Kur'an'da kitap kelimesi hakkında
yazıp çizen ilahiyatçıların yazdıklarına bakılırsa, konu hakkında kafalarının
çok net olmadığı anlaşılmaktadır. Bu konuda kapsamlı çalışmalardan biri olarak
nitelenebilecek bir makalede, yazar, Kuran’da geçen kitap kelimesini “kitap
kültürü” ve “kitaplık” ile ilişkilendirmektedir. Kitabın mevcut olmadığı bir
toplumda “kitap kültürü”nden söz etmek, ancak böyle bir kafa karışıklığının neticesidir.
Yazar şöyle demektedir:
- · “Kuran’da kitap lafızlarının neye delalet ettiği hususunda genelleme yapılmadan, kullanıldığı bağlama göre karar vermelidir. Mutlak zikredilen kitap’lar, Kuran, Tevrat veya Kitab-ı mukaddes değil, önceki peygamberlere indirilmiş sahifeler dahil tüm semavi kitaplardır. Bir başka deyimle “kitap kültürü” ve “kitaplık” anlamındadır.” (Bk. Murat Sülün, "Kuran'da Kitap Kavramı…", MÜİF. Dergisi 13-14-15 (1997), s. 117).
Kuran’ın bizzat dile getirdiği, muhatap
Arapların ümmi oldukları, okuma yazma edimine ilişkin hiçbir gelişmişlikleri
bulunmadığı, “ehl-i kitap” ifadesinin ise kitaptan çok Yahudi ve Hristiyan
kimliğine atıf yapmak için kullanıldığı aşikar iken “kitap kültürü”nden söz
etmek için sadece kafa karışıklığı yetmez aynı zamanda hayal aleminde yaşamayı
da gerektirir. Yazar, kitap kavramını Mushaf’ın oluşmasında fiziksel bir
süreçle ilişkilendirirken bir de kitabın fizikötesi (metafizik) evresinden söz
etmektedir:
- · “biri metafizik diğeri fizik iki sahayı ilgilendirmektedir.
Kuranın Allah’ın kelamı ve Cebrailin kavli olması aşamaları işin fizikötesi
boyutunu oluştururken, Hz. Peygamber’in sözü olması, bu boyut ile fizik boyutu
arasında bir yer işgal etmektedir. Fizik boyutta ise sırasıyla, Kur’an’ın, Hz.
Peygamber’in vefatından hemen önceki durumu; Hz. Ebu Bekir devrindeki derleme
faaliyeti ve Hz. Osman devrindeki ikinci derleme faaliyeti yer almaktadır.
Kuran-ı Kerim elimizdeki kitap formunu bu altı aşamayı geçirdikten sonra
kazanmıştır.” (s. 53)
Hadi diyelim ki öyle. Peki fizik ve
fizik ötesi arasında orta bir yer neresidir ve bu bir kitap için ne anlam ifade
eder, hakikat değeri var mıdır?
Yazar’a göre; Kur'an altılı bir aşama
geçirdikten sonra kitap formu kazanmıştır. Peygamberin vefatı, Ebu Bekir ve
Osman dönemi aşamaları fiziki alemdeki aşamalar iken diğer üç aşama ise fizik
ötesi boyutunu gösteriyor(muş). Muhtemelen, kelamın Allah'tan çıkışı ve
Cebrail'e intikali birinci aşamayı, Cebrail'den peygambere intikali ikinci
aşamayı ve peygamberden insanlara intikali ise üçüncü aşamayı kastediyor
olmalı. Son üç aşamanın fiziki bir kitabı çağrıştırdığı yönünde bir okuma yapan
yazar fiziki aşamalarını "Kur'an'ın kitabiyeti" şeklinde
tanımlamaktadır. Ancak hemen ifade edilmelidir ki kutsal kitaplar dışında,
hiçbir kitap iddia edildiği gibi böyle aşamalardan geçerek kitap olmaz. Kuran’da
geçen kitap lafızları da bu anlamı destekleyecek herhangi bir veri
sunmaz. Eğer burada söz konusu edilen
Mushaf ise -ki kastının bu olduğu anlaşılıyor- bunun da Kuran’da geçen kitap
ifadesiyle doğrudan değil dolaylı bir ilgisi bulunmaktadır. Bir form olarak, yarısı fizik
yarısı metafizik yarısı da fizik ve metafizik karışımı orta konumda bir kitap
mı olur, demeyin. Aslında yazar kitap kavramı Kuran'daki şeklini değil Mushaf’ı baz alarak anlatmaktadır zira Kur’an’da kitap kavramının medlülleri
konusunda zaten emin de değildir:
- · “Ne var ki Kuran’daki kitap lafızlarının tam ve kesin olarak
nelere delalet ettiği hususunda bir görüş birliği bulunmamaktadır.” (s. 53).
