
bir kısım talep ve istekte bulunmasalar, yüz yıl geçse de biz kendiliğimizden bazı
şeyleri değiştirme kapasitesinden yoksun olduğumuzun da göstergesidir.
***
Geleneksel şeri yasaların yukarıdaki hali-pür melali karşısında,
Mustafa Reşit Paşa ile başlayan Sadık Rıfat Paşa, Ali ve Fuat Paşa, Ahmet
Cevdet Paşa ve Mithat Paşa'ların büyük gayret ve çabaları hatırlanmalıdır.
Mustafa Reşit Paşa’nın öncülüğünde 1839’da ilan edilen Tanzimat
Fermanı, Ali ve Fuat Paşaların 1856’da ilanına öncülük ettikleri Islahat
Fermanı, 1876’da Mithat Paşa’nın öncülüğünde ilan edilen Kanun-u
Esasi ve nihayet Ahmet Cevdet Paşa’nın öncülüğündeki kodifiye edilen Mecelle
gibi kanunlaştırma hamleleri 19. Yüzyılı bütünüyle kaplamış ve neticede şeriatın
asırlardır süregelen çizgisinden köklü bir kopuş olmadan Osmanlı’nın düzlüğe
çıkmayacağı büyük bir ferasetle öngörülmüştür.
Bu kanunlaştırma faaliyetleri Osmanlıyı ancak 20. Yüzyılın başına kadar taşıyabildi. Daha ötesine götürme imkânı zaten yoktu. Geleneksel ulema arasında içtihat kapısının tekrar açılması halinde durumun düzelebileceğini düşünenler varsa da sorunun sanılandan çok daha büyük olduğu, şeri hükümlerin eskimiş ve pörsümüşlüğü, hükmü icra edenlerin seyyaliyeti bugün bile hala benzer nitelikler taşımaktadır, Bu yüzden Cumhuriyeti kuran kadroların meseleyi kökten değiştirmekten başka bir seçenekleri yoktu.
19. Yüzyıl’ı
inşa eden devlet adamları büyük bir kanunlaştırma (nizamname) hamlesine
girişmişlerdi. Çağın tamamı kodifikasyon teşebbüsleri ile geçti. 19. Yüzyılın
hemen başında ilan edilen Sened-i İttifak (1808), ardından sırasıyla Tanzimat, Islahat, kanun-u Esasi ve mecelle-i Ahkam-ı Adliye ile yüzyılın sonuna kadar, neredeyse her 15-20 yılda
bir arayla durmaksızın devam etti.
Bunun en açık anlamı,
asırlardır süregelen şeri kanunların artık Osmanlı toplumunu bir arada tutma
yetersizliğinin tüm ççıplaklığıyla görülmüş olmasıdır. İslam hukuku ya da fıkhın
güncellemeye müsait olmayan hükümleri, değişen ve dönüşen toplumun dertlerine
deva olamadığı gibi yeni gelişmeler karşısında bir sürü sorun üretiyordu. Bu
sorunları aşmak için, yeni bir bürokrat ve aydın sınıf büyük bir çabayla kanun
ve yasa çıkarmaya gayret ettiler. Aslında yapılmak istenen, asırlardır Kuran’ı
bir anayasa metni gibi gören anlayış karşısında modern bir anayasa sürecini
başlatmaktı.
Bu kanunlaştırma
sürecinin merkezinde hep gayr-i müslimlerin olması ise tesadüf değildir. Yapılan
şeyin ne denli büyük olduğunu görmek için yapılanları kısaca hatırlayalım:
1808 yılında, Sultan 2. Mahmut ile ayanlar arasında düzenlenen
Sened-i İttifak yazılı ilk anayasal belgeydi ve bu belge ile Padişahın yetkileri
ilk kez sınırlandırılıyordu. Dolayısıyla Sened-i İttifak kendisinden sonra tüm
düzenlemelerde merkezi bir konuma sahip olacak gayr-i müslimler için bir
hazırlık mahiyeti taşıyordu. 4. Maddede şöyle deniyordu:
· “Devlet-i Âliyye’nin öteden beril usul-i nizam ve
kanunu kaffei emr ü nehy-i padişahi hariç ve dahil cümle erkan ve vükelaya
makam-ı vekalet-i mutlakadan sudur etmek sureti olmağla ba'd-ez-în herkes büyüğünü
bilüp vazifesinden hariç umura tasaddi eylemeye.”
