7. yüzyıl Mekke'si tam bir şehir miydi, yoksa kasaba ölçeğinden biraz daha büyük bir yerleşim yeri miydi bunu net olarak bilmiyoruz. Çünkü Mekke’yi şehircilik açışından ele alan ne Arapça ne de Türkçe yazılmış ciddi bir monografi hala yok. Arapça yazılmış, en erken kaynaklardan Ezraki (ö. 250/864) ve Fakıhi (ö. 278/891)’nin aynı adı taşıyan Ahbaru Mekke'den daha kapsamlı ve ciddi bir çalışma olmadığı gibi daha sonra yazılanlar da bu iki eserin tekrarından öteye geçmemektedir.
Peki Türkçede durum nedir denirse, hiç iç açıcı olmadığı, hatta daha da kötü olduğu rahatlıkla söylenebilir. İlahiyatçı akademisyenlerin kaleme aldığı birbirinin tekrarı onlarca makalede şehrin mimarisine hiç temas edilmemekte, sadece kutsallık üzerinden aşırı abartmalarla bir Mekke tasviri yapılmaktadır. Bir asır önce yazılmış Şemseddin Günaltay (ö. 1961)’ın ve yarım asır önce yazılmış Neşet Çağatay (ö. 2000)’ın yazdıklarıyla yetinmek zorundayız. İnterdisipliner bir yöntemle hazırlanmış, rivayet aktarımı ile yetinmeyen, analitik ve çözümleyici ciddi çalışmalardan hala yoksunuz.
Ankara Okulu Yayınları tarafından basılan İslam Öncesi Mekke isimli kitap da bu tür çalışmalardan biri. Yazarın giriş kısmında dile getirdiği “bu şehrin otantik çehresini, efsanelerden ve rivayetlerden arındırarak günümüze taşıyan araştırmalar yok denecek kadar azdır” cümlesini okuyunca, ardından da "yazılanlar sadece Kabe tarihini ele aldığı" serzenişini görünce ister istemez bu kitabın farklı olduğunu sanıp heyecanlanıyorsunuz. Ancak kitaba başlar başlamaz bunun boş bir hayal olduğunu anlıyorsunuz. Zira yazar Mekke’yi bir antik kent olarak tanımlamakla işe başlıyor:
- “Mekke, antik şehirlerin en önemlilerindendir. Çünkü burada bulunan Kabe, tarihin ilk dönemlerinden beri insanlar tarafından ziyaret edilip bilinmektedir.” (Yaşar Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, s. 9)
Bu ifadeleri kullanan yazarın ilmi ciddiyeti bir yana okurlarına karşı da sorumsuzca davranarak yanlış bilgi veriyor. Kendisinin yapmadığı şeyi okurların yapmasına da engel oluyor:
- “Şehir araştırmacılarının kaynak ve bilgi bulmada zorlandıkları “Antik Şehirler,” yeni oluşmuş olan kültür ve medeniyetlerin; sosyal, etnik ve ekonomik tarihlerinin ilk kaynaklarıdır.”
Neymiş, antik şehirler konusunda bilgi yokmuş. Oysa küçük bir araştırma yapsa, antik kentler konusunda sadece Koç yayınlardan çıkan dev asa kalınlıkta kitapları bir çırpıda görebilirdi. Ya da mesela Efes Antik kenti hakkında yazılanların ne denli geniş bir literatüre sahip olduğunu da.
Peki gerçekten Mekke
bir antik kent sayılabilir mi?
Sayılamaz. Çünkü Antik kent mana, mefhum (terim), muhteva itibariyle Mekke ile örtüşmez. Mekke bir antik kent değildir, aslında tarafsız bakanlara göre altıncı yüzyılda büyük bir kent ölçeğine sahip olup olmadığı bile tartışmalıdır. Sahip olduğu nüfus bakımından köy ve kasabadan daha büyüktür. Ancak tartışılmayacak bir husus varsa, o da buranın bir kutsal kent olduğudur.
Yazarın bu tür bir
yargı cümlesi kullanması, aslında antik kent ile kutsal kent arasındaki ayırım yapamamasından kaynaklanıyor. Eğer Antik Kent’den kastıTürkçedeki eski olan anlamında antika ise ilişkilendiriyorsa burada bilgisizlikden daha öte bir sorun var demektir. Zira antika sadece eski olanı
ifade etmez aynı zamanda az bulunur, nadir olmayı da içerir. Dolayısıyla
her eski olan şey, antika değildir. İslam kaynaklarında Kabe
için kullanılan “karye-i kadime” ifadesi (Mufassal, 4/7) doğru olmakla
birlikte tek bir yapının kadim olması orayı bir antik kent yapmaz.
