Ana içeriğe atla

Mekke’de Kütüphane var mıydı?

7. yüzyıl'da Mekke'de kütüphane var mıydı?

Daha dar ölçekte, kitap var mıydı?

Çok daha önemlisi, okuma yazma ediminin gerektirdiği toplumsal bir zemin var mıydı?

Bütün bu sorular dikkate alınmadan, Alak suresinin başında geçen “ikra!” (oku) kelimesinin anlamı anlaşılamaz. Sadece o mu, bunu Kuran’ın tamamı için genellemek mümkündür. Aslında “Kuran’ın ilk emrinin oku (ikra)!” olarak genel bir kabul görmesine rağmen meselenin hiç de sanıldığı gibi olmadığı, ortada okunacak ne bir kitap ne de yazılı bir belgenin bulunmadığı bir dönemde okunacak şeyin mahiyeti de doğru cevaplanamaz.

Biz burada Kuran’ın ilk emrinin oku olup olmadığı meselesini Kuran’dan, Mekke’de ki reel karşılığından ya da toplumun kültür seviyesinden hareketle değil, başka bir açıdan, kütüphanenin tarihsel zemininde dolaşarak bir karşılaştırma üzerinden ele almayı deneyeceğiz.

MS. 7. Yüzyılın başlarında "Mekke şehrinde bir kütüphane var mıydı" sorusu küçük bir değişiklikle "Mekke de Kuran'dan önce kitap var mıydı"ya dönüştürüldüğünde doğal olarak birinci soru anlamsız hale gelecektir. Bizim, Mekke’de kitabın varlığını aramak yerine kütüphaneyi tercih edişimizin nedeni ise Mekke’nin dönemsel olarak içinde yaşadığı  dünyada ki konumunu doğru belirlemektir.

O gün kütüphane ve kitabın diğer bölgelerdeki durumunun ne olduğu açığa çıkması halinde Kuran’ın nasıl bir zeminde teşekkül ve tekevvün ettiği, doğal olarak onda geçen kitap, kütüb, kitabet, suhuf, tilavet, kıraat, tertil vb. onlarca kelimenin neye delalet ettiği, daha da önemlisi “Kuran’ın ilk emrinin oku!” olduğu türünden klişelerin hiç de sanıldığı gibi olmadığı daha anlaşılır olacaktır.

***

Evet Kur’an geldiğinde Mekke’de bir kütüphane yoktu ve uzun yıllar boyunca da hiç olmadı. Oysa İslam’ın Mekke dönemi, kütüphanecilik tarihi açısından çok geç bir tarihtir. Uygarlık tarihinde kütüphane olgusu, yazının icadına kadar geri götürülebilir ki yapılan araştırmalar; Sümer kentlerinde ortaya çıkartılan kil tabletlerde devlet ve din adamlarının yararlandığı kütüphanelerden söz etmektedir. Tarihi kayıtlar, Mezopotamya'da ve Mısır'da tapınakların bir bölümünün aynı zamanda kütüphane olduğunu, buralara "tablet evi'' ya da "mühür evi" denildiğini söylüyor. Sippar'da çıkarılan 70.000 kil tablet ile Hammurabi (MÖ. 1750) zamanında inşa edilmiş tapınaklarda içinde tabletlerin yer aldığı özel odalar bunu gösteriyor. Asurlu tüccarların kenti, Kaneş'te bulunan çivi yazılı belgeler, yere gömülü küpler ve sepetler içinde bulunmuştu. (K. Ryholt, Libraries before Alexandria, s. 44)

Mezopotamya ve Mısır'daki kadim döneme ait tüm kütüphaneler bir şekilde unutulup gitti, ta ki 19. Yüzyıla gelinceye kadar. Modern dönemle birlikte gerek arkeolojik kazıların artması gerekse yeni teknik imkanlar ile keşfedilen bulgu ve belgelerin çözümlenmeye başlamasıyla, çok sayıda “kayıp kütüphane” (lost libraries) olduğu anlaşıldı. (Bk. J. Black, Lost Libraries of Ancient Mesopotamia, s. 42). Sadece Mezopotamya’da değil, dünyanın uzak bölgelerinde de benzer gelişmeler yaşandı. Daha 2003 yılında Tibet'te bir manastırda, mühürlü bir duvarın arkasında çok eski dönemlere ait Sanskritçe, Çince, Tibetçe ve Moğolca yazılmış 84 bin el yazması bulundu. (https://historyenhanced.com/unveiling-the-unseen-84000-unread-manuscripts-from-sakya-librarys-timeless-tales-discovered/). Dolayısıyla dünyanın uygar bölgelerinde, Hititler, Fenikeliler, Persler yanında Yahudi ve Hristiyan krallarının kütüphaneleri ile Girit, Kıbrıs ve daha başka pek çok yerde benzer gelişmeler yaşandı.