Sened-i İttifak’tan sonra, 1839’da devletin siyasi
yapısının köklü bir değişikliği anlamına gelen Tanzimat Fermanı gayr-i
müslim vatandaşların özellikle can ve mal güvenliği garanti altına alınıyordu:
· “Cümleye m'alum olduğu üzere Devleti Aliyyemizin bidayeti zuhurundan beru
ahkam-ı celile-i kura'niyye ve kavanin-i şer'iyyeye kemaliyle ri'ayet olunduğundan
saltanat-ı seniyyemizin kuvvet ve miknet ve bi'l-cümle tebaasının refüh ve
m'amuriyyeti rütbe-i gayete vasıl olmuş iken yüz elli sene vardır ki, gava'il-i müteakibe ve esbab-ı mutenevvi'aya mebni ne şer'-i şerife
ve ne kavanin-i münifeye inkiyad ve imtisal olunmamak hasebiyle evvelki kuvvet
ve m'amuriyyet bi'laks zaaf ve fakre mubeddel olmuş…”
Tanzimat'tan 17 sene sonra 1856 yılında ilan edilen Islahat
Fermanının muhatabı doğrudan gayr-i müslimler ve onlara verilen haklardı. Din
farkı gözetilmeksizin herkes devlet memurluğuna geçebilecek, devletin
okullarına gidebilecek ve bedeli ödenerek de olsa tüm teba askerlik
yapabilecekti. Vicdan ve ibadet özgürlüğü ilk kez tanınıyordu.
· “Gülhane'de kıra'at olunan hatt-ı hümayunum ile ve Tanzimat-ı Hayriyyem
mucibince her din ve mezhepte bulunan kaffe-i tebaa-i şahanem hakkında
bila-istisna emniyet-i can ve mal ve mahfüziyyet-i namus için tarafı eşref-i
padişahanemden va'ad ve ihsan olunmuş olan te'minat bu kerre dahi te'kid ve
te'yid kılındığından.”
Ahmed Cevdet Paşa'nın başkanlığında 1868-1876
yılları arasında 16 kitaptan meydana gelen Mecelle-i Ahkam-ı Adliye ise Hanefî mezhebi
esas alınarak gerçekleştirilen bir kanunlaştırma çalışması olsa da esas
itibariyle nizâmiye mahkemelerinin ihtiyacını karşılamayı hedeflemekteydi. Aile
ve miras hukuku ise bu mahkemelerin değil şer‘iyye mahkemelerinin görev ve
yetki alanında bulunmaktaydı. Ancak onun maddelerine de asırlardır süren gayr-i
müslimler sorunu etki etmiş olmalıdır. Mesela 8. Maddede şöyle deniyordu:
· “Berâet-i zimmet asldır.”
1876 yılında II. Abdülhamit’in tahta çıkmasıyla ilan
edilen Kanun-i Esasi ise Belçika Anayasası esas alınarak 114 maddelik tam bir
anayasaya kavuştu. İlk kez bakanlar kurulu (heyet-i vükela) ve bir parlamento (Meclis-i
Umumi)’nun yer aldığı, çift yapılı bu mecliste, ayanlar (senatör) ve mebuslar
(milletvekilleri) yanında çok daha devrimci olan yanı bu meclise artık gayrı
müslim vatandaşların da girebilecek olmasıdır.
Gerçi padişah ile Mithat Paşa arasındaki gerilim metne
yansımıştı. Mesela 5. Madde Padişah’ın konumu ile doğrudan Sultanı
ilgilendiriyordu:
· “Zat-ı Hazret-i Padişahinin mukaddes olan şahsiyeti, masun ve gayri
mesuldür.”
Ancak gayri müslim vatandaşların
Kanun-i Esasi’de kendilerine tanınan haklar Tanzimat ve Islahat fermanına göre
daha da ileri bir aşamaydı ve bu, büyük ölçüde Mithat Paşa gibi büyük bir devlet
adamının ürünüydü.