Yazarın sözcük anlamıyla “eski” (karye-i kadime) olma halini kullandığını varsaysak bile dört-beş bin yıllık geçmişi olan kentlere nispetle İslam’ın ortaya çıktığı Mekke daha dünkü diyebileceğimiz bir yerleşim alanıdır. Her ne kadar Hz. İbrahim ve oğlu İsmail ile ilişkilendirilse de şehrin tarihi MÖ. 4. ve 5. yüzyıllarda yaşamış Kusay'dan öteye gitmez. Terimsel (ıstılahi) anlamıyla Mekke zaten antik kent skalasına girmez bile.
Antik kent adlandırmasının, çağla da ilgili olduğu, kavramın doğal
olarak Antikçağa ait olduğu bu çağın ise en geç Batı Roma imparatorluğunun
yıkıldığı 476’da çöküşü ile tamamen kapandığı unutulmamalıdır. Bu tarih, Mekke'nin bir mezra, bucak ya da
kasaba ölçeğinden şehre evrilme sancıları geçirdiği bir dönemdir. Zamansal olarak da olsa olsa bir Orta çağ kenti sayılabilir. Ancak
biz bu adlandırmanın da 7. Yüzyıl Mekke’sini tam ifade etmediğini, doğru
ifadenin ise "kutsal kent" olduğunu iddia ediyoruz.
Bir antik kent kavramının eski zamanlara ait olmasının yanında bir takım belirleyici ve ayırıcı başka özelliklerinin olması gerekir. Her şeyden önce antik kent, sadece eski zamanlara ait olması yeterli değildir. Yani tüm eski kentler antik kent değildirler. En önemli özelliklerden biri, buraların mimari olarak değerli da kültür ve uygarlık üreten kentler olmasıdır. Sümerler, Mısırlılar, Babilliler, Asurlular, Yunanlılar ve Romalılar kurdukları kentlerle en temelde gücünü ve görkemini simgeleyecek mimari eserler oluşturmuşlardı.
Antik kentlerde de
dini mimari vardır, Tapınaklar ve bu mekânların tezyinatı, inandıkları
tanrıların, dolayısıyla devletlerinin ve toplumlarının gücünü temsil etmesi
açısından oldukça etkileyici ve büyüleyici özelliklere sahiptir. Ancak dini
mimari şehrin bütününde belirleyici değildir. Saraylar, yönetim binaları, mahkemeler, halkın
eğlence mekanları, yasa ve belli bir plan dahilindeki şehircilik hep ön
plandadır.
Bir diğer husus antik kentler “çok kültürlü” bir yapıya sahiptir. Tek bir uygarlığa, tek bir kavme, tek bir dile ve inanışa ait olmayıp, sokaklarında farklı dil, renk ve inanışların iç içe yaşaması demektir. Kültürler arasında verimli bir diyaloğun, iletişim ve etkileşimin olması demektir. Sadece büyük bir sülalenin yaşadığı Mekke bu özelliklerden mahrumdur.
Antik kentler en temelde bilim, sanat, felsefenin ışığı altında gelişen ve şekillenen yerlerdir. Mısır’da Nil nehrinin taşması, ölüleri mumyalama geleneği, piramitlerin inşası; geometri, tıp, astronomi, kimya, botanik ve mekanik bilgisi olmadan mümkün olmazdı. Dolayısıyla mimari gibi bilim ve sanat dallarının gelişimi, büyü ve sihirle karışık olsa da, antik kentlerde ortaya çıkmıştır. Sümerlilerin, Fenikelilerin, Babillilerin, Yunanlıların antik kentleri; matematik, astronomi, tıp konularında ilk bilimsel çalışmaların yapıldığı yerlerdir. Buralarda kozmogoniler ve teogoniler, mitolojik içerikli başlasa da hep bir cevap arama, çözümleme yapma biçimidir. Mekke de bunların hiç biri yoktur.
Antik şehirler, yazılı kültür olmadan ortaya çıkmazlar. Yazı, oldukça ileri bir uygarlığı ve anlayışı gerektirir. Her topluluk bir alfabe geliştirememiştir, ancak çevresel ve toplumsal etkileşim neticesinde aldıkları alfabelerle duygu ve düşüncelerini ifade edebilmişlerdir. Yazı yazılacak objeler hep bu kentlerde görünür olmuştur. Mısır’ın papirüs ve hiyeroglifleri, Sümerlerin kil tabletleri, Asurların bakır levhaları, Fenikelilerin alfabeleri ünlü kentleriyle anılmıştır. Antik kentlerin sözlü toplumların değil, büyük oranda yazılı toplumların ürünü olmaları boşuna değildir.
Bu nedenle antik kentlerin olmazsa olmazlarından tiyatro, odeion, akropolis, gymnasium, buleuterion başta olmak üzere insan bilincinin ürettiği yüksek değerli yapılar, yazılı toplumun sağladığı imkanlar olmasaydı gerçekleşemezdi.