Antik Yunana gelindiğinde ise her alanda olduğu gibi bu alanda da insanlık tarihinde görülmemiş büyük bir sıçrama yaşandı. İşin ilginç yanı, bugün olumsuz anlamıyla bilinen tiranlıklar döneminde bile Atina’da kütüphaneler kuruluyordu. Modern anlamda ilk kütüphane kurucusu olarak görülen Atina Tiran'ı Peisistratos (MÖ. 527), Yunan kutsal metni Homeros'un İliyada ve Odysseia gibi destanlarını kitap formuna kavuşmasını sağladı. Tiran, tüm ülkeye bir ferman yayınlayarak, elinde Homeros'dan parçalar bulunan herkesten, satır başına belli bir ücret karşılığında vermelerini istiyordu. (Bk. R. MacLeod, The Library of Alexandras, s. 1). Bu noktada, Kuran’ın mushaflaşma sürecinde yaşananlar hatırlanmalıdır. Zira Müslümanlar, kutsal metinlerini herhangi bir ücret olmaksızın sadece iki şahitin varlığını yeterli görürken, Yunanlı yöneticiler, kutsal metinlerini ücret karşılığında, para vererek kitaplaştırıyorlardı ki bu iki toplumun zihinsel kodlarını dolayısıyla kitap algısını yansıtması bakımından önem taşımaktadır.

Yunan'da kısa bir süre sonra artık özel kütüphanelerden de söz edilir olmuştu; bu dönemle birlikte kitap ve kütüphane Yunan'da artık sıradanlaşmaya başlamıştı. Ünlü tragadye yazarı Euripides (MÖ. 406) ve Euthydemos (MÖ. 4. Yy), Platon’un öğrencisi Ksenokrates (MÖ. 314), büyük retorik ustası Demosthenes (MÖ. 322), matematikçi Eukleides (MÖ. 275)’in kütüphaneleri yanında Speusippos (MÖ. 347-339)'un kütüphanesinde çok sayıda anı kitabı olduğu biliniyordu. Kaynaklarda, Platon (MÖ. 347)'un kitap topladığına ilişkin çok sayıda kayıt var. Syrakusai hükümdarı Dionysios (MÖ. 367) ile olan ilişkisi ve dostluğu sayesinde kütüphanesi için kitap topladığı, Pythagoras felsefesi ile ilgili bir kitabı büyük bir para karşılığında satın aldığı ve böylece ünlü Timaios'u derlediği biliniyor.

Antik Yunan’ın zirvesi kabul edilen Aristotales (MÖ. 322) ve onun öğrencisi büyük İskender (MÖ. 323)’in dünyayı kuşatma girişimi ile kitap ve kütüphanenin tarihi bambaşka bir evreye girdi. Bunun İslam gelinceye kadar nasıl büyük dalgalanmalar meydana getirdiğini görmek için biraz detaya girmek gerekiyor.

Aristoteles’in hayattayken kitaplar topladığı, kurduğu akademide (Lykeion) büyük bir kütüphane oluşturduğu ve kitaplarının kataloğunun yapıldığı kaynaklarda sıklıkla dile getirilmekteyse de bizzat kendisi Politika’nın daha hemen başında çeşitli ülkelerin anayasa metinlerini topladığını söylemektedir. (Politika, s. 6). Lykourgos, Sparta, Girit, Kartaca, Lakedaimonia anayasaları üzerine uzun uzun karşılaştırmalar yapar. Aslında Aristotales’in konumuz açısından önemi, onunla birlikte çok geniş kitlelerin kitapla temasının mümkün hale gelmiş olmasıdır. (F. G. Kenyon, The Use of Books in Ancient Greece, s. 25)

Diogenes Laertios (MS. 3. Yy), Antik Yunan filozoflarının bıraktığı uzun kitap listelerini vermektedir. Bu listeler arasında sadece Aristotales’in kendi yazdığı 350 kitabın tek tek isimlerini verirken bunlardan bazılarını  üç, dört, beş, altı, dokuz, on ve onyedi nüsha olduğunu nakletmektedir. (D. Laertios, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, s. 216-220). Bu noktada, birbirinden farklı onlarca alanda yazı yazmak için nasıl bir kütüphaneye sahip olmak gerektiği ise izahtan varestedir. Aristotales’in bugün için Türkçeye çevrilmiş yaklaşık 30-40 kadar kitabının mevcut olduğu düşünülürse Laertios’un verdiği listenin kıymeti daha iyi anlaşılır.