Bu kafa karışıklığının nedeni Kuran’a anakronik
yaklaşımın bir sonucudur. Bu ise onda geçen bir kavramın anlamını modern
insanın algısıyla yorumlamak, Kuran’a o günden bakıp anlamaya çalışma yerine
bugünden bakıp onu analiz etme hastalığının bir diğer adıdır. Yazarın
makalesinde bolca örnekleri görülen bu tutumun farklı bir yanı da kafa
karışıklığının bolca örneklerinin görüldüğü makalede, gelenek ile modernite
arasında bocalayıp durmasıdır. Modernite tarafında kitap kelimesine
bilinen anlamı verme kolaycılığı yer alırken,
geleneksel tarafta ise yapılan hataların tekrarında bir beis görmemektedir. Mesela Semavi kitaplar başlığı altında Tevrat, İncil, Kuran’ı aynı zeminde ele alıp incelerken; Kuran’a “kerim”
sıfatını, İncil’e “şerif” sıfatını layık gören yazar sıra Tevrat’a geldiğinde nedense
suskunlukla geçiştirmektedir. Niçin? Çünkü gelenek İncil-i Şerif ifadesini
kullanmış ve fakat aynı övücü niteliği Tevrat için kullanma konusunda isteksiz davranmıştır da ondan. Oysa ikisi de kutsal kitap.
Yine, k-t-b- kökünden kullanılan
kelimelerin aynı semantik alana dahil olduğunu ancak okuma edimi anlamına gelen
kıraat, tilavet türü kelimeleri -nedense- dışarda tutarak ve yazılı
nesneleri ifade eden kelimeleri semantik alana dahil ederek bu kullanımların
Kur'an'ın bir kitap oluşunu gösterdiğini söylemektedir:
- · “Kitap lafzının geçtiği her yerde kitap anlamında olduğu
düşünülebileceği için k-t-b kökünden gelen kelime ve terkiplere özel bir bölüm
açmak gerektiğini düşünüyoruz.” (s. 65).
Bu kökten türeyen tüm kelimeleri kitapla ilişkili olarak ele alınan bölümde bir sürü tutarsızlığa düşme pahasına uzun açıklamalar yapılmaktadır. Kuran’da geçen bazı kelimelerin (hatt, ketb, nesh-nüsha, satr, rakm) varlığını “Kuran’da yazı teknikleri” başlığı altında (s. 58-61) incelemektedir ki yazısız bir toplumda, “yazı teknikleri”nden söz etmek, olsa olsa şapka çıkarılacak bir takla attırma operasyonudur.
Makalenin tamamında iki uç nokta
belirlemekte, birinci uca "vahiy alanında kitap, Kuran'dır"
şeklindeki yaygın kanaati, diğer uca da "vahiy alanında, mutlak olarak
zikredildiğinde Tevrat'tır" görüşünü koyan yazar kitap kelimesinin anlamını
bu iki uç nokta arasında aramaktadır:
- "bu makalenin birinci bölümü, "vahiy alanında kitap,
Kuran'dır", şeklindeki yaygın kanaat ile "vahiy alanında, mutlak
olarak zikredildiğinde Tevrat'tır" şeklindeki görüşün iki uç nokta olduğu
düşüncesinden hareket etmektedir." (s. 55)
Nafile bir çaba!
Öncelikle Kuran’da kitap
kelimesinin anlamının doğru tespiti için, bir kısım ön kabuller gerekmektedir.