· Madde 68: “Heyeti Mebusan için azalığa intihabı caiz olmıyanlar
şunlardır: Evvelâ tebai devleti aliyeden olmıyan saniyen nizamı mahsusu
mucibince muvakkaten hizmeti ecnebiye imtiyazını haiz olan salisen türkçe
bilmiyen rabian otuz yaşını ikmal etmiyen hamisen hini intihabta bir kimsenin
hizmetkârlığında bulunan sadisen iflâs ile mahkûm olup ta iadei itibar etmemiş
olan sabian sui ahval ile müştehir olan saminen mahcuriyetine hüküm lâhik
olupta fekki hacir edilmeyen tasian hukuku medeniyeden sakıt olmuş olan aşiren
tabiiyeti ecnebiye iddiasında bulunan kimselerdir. Bunlar mebus olamaz. Dört
seneden sonra icra olunacak intihaplarda mebus olmak için türkçe okumak ve
mümkün mertebe yazmak dahi şart olacaktır.
· Madde 11: Devleti Osmaniye’nin dini din-i İslam’dır. Bu esası vikaye
ile beraber asayişi halkı ve adabı Umumiyeyi ihlâl etmemek şart ile memaliki Osmaniye’de
maruf olan bilcümle edyanın serbestii icrası ve cemaatı muhtelifiye verilmiş
olan imtiyazatı mezhebiyenin kemakân cereyanı Devletin tahdi
himayetindedir..
· Madde 13: Tebaai osmaniye nizam ve kanun dairesinde ticaret ve
sanat ve felahet için her nevi şirketler teşkiline mezundur.
· Madde 16: Bilcümle
mektepler Devletin tahtı nezaretindedir. Tebaai osmaniyenin terbiyesi bir
siyakı ittihat ve intizam üzere olmak için iktiza eden esbaba teşebbüs olunacak
ve mileli muhtelifenin umuru itikadiyelerine müteallik olan usulü talimiyeye
halel getirilmeyecektir.
· Madde 17: Osmanlıların
kâffesi huzuru kanunda ve ahvali diniye ve mezhebiyeden maada memleketin hukuk
ve vezaifinde mütesavidir.
· Madde 19: Devlet
memuriyetinde umum tebaa ehliyet ve kabiliyetlerine göre münasip olan
memuriyetlere kabul olunurlar.
Görüldüğü üzere tüm bu kanun ve yasa
yapma sürecinin merkezinde hep gayr-i müslim Osmanlı vatandaşları yer
almaktadır. Bu süreç nedeniyledir ki 19. Yüzyıl İstanbul’u dünya kentleri
skalasında çok yüksek bir konuma sahip olmuştur.
Burada Osmanlı şeri kanunlarının ne
teorik ne de pratikte artık işe yaramadığının, bu nedenle bu kanunlaştırma
faaliyetlerinin ne denli önemli olduğuna işareten son bir örnekle meseleyi bitirelim.
1876’da yani Kanun-i Esasi’nin kabul
edildiği tarihlerde kaleme alınan bir risale bağlamında tüm bu olup bitenleri
anlamak ve açıklamak daha kolaydır. Söz konusu risalenin adı er-Risâle
fi’r-red alâ kādî’l-asker’dir. Eserin müellifi, ulemadan Hilmi b.
Hüseyin Bosnevî’dir.
Eser, Tanzimat ile başlayıp Kanun-i
Esasi ile gayr-i Müslimlere tanınan hak ve yetkilerin, şeri hukukun temsilcisi
ulema arasında ne tür bir infiale sebep olduğu ve ne denli büyük bir allerji
duyulduğunu göstermesi bakımından calib-i dikkattir.
Eser, Osmanlı’da bu dönemde gayr-i
Müslimlere tanınan haklar karşısında ulemanın tavrını göstermesi bakımından tarihi
bir belge niteliğindedir. Müellifin şöyle demektedir:
· “Velhasıl Tanzimat ve müsâvat Hz. Muhammed’in (s.a.v.) şeriatına
muhaliftir. Tanzimat ve müsâvatın zararları ile reddi hakkında âyet ve hadisler
yazsak bu risale büyük bir cild olur. Bil ki Tanzimatın ve müsâvatın
uygulanışından ve insanların frenklere benzemesinden bütün müminlere büyük bela
zuhur etti. Meclislerde artık davalar fetva ile görülmüyor. Meclislerde dava
için Hristiyanlar Müslümanlarla birlikte oturuyor.” (Bosnevî, er-Risâle
fi’r-red alâ kādî’l-asker, vr. 7b -8b.)