Anlaşılan o ki gerek kendi yazdığı kitaplar gerekse meydana getirdiği büyük kütüphanenin -en azından- bir kısmı kaybolmuştur.  Laertios’dan daha önce  yaşamış olan Strabon (MS. 24), ve Plutarchos (MS. 46-120) gibi aynı dönemde yaşamış iki önemli isim, bu kitaplar ve kütüphaneden söz etmektedirler. Buna göre, Aristo bu zengin kütüphaneyi öğrencisi Theophrastos (MÖ. 287)'a bıraktığı, Lykeion'daki bu kütüphanenin çok uzun süre varlığını sürdürdüğü ve nihayet Theophrastos'un ölümüyle öğrencisi Neleos’a bıraktığı söylenmektedir. Söz konusu kütüphanenin en kilit ismi ise aslen Çanakkaleli olan  işte bu Neleos’tur.

Aynı zamanda Midilli doğumlu olan ve Mısır krallarına bir kitaplığın nasıl düzenleneceğini ilk öğreten kişi olduğu söylenen Theophrastos (MÖ. 287) kitap biriktiren biri olarak biliniyor. Theophrastos, hocası Aristo’nun kütüphanesini koruması için Neleos’a teslim edince o da Aristo’nun kütüphanesini, doğduğu kent olan Skepsis’e götürür. Söz konusu kütüphanenin serancamı özellikle ülkemizin Batı sahillerinde geçtiğinden, Aydın yakınlarındaki Nysa kütüphanesinde eğitim gören ünlü gezgin Strabon’un bu konuda anlattıklarını en azından bizim açımızdan daha da önemli kılmaktadır:

·    "Skepsis'ten Erastos, Koriskos ve oğlu Neleos gibi Sokratik filozoflar çıkmıştır. Bu sonuncusu Aristotales'in ve Theophrastos'un öğrencisiydi. Theophrastos'un kitaplığı miras olarak Neleos'a kaldı ve bunlar arasında Aristotales'in kitapları da bulunuyordu, çünkü Aristotales'in kitaplığını ve okulunu Theophrastos'a vasiyet etmişti ve bildiğim kadarıyla bu adam kitap toplayan ve Mısır'da krallara bir kitaplığın nasıl düzenleneceğini ilk öğreten kişidir." (Strabon, Antik Anadolu Coğrafyası, s. 139-140).

Bu yeni ortamda Neleos’un Atina’dan getirdiği anlaşılan kitapların o dönemin şartlarında Atina-Çanakkale arasındaki mesafe dikkate alındığında kitapların paha biçilmez olduğunu gösterdiği gibi Neleos’un  nasıl bir kitap düşkünü olduğunu da göstermektedir.

Neleos ömrünün sonlarına doğru bu bilgi hazinesini kendi mirasçılarına bırakırken bir vasiyette bulunmuş, ancak bu paha biçilmez kitapları bıraktığı kişiler kitapların ne denli değerli olduğunu pek anlamış görünmemektedirler. Ancak yine de onları korumaya çalıştıkları söyleniyor.

İşte bu kütüphanenin etkisi, erken Orta çağ boyunca dalga dalga yayıldı. Anadolu’nun ve Yakın Doğu’nun kaderini, sarsıcı siyasal olaylarla değiştiren Büyük İskender’in iki yüz yıllık Anadolu’nun üstüne çökmüş Pers sömürgeciliğini kırmasıyla yeni bir döneme girildi. Onun ölümüyle komutan ve generallerinden ikisi iki farklı bölgede krallıklar kurdu. Bunlardan biri Bergama (Pergamon)’da Attalos hanedanlığı (MÖ. 263), diğeri de Mısır’da krallık kuran Ptolemaios hanedanlığı (MÖ. 285)’ydı. Her iki bölgede de kral ve takipçileri kültür ve sanata olan aşırı düşkünlükleri ile biliniyordu. Attalos hanedanlığı Bergama kütüphanesini kurarken, Ptolemaios hanedanlığı ise Mısır’da  İskenderiye kütüphanesini kurmuştu. İşte bu iki önemli merkez;  kitab ve kütübhanenin yönünü büyük ölçüde belirlemiştir.

Bergama Kralları (Attalos Hanedanı) zamanın en iyi heykeltraşlarını, tiyatrocularını, hekim ve eczacılarını, dil bilginlerini, kent tasarımcılarını, yazarlarını Bergama’ya çağırdılar. Bergama kütüphanesi MÖ. ikinci yüzyılda yıldızı daha da parladı. Bilgi toplama bağlamında o zamanın en büyük kütüphanesine sahip olan Mısır’ın İskenderiye Kütüphanesiyle büyük bir yarışa girdi. Hatta Mısır, Bergama’nın kitap sayısında İskenderiye’yi geçmesi endişesi karşısında, bunu bir meydan okuma olarak gördü ve zamanın yazı gereci olan papirüs’ün Bergama’ya ihracını yasakladı. Bunu üzerine Bergamalılar, açtıkları yarışmayla yasaklanan papirüsün yerine kullanılabilecek bir başka yazı gerecinin, “Bergama kağıdı” da denen, parşomen’in keşfini sağladılar.  