Mesela Kuran geldiğinde Mekke’de ne bir kitap vardı ne de kütüphane.
Dolayısıyla Mekkelilerin, en azından aşina olmadıkları bir şey hakkında
zihinlerine, bugün kitap dendiğinde bizim zihnimize gelen şeyler
gelmiyordu. Tıpkı smoothie dendiğinde, adını bilip (duyup) ve
fakat tadını bilmemek gibi bir şey. Ya da şöyle düşünelim: 19. yüzyılda yaşayan birine pdf formatında
bir kitaptan söz edilseydi tepkisi ne olurdu? Biraz daha geriye gidip aynı
soruyu matbaanın icadından hemen önce yaşayanlara sorulsaydı ne tür bir tepki
verirlerdi? Peki ya, aynı soruyu uygarlık dışı bir
bölgede yer alan Mekke ve Medine'de yaşayan, Kuran'a muhatap olanlara sorsak ve
kitap nedir desek ne derlerdi.
Kuran'a muhatap olan biri, onun
tarihi gelişimini dikkate almadığından, hele bir de onda geçen onlarca kitap
kelimesiyle karşılaştığında hiç tereddüt etmeden bir ayniyet ilişkisi
kurmaktadır. Oysa mesele hiç de sanıldığı gibi değildir. Kur'an nazil olmaya
başladığı dönemde, Hicaz ve Mekke bölgesinde yazının olduğu ve fakat bunun
başlangıç düzeyini geçmediği ve
çok ilkel bir seviye olduğu biliniyor. Dahası, aynı tespit Medine dönemi için de söz
konusudur. Medine'nin farklılığı, özellikle hicretten sonra yazının yavaşta
olsa bir ilerleme kaydettiğidir. Bu ise az sayıda vahiy katiplerinin varlığı ve Peygamberin bazı gençleri okuma-yazmaya teşvik etmesine rağmen kitap kelimesinin
kültürel bir ortama işaret ettiği şeklinde yorumlanamaz.
Peki o halde nasıl yorumlamak gerekir?
Önce kelimenin kullanımlarına bakalım: Kitap
kelimesi 57 defa lamı tarifsiz (belirsiz) ve herhangi bir şeye izafe edilmeden,
6 yerde çoğul ve yine lam-ı tarifsiz, 10 yerde Allah’tan başka varlıklara nispetle
ve yine lam-ı tarifsiz, 161 yerde lam-ı tarifli (belirli), 9 yerde Allah’a ve bir
yerde de Rabbe izafetle, bir yerde ise “kitabuna” şeklinde yine Allaha atfen mütekellim
sigasıyla toplamda 245 defa geçmektedir.
Bir ya da iki-üç kez geçen kelimeler
hatırlandığında bu kadar çok sayıda kullanım ne anlama geliyor ve bu
kullanımlar içerisinde bilinen anlamda kitaba delalet eden hiç mi
kullanım yoktur denirse, ihtiyatı elden bırakmadan belirtelim ki "evet vardır ancak bu, kitabın
kendisine değil imgesine dönük kullanımlardır. Ne demek
istediğimizi biraz daha açalım.
Kitabın mahiyeti, Kuran açısından bugün anlaşılan şeye tekabül ettiği, en azından kuşkuludur. Zira kelime, 245 defa geçmesine rağmen, 7. Yüzyıl Mekke’sinde, bilinen anlamda kitabın ne kendisi ne de kavramı yoktur. Peki ne vardır? Başta Yahudiler olmak üzere özellikle Yemen taraflarına sık gidip gelmeler neticesinde duyup işittikleri kitap denen bir nesnenin varlığından sadece haberdar oldukları bilgisi vardır. Cahiliye dönemi şiirlerinde kelimenin kullanımına rastlanması bu nedenledir. Ancak bu kullanım, bilinen kitapla yine de örtüşmez ve hayli belirsizdir. Mesela Huzeyl kabilesi divanında Usame b. Haris şöyle der:
- "Ne yapalım, onlara kitap (kader) böyle yazılmıştır" (وكان عليهم كتابا). (Divan Hüzeyliyyin, 2/197)
Burada görüldüğü üzere Arapların
zihninde kelimenin kullanımının bilinen anlamda olmadığı, kader, yazgı
anlamıyla ilişkilendirilmektedir ki bu kullanıma benzer kullanımlar Kuran’da da geçmektedir: Mesela "kitaben
mevkuta" (4/103) ya da "kitaben müeccela" (3/145) böyledir.