Bosnevî, risalesinde Tanzimatın gündelik
yaşamdaki değişim karşısında özellikle onun sağladığı eşitlikten hiç de hoşnıut
değildir:
· “Bu kabih fiiller Tanzimat ve
müsâvattan sonra başladı. Anla ey Tanzîmât-ı Hayriyye diyen! (O) hayriyye midir
yoksa şeriyye mi? Evet Tanzimat ve müsâvat, şeyhi şeytan, nefis ve heva olan, Hristiyanların
tavırlarına meyleden, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) şeriatına temessükü terkeden
kimsenin zinetidir. Kur’ân ve hadislerin hükmüne sıkı bir şekilde bağlanmış,
bütün müminlere muhabbeti olan, Hristiyan ve Yahudilere düşman olan kimseler
için ise şerdir.” (Bosnevî, er-Risâle fi’r-red alâ kādî’l-asker, vr.
11b.)
Şeriata aykırı olduğu gerekçesi ile
risalenin muhtelif kısımlarında Kānûn-ı Esâsî’ye ve diğer kanunların tatbikine
de şiddetle karşı çıkılmaktadır. Özellikle mahkemelerde gayri müslimlerin
hakları konusunda aynı zamanda risalenin kalem alınma sebebi olan Tanzimatçı bir
kazaskere açıkça “Allahın indirdiğiyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendisidir”
denilmektedir:
· “(Mezkûr kazaskeri kastederek) Sözün sahibi şayet ‘Yeni meclislerde bütün
halk için adalet vardır, zira davaların görülmesi, müminlerden, Hristiyan ve
Yahudilerden oluşan meclis ehlinin ittifakıyla Düstur’un hükmü ile olmaktadır.’
derse, Ona şu cevabı veririz: “Bu kavlin batıldır ve Allah’ın hükmüne ve emrine
muhaliftir. … Düstur ile hükmetmek Kurân’a aykırı, Hristiyanların kanununa
mutabıktır. Kanunla yani Düstur’la hükmedene tekrar tekrar yazıklar olsun. Zira
Allah (c.c.) “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta
kendileridir.” (el-Mâide 5/44), “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte
onlar zalimlerin ta kendileridir.” (el-Mâide 5/45), “Kim Allah’ın indirdiği ile
hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (el-Mâide 5/47) buyuruyor.
… Anla ve meclis’te gayr-i müslimlerle
davaların görülmesi için oturma. Sahabîler davaların görülmesinde Yahudi ve Hristiyanlarla
istişare etmediler. Daima Kur’ân ile hükmettiler. Bu sebepten kâfirlere galip
ve mansur oldular. Ülkeleri adalet ve şeriata temessük ile fethettiler. (Bosnevî,
er-Risâle fi’r-red alâ kādî’l-asker, vr. 12a).
Meclis-i Mebûsânın açılmasına karşı
olan çevreleri ikna için tartışmalarda sürekli “İş hususunda onlarla istişare
et.” (Âl-i İmrân 3/159) âyetinin zikredilmesi boşuna değildir. Ancak bu
devirde asıl tartışma bu ayette geçen “هُمْ”
zamirinin mercii üzerinde gerçekleşmekte, mesele gayr-i müslimlerin de bu
zamire dâhil olup olmadığı hususunda yoğunlaşmaktadır. Bosnevî âyetteki her iki
zamirin de müslümanlara râcî olduğunu, bu zamirlerle gayr-i müslimlerin
kastedilmediğini ifade etmiş, gayr-i müslimlerin de bu zamire dâhil oldukları
iddiasını kesin bir şekilde reddetmektedir.
Kısaca yeni bir Cumhuriyet kurmak sanıldığı gibi hiç de
kolay olmadı. Mustafa Reşit, Ali ve Fuat Paşalar ve Mithat Paşalar bir anlamda
Türkiye Cumhuriyetine giden yolun hazırlayıcı ve öncüleridir. Onların bu
çabaları olmasaydı. Mustafa Kemal ve arkadaşları bu ölçüde büyük devrimler asla
gerçekleştiremezdi.
Yorumlar
Yorum Gönder