İşte bu Bergama krallarından biri olan II. Eumenes (MÖ.197-159), söz konusu kütüphaneyi zenginleştirmek için adamlarını dört bir yana salarak kitap toplamalarını istediğinde, Aristo’nun söz konusu kütüphanesinin Skepsis’de,  Neleos’un varislerinde olduğunu öğrendi. Skepsis, 100 km uzaklıktaki Bergama’nın egemenlik alanındaydı. Kralın adamları, Neleos’un Skepsisdeki kitapları bıraktığı varislerinden bu kitapları satın almak istedilerse de varisler muhtemelen fiyatı beğenmedileri için kitapları vermediler. Kraldan korktukları için de çukur kazıp tüm kitapları toprağa gömüp sakladılar. (Bk. L. Casson, Libraries in the Ancient World s. 49-53). Bergama kralı, bu kitapları kütüphaneye katamadı belki ama ilerleyen zamanlarda kütüphanede kitap sayısı 200 bin gibi inanılmaz boyutlara ulaştı.

Peki Bergama karşısında Mısır İskenderiye kütüphanesinin durumu nedir denilirse burada da Aristo’nun mirasının etkisi olduğu anlaşılıyor. Aristo’nun bazı eserlerinin İskenderiye  kütüphanesinde ortaya çıkmış olmasına bakılırsa, Skepsisli Neleos’un varislerinin, bırakılan kitaplardan bir kısmını İskenderiye Kütüphanesine satmış olmalılar. Zira Neleus’un Atina’da bir süre yöneticilik yapmış arkadaşı daha önce adı geçen Demertius’un o sıralarda Mısır’da sürgünde olduğu ve İskenderiye kütüphanesinde çalışan hatta oranın yöneticisi konumundaydı. Dolayısıyla Skepsisli Neleos, kitapları Demertius eliyle İskenderiye’ye satmış olabilirdi. MÖ. 30’larda, Roma İmparatoru Augustus (MS. 14), Mısır’ı fethedip İskenderiye Kütüphanesine girdiğinde  Aristo’nun ve öğrencisi  Theophrastos’un eserlerini burada bulmuştu.

Roma dönemiyle birlikte müstakil kütüphanelerin inşa edildiği ve buraların mimarisi, kitapların nasıl korunacağı ve tasnif edileceği üzerinde önemli gelişmeler yaşandı ve İskenderiye kütüphanesi (MÖ. 285-145), dünya tarihinin özellikle kütüphanciliğin modern döneme kadar bir daha eşi benzeri görülmemiş en büyük kütüphanesi oldu. Sadece buradaki  el yazması kitapların sayısı hakkında verilen rakamlar bile dudak uçuklatacak düzeydeydi: 100 binden az olmamak üzere, 400 binden 900 bine kadar farklı rakamlar dile getirilmektedir ki bu, en düşük rakam bile dikkate alınsa, inanılması güç bir durumdur. (J. O. Ward, The Lıbrary of Alexandrıa, s. 165)  Üstelik söz konusu kütüphane böylesi bir kapasiteyle ancak çok geniş bir çalışanlar kadrosunun görev yapmasıyla hizmet verebilirdi. Bu tarihi kütüphanede kimler çalışmadaki; Arkhimides (MÖ. 212), Herofilos (MÖ. 280) ve Erasistratos (MÖ. 250), Eratosthenes (MÖ. 194), Batlamyus (MS. 2. Yy.) ve Hypatia (MS. 415) gibi daha pek çok isim ömürlerini hep bu kütüphanede tükettiler.

Antik Roma'nın en önemli hekimi Galen (MS. 219) Bergama ile İslenderiye kütüphaneleri arasındaki söz konusu rekabete ilişkin ilginç anekdotlar aktarmaktadır. Özellikle her iki ülkenin krallarının büyük bir kütüphane oluşturmak için rekabet ettiğini, nadir eserleri kütüphanelerine kazandırmak için yarıştıklarını, özellikle Bergama Kralı Eumenes’in, İskenderiye Kütüphanesi'nde bulunan eserlerin kopyalarını almak için 15 talent gümüş depozito verdiği ve orijinal eserlerin kopyalarını hazırlayarak geri gönderdiğini söylemektedir. Her iki ülkenin kralları arasında eski kitaplar için yapılan teklif yarışmasına atıfla bu durumun kitap fiyatlarının artmasına ve sahtelerinin ortaya çıkmasına yol açtığını, İskenderiyelilerin bu nedenle yeni kitapları kütüphaneye hemen koymadığını, belli bir elemeden geçirildiğini de nakletmektedir. (Harry Y. Gamble, Books and readers in the early church, s. 179). Kütüphanesinde eski Yunan filozofu Anaksagoras (MÖ. 428)'ın yazılarının yanı sıra ipek üzerine yazılmış pahalı kitaplar bulunan Galen’in, özellikle Hippocratic writings denilen eserin kopyasının kütüphaneye nasıl ulaştığını açıklarken, III. Ptolemaios Euergetes (MÖ. 246-222)'in, Mısır'ın İskenderiye limanına gelen tüm gemilerin kitaplar için aranmasını emrettiğini, bulunanların kopyalanarak sahiplerine iade edildiği ve orijinalleri üzerine "gemilerden" ibareli bir etiketle kütüphaneye konduğunu belirtmektedir. (V. Nutton, Galen: A Thinking Doctor in Imperial Rome, s.,140.