Şimdi, yüzlerce defa geçen kitap
kullanımlarının tamamını şu üç ana başlık altında toplamak
mümkündür:
- 1. Levh-i mahfuz.
- 2. Semavi/kutsal kitaplar (Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an).
- 3. Karar, hüküm, antlaşma (kontrat), müddet, amel defteri, yazılı belge, mektup vb.
Bu üç başlığı tek tek ele almadan önce belirtilmelidir
ki birinci ve ikinci şık bilinen anlamda kitab ile örtüşmemektedir. Sadece üçüncü şıkta yer ifadeler yazılı bir metni çağrıştırmaktadır. Şimdi tek
tek ele alalım:
1. Levh-i mahfuz, kainattaki bütün nesne ve olaylara ilişkin ilahi kayıt ve takdirin bulunduğu bir yer anlamıyla aynı zamanda Kuran’ın da kaynağıdır. Bu yönüyle "kitab-ı mübin", "kitab-ı meknun", "kitab-ı mestur" ya da "ümmü'l-kitab" kullanımlarının tamamı onu ifade etmekte ve fakat bunların içinde hiçbiri bildiğimiz kitab’a tekabül etmemektedir. Zaten klasik dönem müfessirler de böyle yorumlamışlardır. Terkip halinde olmasa da el-kitap formuyla kullanımların bir kısmı da bu anlamda açıklanmıştır. Mesela en bilinen örneklerden Enam 6/38’de şöyle denilmektedir:
- “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ)
Bu ayet, klasik tefsirlerin neredeyse
tamamı tarafından iki şekilde tefsir edilmiştir; Birincisi mahiyetini kimsenin
bilmediği fakat yine de kitap olarak adlandırılan Levh-i
mahfuz, diğeri ise Kur'an’ın bizzat kendisidir. (Razi, Mefatih, 12/227, Ebu Hayyan, Bahrul
muhit, 4/126, İbn Atiyye Muharrer, 2/290)
Kur'an anlaşılmak ister; muhatapların
zihninde karşılığı olmayan bir olguyu dile getirmez. Kutsal ve semavi olanı
bilinen forma tercih etmesi de bu yüzdendir. Muhataplar açısından, hiç temas etmedikleri ve görmedikleri bir kitap formu yerine göksel bir kayıt
kitabını kavramak nispeten daha kolaydır. Öte yandan mecazi olarak "kayıt
kitabı" anlamına yorumlanabilecek Levh-i mahfuz kullanımı kitabı
değil, daha ziyade defteri ima etmektedir. Zira Kuran’da "amel
defterleri" anlamında ki kullanımlar yine kitap kelimesi ile geçmektedir. (bk. İsra, 17/14, 71; Casiye, 45/29, Hakka 69/19, 25; İnşikak,
84/7, 10). Bu ayetlerde, insanların söylediği ve yaptıkları her şeyin yazıldığı,
hiçbir şeyin ihmal edilmediği bir "göksel kayıt kitabı" anlamı vurgulanmaktadır.
Söz konusu kayıt (yazım) işlemini yapan ise bizzat Allah'tır (Zuhruf, 43/49;
Kamer, 54/53). Bunun yanında göksel yazıcılar (melekler) da bulunmaktadır.
(Yunus 10/21, Zuhruf 43/80, Kaf 50/17, İnfitar 82/11).
2. Semavi/ilahi/kutsal kitaplar olarak nitelenen Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an kitap kelimesinin en çok vurguladığı
alanlardan ikincisidir. Bu yönüyle kitap, "kutsal metinler"
için ortak sözcüklerden biridir ve fakat bu daha ziyade muhayyel bir kitabı
işaret etmektedir. Zira Kur’an’da dahil Tevrat ve İncil yazılı kültürün bir
ürünü olarak değil, sözlü kültürün ürünü olarak ortaya çıkmış ve tabiatıyla kitabi
olmaktan ziyade hitabi bir karakter taşımaktadırlar. Ayrıca burada
söz konusu kutsal metinlerin, kendisine gönderilen peygamber hayatta iken kitap
formu kazanmadığı unutulmamalıdır. Öte yandan Kuran’da 31 kez tekrar edilen
"ehl-i kitap" ifadesi yanında "kendilerine kitap
verilenler" ya da "kitaba varis olanlar" büyük bir yekûn
tutmakta (mesela bk. Bakara
2/105, 109; Al-i İmrân 3/64, 65, 69-72, 75, 98 Nisa 4/123, 153, 159, 171; Maide
5/15, 19, 59, 65, 68, 77; Ankebut 29/46; Ahzab 33/26; Hadîd 57/29, Haşr 59/2,
11; Beyyine 98/1) ancak
bunların hiçbiri Kur'an'a delalet etmediği gibi (Taberî, Camiu'l-beyan, 19/367) bilinen
anlamda kitabı da kastetmez. Bu arada el-kitap ifadesinin geçtiği
yerlerde, en azından bir kısmının, Tevrat ve İncil'i, "ehl-i kitap"
ifadesinden ise bu iki kutsal kitabın mensupları olan Yahudi ve Hristiyanların
kastedildiği söylenebilir. Meryem suresinde Hz. Peygambere hitaben "Kitap'ta
İbrahim’i/Meryem'i/Musa'yı/İsmail'i/İdris'i an" şeklindeki kullanımlar Kur'an'ı
değil, Kitab-ı mukaddesi kastetmektedir. (S. Ateş, Kur’an-ı Kerim Tefsiri,
4/1976).
Kutsal kitapların dışında bu kategoriye girecek kullanımlar da vardır: Kitab-ı
illiyyûn ve Kitab-ı siccin böyledir. (Mutaffifin, 83/7-9 ve 18-21). Kısaca
hiçbiri yazılı kültürün ürünü olmayan kutsal kitapların tamamı Kuran tarafından
özel isimleri ile zikredilmedikleri yerlerde kitap kelimesiyle ifade
edilmektedir.
3. Bu iki kategorinin dışındaki kullanımlar ise daha az bir yekûnu tutmakta ve bilinen anlamda kitap formuna bu bölümde işaret edilmektedir. Ancak bu da oldukça sınırlıdır. Zira bu şık içinde geçen karar, hüküm, antlaşma (kontrat), müddet, amel defteri, yazılı belge, mektup anlamları gibi birbirinden mahiyetçe farklı alanların tümü bilinen anlamda kitap kelimesini yine de nitelemez. Mesela “farz kılma, takdir etme, hükmetme ve karar” anlamlarında (Nisa, 4/24, 103. Enfal, 8/68, 75, Tevbe, 9/36, Rum, 30/56) ya da dua anlamında (Al-i İmran 3/53, Mâide 5/83, A'raf 7/156, Kalem 68, 48) çok sayıda kullanım görülürken mutlak olarak kitap anlamında bir yerde (Ankebut 29/48), yazılı bir mektup anlamında bir yerde (Neml, 27/28-29), yazılı antlaşma (mükatebe) anlamında yine tek bir yerde (Nur, 24/33) geçmektedir. Dolayısıyla bu üçüncü şıkta birkaç kullanım hariç diğerleri de bilinen anlamda kitaba delalet etmemekte ve kelimenin muhtevasıyla bütün bütün örtüşmemektedir.