Aristotalesin kütüphane mirası hakkında kaynaklarda daha başka ayrıntılar da nakledilmektedir. Skepsis’te, muhtemelen 150 yıl toprak altında havasız kalan bu kitapların bir kısmı nemden çürümüş, bazı yerlerini kurtlar, böcekler yemiş olmalıydı. Bergama Krallığının yıkılmasıyla, önemli bir kültür merkezi olan Skepsis artık Romalıların kontrolüne geçmişti. Skepsisli Neleos’un varisleri toprak altında kalıp hasar gören kitaplarını, bir kitap sevdalısı olan Teoslu (İzmir/Seferihisar), çok zengin bir Yunanlı olan Apellicon (MÖ. 84)’a sattılar.  Tam bir kitap kurdu olan Apellicon, ne bulursa topluyordu, hatta  Atina Agorası yakınındaki Ana Tanrıça (Kybele) tapınağı Metroon’un arşivinden halk meclisi kararlarının eski özgün elyazmalarını bile topladığı (çaldığı da) söyleniyordu. Teoslu Apellicon, Skepsislilerden satın aldığı Aristo Kütüphanesini, o günkü siyasal koşullarda önce Teos’a sonra tekrar Atina’ya götürdü. Çürümüş, güveler tarafından yenmiş kitapların/ruloların kopyalarını çıkardı.  Ancak eksik kısımlarını, sayfaların çürümüş yerlerindeki ifadelerini kendisi tamamladı. Bu nedenle Aristo’nun eserlerinin en azından bir kısmının özgün hali yok oldu.

Apellicon ile aynı dönemde yaşayan ve belki ondan da önemli bir başka isim, Rodoslu Andronicos (MÖ. 1. Yy)’tu. Aristoteles'in kitapları üzerinde yıllarını verdiği biliniyor. O’nun önemi sadece bir filozof  olmasından değil, aynı zamanda kitap ve kütüphane konusundaki ihtisası nedeniyle Aristotales’in kitaplarının kataloğunu hazırlamasıydı. Kendisi bir kütüphaneci olan Tyrannion'ın yardımı ve aracılığı ile Aristoteles'in yapıtlarına ulaşan Andronicos MÖ. 60 yıllarına doğru bu eserlerin tam bir baskısını gerçekleştirmekle kalmamış aynı zamanda bu eserleri tasnif etmiş ve Aristotales’in bugüne gelmesinde en önemli rolü oynamıştır.

Peki Andronicos’un kitapları kendisinden aldığı Tyrannion  (MÖ. 44) kimdir? O da Aristo’nun kütüphanesi üzerinde çalışanlardan bir diğeridir. Dil bilimci olduğu söylenmektedir. Romalı general Lucius Lucullus (MÖ. 57), Amissos’a (Samsun) düzenlediği bir seferde Aristo’nun eserlerinin bazı kopyalarının burada da ortaya çıkmasıyla (bu bölge o zamanlar bir Yunan kolonisiydi), onları da alarak dönüşte pek çok esirle birlikte Roma'ya döndü. Esirler arasında işte bu Tyrannion da vardı. Yaşamını Roma’da sürdüren, bilgisi ve kişiliğiyle saygınlık kazanan bu bilge adama Luculus’un elindeki Aristo eserlerine erişim izni verildi. Bu kitapları kopyaladı ve özgün olanları olmayanlardan ayırd etti. Aslında Samsun’dan bir köle olarak getirilen Tyrannion; Roma’da kölelikten bilgeliğe yükselmiş, özel Kütüphanesine 30.000 kitap toplamış biriydi ve aynı zamanda Amasyalı Strabon’un da hocasıydı.  Cicero (MÖ. 43), Atticus, Caesar (MÖ. 44) gibi soylu ve ünlü Romalılarla dost olan Tyrannion, kendi çalışmalarının doğruluğunun sağlamasını yapmak için elindeki Aristo eserlerinin kopyalarını Atina’ya Rodoslu Andronikos’a göndermişti.

Söz konusu kütüphanenin serancamı konusunda adı geçen son bir isim ise yine Romalı bir general olan Lucius Cornelius Sulla (MÖ. 78)’dır. Onun Atina’yı zaptı sırasında askerleri, kenti kapı kapı dolaşıp  yağmalarken Apellicon’un evine de girmişler, onu kütüphanesinde saklanırken bulunca kitaplar nedeniyle komutanlarına haber vermişlerdi. Sulla, savaş ganimeti olarak Apellicon’un kütüphanesini Roma’ya, ikametgahına taşıtmış ancak daha sonra, yoksul düşen oğlu Faustus bu eserleri satmaya karar verince eserler çeşitli alıcılar arasında elden ele geçmiştir.

Görüldüğü üzere Aristotales’in gerek kendi yazdıkları gerekse kurduğu Lykeion’daki kütüphanesi İslam’ın ortaya çıktığı tarihe kadar uygar bölgelerde elden ele, bölgeden bölgeye taşınarak çok büyük bir etki meydana getirmiştir. Bir süre sonra Bağdat’ın kurulmasına doğru İslam dünyası da onun kitapları ve kütüphanesinin peşine düşecekti.

Roma İmparatorluğunun ayrıcalıklı yanlarından biri de üç asır boyunca kralların ve ileri gelen devlet adamlarının himayesinde kitap ve matbuat daha da gelişti ve serpildi. Roma döneminin en önemli filozoflardan Cicero (MÖ. 43), Atticus’un kendisine Roma’da kitapçıdan aldığı bir kitap nedeniyle kitabın hatalarla dolu olduğunu oysa kütüphanelerdeki kitapların daha hatasız olduğunu nakletmektedir. Cicero’nun Atina, Rodos, İskenderiye ya da kitapçıların uzun süredir ticaret yaptığı büyük Yunan merkezlerinden herhangi birinden kitap siparişi yaptığı da biliniyor. Atinada yaşayan Atticus’a büyük bir kitap koleksiyonu için ödeme yaptığında şöyle dediği nakledilir: "Ben tüm kazancımı bunun için biriktiriyorum." (L. Casson, Libraries in the Ancient World s.79).

Kitaplar sadece kurulan kütüphaneler ile sınırlı değildi. Artık kitap satın alınabilir bir meta haline gelmiştir. Roma şehrinde  bazı kitap satıcıları yerlerini almaya başlamışlardır. Lewis Mumfort (ö. 1990), şehrin tarihini konu alan ünlü eserinde, yazılı kayıt, kütüphane ve arşivin icadının kentin en karakteristik başarılardan biri olduğunu söyledikten sonra Roma’da 312-315 yıllarına ait bir belgede tek bir şehirde 28 kütüphane olduğunu kaydetmektedir. (Tarih Boyunca Kent, s. 297). Bu gelişmişlik Roma'daki Trajan'ın kütüphanesi, Atina'daki Hadrianus'un kütüphanesi Efes’teki Celsus’un kütüphanesi gibi imparatorluk boyunca tüm kamusal kütüphaneler, kitabta kodeks formunda rulolar konusunda büyük gelişmeler sağladı. (Bk. L. Casson, Libraries in the Ancient World s.135). Özellikle Efes içinde yer alan Celsus kütüphanesi MS. 3. asırda, İskenderiye ve Bergama kütüphanelerinin ardından gelecek kadar gelişmişti.  4. Yüzyıla gelindiğinde Roma ikiye ayrıldıktan sonra Doğu Roma’da, Bizans kütüphaneleri de oldukça zengindi. Başkent Konstantinopolis’te kralın adına kurulan kütüphanede yaklaşık 100 bin ile 120 bin ciltten meydana gelen büyük bir kitap koleksiyonu vardı.

 

Verilen bu kayıtlardan kitap ve kütüphanenin sadece Batı coğrafyasında olduğu sanılmamalıdır; Doğu’da da büyük kütüphaneler ve kitap merkezleri vardı. Sasanilerin büyük hükümdarı I. Şapur tarafından kurulan Cündüşapur ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Gelişimini 6. yy sonlarında tamamlayan Cündişapur, İslamın henüz ortaya çıkmadığı bir dönemde özellikle 489’da Edessa’dan (Urfa) sürülen Nestûrîler ile putperest kabul edildikleri için 529’da Atina’dan sürgün edilen Yeni Eflâtuncu bazı filozofların buraya gelmesiyle bölgenin önemli merkezlerinden biri olmuştu. Bir tıp merkezine dönüşen şehir; Hıristiyan, Suriyeli, Hintli, Yunanlı ve İranlı bilim adamlarını kendine çekmiş ve burada felsefe, tıp ve diğer ilimlerin okutulduğu bir okul ile birlikte büyük bir kütüphane de kurulmuştu. Bu kütüphane zaman içinde 400.000'den fazla kitaba sahip dev bir komplekse dönüşmüştü. Bk., Academy of Gundishapur (archive.org).