Görüldüğü üzere kitap kelimesi Kur’an açısından özel bir kullanım olsa da kelimenin geçtiği ayetlerdeki kullanımlarının büyük çoğunluğu bugün bizim bildiğimiz anlamda okunan bir metin ile örtüşmemektedir. Kur'an'ın nazil olduğu ortamda bilinen bir kitap formu olmadığından Athur Jeffery (ö. 1959) çok haklı olarak, Hz. Peygamber kitap derken zihninde ne vardı, sorusunu sormaktadır. (A. Jeffery, "The Qur'an as Scripcture", 45) Doğrusu, bugün kitap dendiğinde anlaşılan farklı türleriyle (tarih, edebiyat, roman, şiir ve bilim kitapları gibi) anlaşılan kitap formu, ne Hz. Peygamber'in ne de o dönemde yaşayanların zihinlerinde mevcut değildi. Dahası Tevrat ve İncil bir yana bırakılacak olursa, muhtemelen Hz. Peygamber'in zihninde bir Mushaf olduğunu söylemek de zordur. Kur'an, kitap denince genelde levh-i mahfuzu ve kutsal metinleri kasteder. Bu nedenle, ondan felsefi, edebi ya da tarihî bir metne gönderide bulunması da beklenemez, beklenmemelidir de.
Bir başka açıdan, Kuran’da kitap
kelimesinin ilişkili olduğu en önemli kavramlardan birinin vahiy olması
da yukarıda dile getirilenleri doğrular mahiyettedir. Kelimenin anlam alanını en iyi yorumlayanlardan biri olan, Japon asıllı alim,
Toshihiko İzutsu (ö. 1993) da Kuran’da kitap kelimesinin semantik
alanını tespit ederken “esas anlam-izafi anlam” ayırımı yapmakta ve tercihini izafi
anlamdan yana kullanırken bunu da vahiy ile ilişkilendirmektedir. Dolayısıyla kitabın en temeli vahiydir
ve bu da "gizli bir konuşma"yı ima etmektedir. Zaten yazının gizli ve
gizemli oluşunun tanrısallıkla ilişkilendirilmesi fikri, Mezopotamya ve
Ortadoğu dinler tarihinde çok erken dönemlerden beri bilinmektedir. Dolayısıyla Izutsu’nun vahyi merkeze aldığı “izafi anlam-esas
anlam” arasındaki ayırımı bu noktada üzerinde durulmayı hak etmektedir. Ona göre
konuşma dilinde kitap denince her zaman belli bir şey anlaşılır.
Kelimenin bu sürekli anlamına "esas anlam" denir. Ancak kelimenin
anlamı bundan ibaret değildir ve bir de "izafi anlam" vardır. Bu
izafi anlama göre kitap Kuran’da özel bir sistem içerisinde yer alınca sistemin
diğer öğeleriyle irtibat kurar. Onlardan yeni elemanlar alır. Çoğunlukla yeni
elemanlar kelimeyi etkiler ve asıl anlam kökten değişir. Böylece kitap
kelimesi Kuran’da Allah, vahiy,
tenzil ve ehl-i kitap (Hristiyan, Yahudi vs. gibi vahiy mahsulü kitaplara
sahip olan kimseler) kelimeleriyle yakından ilişki kurar. Dolayısıyla Kuran’da kitap
kelimesi ilgili olduğu bu kelimelerle münasebeti içinde anlamak gerekir. Kuran
açısından kitap esas anlamdan ziyade izafi anlamıyla daha önemlidir. (Izutsu, Kur’anda
Allah ve İnsan, 21). Izutsu, kitap özelinde yaptığı bu esas anlam-izafi
anlam ayırımını göstermek için Kuran’dan başka örneklere de verir. Mesela
"yevm" ve "saat" kelimelerinin esas anlamı
yanında Kuran açısından izafi anlamları daha önemlidirler. Yevm
kelimesinin esas anlamı gün demektir. Ancak izafi anlamı kıyamet,
ba's (öldükten sonra dirilme) din (son hüküm) hesap vs. gibi
ahiret ve son hüküm ile ilgili eskatolojik bir alanı ifade eder. Saat
kelimesi de "kıyamet saati" "kıyamet anı" anlamına gelir.
Benzer bir kavram da "kefere" kelimesidir. Ancak kefere
kelimesinde olduğu gibi bazen esas anlam tamamen kaybolur ve izafi anlam
kelimenin yeni bir anlamı olur. Kefere aslında nankörlük anlamına gelir,
bir iyiliğe karşı kadir bilmezlik demektir. Şekere kelimesinin tam
karşıtıdır. Ancak kelime Kuran terminolojisinde çok özel bir anlama dönüşmüştür. Kelime iman merkezi etrafına dizilen çok
önemli bir düşünce alanına getirilmiş ve kelime ile Allah arasında çok sıkı ve
direkt temas kurulmuştur. Dar semantik alanda inanç (blief), imanın
karşıtıdır. Artık küfr basit bir nankörlük hareketi değildir. Allaha
karşı kadir bilmezliktir, nankörlüktür. Bu kelime için Kuran’da iki aşamadan
birinci değişim evresidir. İkincisi ise insanın dünyada yaşadığı güzel şeylerin
Allah’ın bir lütfu olduğundan hareketle kelime kefere ve küfr ile yavaş yavaş
orijinal anlamı olan nankörlük manasını kaybederek git gide inanmama
(disblief) anlamına doğru kaydığını gösterir. Vahyin son aşamalarına doğru Kuran’da
kefere artık şekere'nin karşıtı değil amene fiilinin karşıtıdır.
Dahası Allaha şükretmek anlamına gelen şekere Kuranın birçok yerinde
Allaha inanma anlamında amene'nin hemen hemen sinonimi olmaktır. Ancak şekere
kelimesindeki semantik değişim Kuran açısından kefere kadar değildir. Bu
değişim, kelimeler, az çok bulundukları kültürden etkilenmiş ve tali anlamlar
kazanmıştır. Burada
Şekere kelimesinin Kuran’da ki esas manası etrafında izafi bir mana gelişti ve
bu mana, kelimeyi bazı zamanlar amene'nin eş anlamlısı yaptı. Nankörlük
anlamındaki kefere'de ise kelime o derece kuvvetli bir etki altında
kaldı ki sonunda temel manasını kaybedip yeni bir kelime oldu, inanmama anlamı
aldı. (s. 125).
Konunun bir diğer yönü de nüzul döneminde kitap sözcüğünün terim düzeyindeki anlamına denk düşmediğidir. Bu dönüşümün belli bir zaman aralığını gerektirdiği açıktır. Kitap, kalem, okuma ve yazmayı bugünkü anlamıyla algılayan bir kültür muhitinin mensupları, bu kelimelerin sözlü bir kültürde ne anlama geldiğini ıskaladıkları için büyük bir anlam kargaşası yaşanması doğaldır. Yazılı kültürün hâkim olduğu bir toplumda kitap, kalem, defter, kırtas (kağıt) gibi okuma-yazma araçları öne çıkarken sözlü kültürde ezber (hıfz) ve yineleme (tekrar) daha büyük bir önem taşımaktadır. Bu nedenle bu tür sözcüklerin yazılı kültüre geçildikten sonra kazandıkları anlamın Kur'an'daki emsalleri için de geçerli olduğunu varsaymak son derece yanıltıcıdır. Bu nedenle kelimenin izleğini takip etmek için semantiğin iki farklı disiplininden özellikle eşsüremli (sinkronik) anlambilime müracaat etmek kaçınılmazdır. Oysa bugün bildiğimiz kitap terimi tarihsel anlam bilim de denilen artsüremli (diacronik) anlam bilimin konusudur. Eşsüremli anlam bilimine göre, Kur’an'ın ilk emri olarak dile getirilen "ikra/oku!" ifadesinin yazılı bir kitabı okumak anlamına gelmediği, "duyurma, bildirme ve tebliğ etme" anlamına geldiği pek çok kaynak tarafından dile getirilmektedir. (E. Sell, The Historical Development of The Qur'an, s. 2-3)
Bir diğer husus, Kur'an açısından okuma (kitap) ve yazma (kitabet)'dan birincisi Kur’an'da türevleriyle birlikte daha çok geçerken yazı konusu Kur’an için o kadar belirleyici değildir. Ketebna-yektubune-tektubune-nektubu (yazdık-yazıyorlar-yazıyorsunuz-yazıyoruz) vb. kullanımlarının bolluğu bu kaideyi bozmaz, zira bu kullanımlar isim formundaki kitap kavramına bağlı olarak tekrar edilmektedir. Dolayısıyla Kur’an açısından kitap kavramı, bir odak terim olarak suhuf, zübür, levha, sifr, nüsha gibi bir dizi kelimeyle vahiy zemininde semantik bir alan oluştururken, kitabet anlamında yazım faaliyetini karşılayabilecek odak bir terime rastlamak güçtür. İlgili yakın anlamlı kelimelerin sayısı da oldukça azdır. Örneğin aslen Arapça olan defter kelimesi Kuran'da geçmediği gibi kelimenin Hicaz Arapları arasında dolaşıma girmesi de oldukça geç bir dönemdir ve Persler yoluyla Arapçaya girmiştir. Gerçi Perslerin Yunanlılarla olan münasebeti dikkate alındığında Herodotos (MÖ. 425)'un, İyonyalılar’ın ve kendi çağdaşı birçok kavmin yazı yazmak için deri kullandığını ve papirüs tomarlarına diphtera denildiğini (Tarih, s. 408) belirtmesi kelimenin izleğinin daha da gerilere gittiğini göstermektedir.