Antik dönem kütüphane tarihini inceleyen eserlerde Yahudilik ve Hristiyanlık’a ait özel kütüphanelerden de söz edilmektedir ki mesela Yahudiliğe ait en dikkate değer kütüphanenin bir Sinagoga değil de MÖ. 150 civarında başlayıp MS. 70 civarında sona eren özel bir Yahudi topluluğa ait olması ilginçtir.  Ölü Deniz'in kuzeybatı köşesinde bulunan Khirbet Qumran'a yakın mağaralarda keşfedilen çok sayıda el yazması bulunduğunda bunların bir zamanlar küçük bir Yahudi cemaatinin amaçlı olarak topladığı, düzenlediği, sakladığı ve kullandığı metinler koleksiyonu olarak büyük bir kütüphane olduğu anlaşıldı. (Christy Connell, An Archaeological History of Qumran, s. 57)

Hristiyanlığa gelince; kaynaklar,  İslam'dan en az üç dört asır önce teşekkül eden bu kütüphaneler hakkında çok bilgi vermektedirler. MS. üçüncü yüzyılda sadece litürjik amaçlı olmayan, Hristiyan kütüphaneleri ortaya çıkmıştı. Bunların en bilineni Kudüs kütüphanesiydi. Virginia Üniversitesi hocalarından  Hanry Gamble, erken dönem Hristiyan kütüphanelerini konu alan çalışmasında, Cezayir sınırlarındaki Cırta isimli küçük bir kasabada yaşayan Hristiyanların oluşturduğu bir topluluk kütüphanesinden söz etmektedir ki bu kütüphanede şaşılacak kadar büyük bir kitap koleksiyonu mevcuttu. (Hanry Gamble, Books and Readers in the Early Church, s. 145-146).

Buraya kadar anlatılanlardan, İslam'ın ortaya çıktığı döneme kadar kitap ve kütüphanelerin ne denli büyük bir gelişmişlik sergilediği anlaşılmış olmalıdır. Bu konuda daha ayrıntılı okuma yapmak isteyenler için dilimizde yayınlanmış önemli bir esere, Nuray Yıldız’a ait Antikçağ Kütüphaneleri (Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2003) isimli çalışmaya havale ederek biz tekrar 7. yüzyıl Mekkesi ve Kuran’ın nazil olduğu döneme geri dönüp yukarıda nakledilenler ışığında genel duruma bir kez daha bakalım.

Kuran'ın anlaşılmasının temel yollarından biri de onda en çok zikredilen kelimelerden kitap'ın anlam çerçevesinin 7. Yüzyıl Mekkesinde ne ifade ettiğidir. Nüzul çağında Mekke coğrafyasında neredeyse yazılı tek bir kitabın bulunmaması dikkate alındığında kitap kelimesinin bilinen anlamda yazılı bir metne tekabül etmediği anlaşılıyor. Ancak bu, başka bir yazının konusudur (ve bir sonraki yazıda bunu ele alacağız) biz burada sadece Kuran’da kitap kelimesinin anlam ve sınırlarını tespite yarayacak giriş mahiyetinde bir konunun etrafında dolanıyoruz.

7. Yüzyılda Mekke'de kütüphane var mıydı sorusunın cevabı tarihi veriler ışığında, açık bir biçimde, olumsuzdur. Ancak bu sorudan kasıt aslında Mekke’nin toplumsal kültürünü tayin ve tespit gibi bir amaç da gütmektedir. Kaynakların ittifakla bildirdiğine göre Kuran, Hicaz Araplarının kitap formunda ilk metnidir. Mushaf’ın çoğaltılması da Hz. Peygamberin vefatından çok sonra gerçekleşmiştir. Dolayısıyla kitabın olmadığı bir yerde kütüphaneden de söz edilemez.

Sadece Hz. Peygamber döneminde değil, o'nun vefatından sonra, dört halife döneminde de Mekke'de kütüphane olduğuna dair bir kanıt bulunmamaktadır. Olan sadece bazı devlet başkanlarına yazıldığı söylenen mektuplar, yaptığı antlaşmalar ve birkaç hadis sayfasından ibarettir. Bu durum kaynaklarda Mekke’nin erken dönem kültürel düzeyi hakkında ortaya konan veriler tarafından teyit edilmektedir. Bunlardan sadece bir kaçı şöyledir:

·  “Sahabeden (Abdullah b. Amr)'ın dışında kalanlar ümmi idiler. Onların arasına yazı yazabilenlerin sayısı bir ya da iki kişi ancak vardı.” (و كان غيره من الصحابة اميين لا يكتب منهم الا الواحد والاثنان). (İbn Kuteybe, Te'vilü muhtelifi'l-hadîs, s. 412).

Bu bilgi, aynı şekilde erken dönem diğer kaynaklar tarafından da desteklenmektedir. Mesela İbn Sa'd (845/230), sahabeden Rafii b. Malik'in yazı yazmayı bildiğini söylerken, Araplar arasında yazının çok az bilindiğine (وكانت الكتابة في القوم قليلdikkat çekmektedir. (İbn Sa'd, Tabakat, 3/622)

Belazuri (892/279), aynı şeyi Medineli Müslümanlar için de dile getirmekte, Evs ve Hazreç kabilelerinde yazmayı bilenlerin çok az olduğuna benzer ifadelerle tekrar etmektedir.

·   “Yazı Evs ve hazreçliler arasında pek azdı. İslam geldiğinde  unlardan yazmasını bilenlerin sayısı çok azdı. geldiğinde Evs ve Hazrecliler arasında yazı yazmayı bilen ancak birkaç kişiydi.”  (فجاء الاسلام وفي الاوس والخزرج عدة يكتبون.). (Belazuri, Fuhuhu’l-buldan, 663).

Bu ifadeler, Mekke ve Medine’de kültürel bir edim olarak okuma ve yazmanın bulunmadığını çok açık olarak göstermektedir. Dolayısıyla Hicaz Araplarının kütüphane ile ilk kez karşılaşmaları, İslam’ın doğup geliştiği Mekke ve Medine’de değil de Şam’da, Halife Muaviye (MS. 680/60) döneminde ancak ortaya çıktığına şaşmamak gerekir. Kaynaklarda, Abbasiler döneminin meşhur beytülhikme’nin çekirdeği olarak kabul edilen bir kütüphaneden, Hâlid b. Yezîd (MS. 704/85)’in dedesinin kurduğu bu kütüphaneyi devraldığından ve onu ggeliştirdiğinden söz edilmektedir. Hatta ayrıntı da verilerek bu kütüphanenin bir müstensihi olduğundan adının da Sa’d olduğu ve görevinin “sahibü’l-mesahif” olduğu dile getirilmektedir. (Mesudi, Mürucü’z-Zeheb,  2/71). Aslında Emevi halifelerinin kültüre önem vermedikleri, Muaviye ve Abdülmelik (MS. 705/86) dışındaki yöneticilerin ise başarılı ve kayda değer işler yapmadıkları biliniyor.

Emevi devrinde ki kültürel yoksunluk, Abbasilerin ilk kurulduğu dönemde de (özellikle Seffah (MS. 754/136) dönemi) durum pek parlak değildir. Kütüphane ancak Bağdat’ın kurulmasıyla mümkün olmuştur. Bu dönemde kurulan ünlü beytülhikme teriminin bile Sasani dilinde kütüphane anlamına gelen bir kelimeden alınmıştı. Dimitry Gutas, beytülhikme’yi fazla abartılmış bir yer olarak nitelemekte ve “nereden bakılırsa bakılsın erken Abbasi yönetimi Sasani kültürüyle yetişmiş bürokratların ellerinde Sasani modeline göre biçimlendiği sırada oluşturulan sıradan bir "büro" dan başka bir şey değildi” demektedir. (D. Gutas, Yunanca Düşünce Arapça Kültür, s. 62).  Kitap ve kütüphanenin Arap coğrafyasında gelişimi Halife Mansur (MS. 775/158) dönemi ile çeşitli kültürlerin kaynaşmasının doğal bir sonucu olarak başlamış, özellikle Memun (MS. 833/218) döneminde büyük bir genişlemeye neden olmuştur. Dolayısıyla Hicaz merkezli Arap olan Emevi ve Abbasi hanedanları için kitap ve kütüphane konusundaki duyarlılıkları özsel bir değil arızi bir tutumdur.

Bunu test etmenin yollarından biri de Antik dönem İskenderiye kütüphanesi başta olmak üzere Bergama, Efes ve Cündişapur kütüphaneleri ile karşılaştırmaktır. Zira Bağdat kurulduktan sonra müslümanların meydana getirdikleri kütüphanelerde bulunan kitap sayıları bu konuda bir fikir vermektedir. Bu sayı, hiçbir zaman Antik dönem İskenderiye, Bergama, Cündişapu kütüphanelerindeki sayıya ulaşmamıştır. Ünlü nizamiye medreselerinin kütüphanesindeki kitap sayısının 6000’lerde olduğu, Bağdat’ın batısındaki Garsünni‘me’nin kurduğu kütüphanede 1000-4000 arasında, Basra’da İbn Ebü’l-Bekā’nın kurduğu kütüphanede 12.000, Müeyyidüddin Alkamî’nin kurduğu kütüphanede 10.000 cilt kitaptan söz edilmektedir. Görüldüğü üzere bu rakamlar Antik dönem kütüphaneleri karşısında çok sönük rakamlardır. Belki sadece 13. yüzyılda kurulan Müstansıriyye Medresesi’nde bulunan 80 bin ciltli kitap istisnaidir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...