Son olarak. Kuran’da kitap kelimesinin
anlam tayininde kafa karışıklığının en temel nedenlerinden birine işaret ederek
bitirelim. Aslında bu karışıklığın asıl nedeni Mushaf ile Kuran’ı aynileştirip, aralarında
bir ayırım yapılamamasından kaynaklanmaktadır. Oysa Kuran başka bir şeydir,
Mushaf başka bir şeydir. Hz. Peygamber sadece Kuran’a muhatap oldu, Mushaf’ı
hiç tanımadı. Dolayısıyla bu keskin ayırım dikkate alındığı takdirde Kuran’da geçen
kitap kelimelerinin semantik anlamı da daha anlaşılır hale gelecektir. Bu ayırım çok veciz olarak şöyle yapılabilir:
- ·“Kuran
özü itibariyle yazılı bir metin (kitap) değildir. Onun hakim vasfı bir yönüyle
mektup (yazılmış) olmayıp bilakis meşfuh (ağızdan çıkan) ve mesmu (kulaktan
işitilen) bir hitaptır.” (D. Cündioğlu,
Kuranın Çeviriler Dünyası, 18).
Bu veciz ayırımı anlamlı kılan bir başka ayırım da Mushaf’ın değil, bir hitap olarak Kuran’ın kendisini
tanımlarken yaptığı mahiyet ve muhteva ayırımıdır. Kuran’ın mahiyetinin tayin
ve tespiti onun içeriğinin yani muhtevasının dolayısıyla işlevini de açığa
çıkarır. Kuran bu yönüyle hem mahiyet açısından hem de muhtevaya yönelik önemli ip
uçları sunmaktadır. Mesela Kur'an’da kendisiyle ilgili yer alan onlarca sıfat
yer almaktadır. Mesela vahiy, tenzil, kelam, kitap, ilim, hikmet, huden,
şifa, rahmet, nur, ruh, tebyin, furkan, zikr, nezir böyledir. Bu
kelimelerden vahiy, kelam, tenzil gibi bir kısmı, Kur’an'ı mahiyeti,
tabiatı ve yapısı açısından nitelerken, yani onun ne tür bir söz olduğu
hakkında bize bilgi verirken, nur, şifa, rahmet, huden, furkan gibi
kelimeler ise Kur’an’ın ne tür bir işlev gördüğünü (işlevsel değerini)
açıklamaktadırlar. Bu açıklamadan hareketle Kur'an'ın mahiyetine yönelik
terimlerin Allah ile Hz. Muhammed arasındaki safhayı, muhtevasına ve işlevine
yönelik terimlerin ise Hz. Muhammed ile muhatapları (diğer insanlar) arasındaki
safhayı aydınlattığı, bazı terimlerin ise her iki safhaya da taalluk ettiğini
ve bu ayırım dikkate alınmadığı takdirde de zihinlerdeki Kur'an tasavvurunun
sarahatten yoksun olacağı söylenebilir. (Cündioğlı, Anlamın Buharlaşması,
24-25).
Yorumlar
Yorum Gönder