Aslında sadece dini yapılar açısından yapılacak bir karşılaştırmada bile antik kent ile kutsal kent ayırımını göstermeye yetecek ayırımlara sahiptir. Çünkü antik kentlerin tapınak ve bazalika gibi yapıları ortaçağ kentlerinde yerini kilise, manastır, cami, mescid ve medreseye bırakmıştır. Bir başka ayırım ise antik kent ile kutsal kent ayırımı muhatapları açısından da farklılık gösterir. Antik kentleri genelde tarihçiler, arkeoloji ve kültür meraklıları ya da en genel anlamda turistler ziyaret ederken; kutsal kentler, hac ve ibadet amacıyla ziyaret edilir.
Özetle, Mekke antik kentlerle ilgili yukarıda dile getirilen tüm bu ayırıcı vasıflardan hiçbirine sahip değildir. Bu nedenle mahiyet, muhteva ve işlevleri birbirinden tamamen farklı antik ve kutsal kent ayırımını varsayalım ki yazar bilmiyor, yayınevinin bu işlere gönül vermiş editörü, redaktörü ya da hiçbir sorumlusu yok mudur? Kendisine bu konuda yazılmış birkaç kitaba bakması gerektiğini hatırlatsınlar.
Bibliyografyaya süs olsun diye koyduğu anlaşılan Creswell, Ettinghausen ve O. Grabar'ın sanat ağırlıklı kitaplarını zikretmek yerine konuyla doğrudan ilgisi olan çok daha ciddi kaynaklara, Historic Cities and Sacred Sites gibi çalışmalara ya da Henri Pirenne (ö. 1935)’nin, dilimizi de çevrilen Ortaçağ Kentleri’ne müracaat etme zahmetine katlansaydı, bu iki tür şehrin birbirinden çok farklı olduğunu; mesela mimari açıdan Antikçağ'da ki tapınakların yerlerini daha sonra manastırlara bıraktığı, ticari yönden ise Ortaçağ kentini temsil eden burjuva sınıfının daha önce hiçbir Antik kentte bulunmadığını (H. Pirenne, Ortaçağ Kentleri, s. 100-113) rahatlıkla görebilirdi.
Doğrusu kitapta Mekke'nin bir antik kent olduğu iddiasını destekleyecek hiç bir veri sunulmazken, kitabın tamamı yığma bilgilerle doldurulmuştur. Şehircilik açısından incelendiği söylenen kitabın neredeyse dörtte üçü Kureyş'in ilişkiler ağına ayrılmış, elli sayfaya sığdırılan şehrin mimarisiyle ilgili bilgi kırıntılarında ise bize sadece İslam kaynaklarının verdiği yollar, su kuyuları, panayırlar ve çadır evlerden ibaret bir Mekke şehri panoraması sunmaktadır. Buna rağmen yazar Mekke’nin kurumsal tek yapısı olarak sadece Kabe ve Darunnedve’yi delil göstererek buranın bir "antik kent" olduğunda ısrar etmektedir. Daha feci olanı ise bu haliyle Mekke’nin İslam şehirciliğinde önemli şehirlere ilham verdiğini ve onları etkilediğini iddia etmektedir:
- “Mekke sadece sosyal ve kültürel açıdan değil, fiziki yapısıyla da Müslümanlar tarafından daha sonra kurulmuş olan Bağdat, Basra, Küfe gibi şehirleri etkilemiştir.” (Y. Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, s. 9)
Bu tespitler zinhar doğru değildir. Mekke şehircilik açısından hele ki Bağdat ve Basra gibi tamamen Sasani medeniyetinin ürünü olan şehirleri hiçbir zaman etkilememiştir. Eğer Bağdat, Basra, Kufe gibi şehirler mimari açıdan bir değer ifade ediyorsa bu tamamen Hicaz bölgesinden uzak, uygarlık merkezlerine yakın olmaları nedeniyledir.
Yazara kolaylık olsun diye, aşağıda ki hazırladığımız tabloya bakmasını ve Mekke gibi kutsal bir kent olan Efes Antik Kenti arasında yaptığımız karşılaştırmayı incelemesini öneririz. Daha anlaşılır olabilmesi için de Efes'in 19. yüzyıldaki haliyle arkeolojik kazılardan sonraki halini yansıtan fotoğrafa bilhassa bakmasını ve 1850'de çizilmiş yukarıdaki Mekke gravürü ile karşılaştırmasını tavsiye ederiz. Aradaki derin farklar kendisine yardımcı olacaktır.
Efes Antik Kentini özellikle seçmemizin nedeni, hem ülkemiz sınırlarında yer alması nedeniyle çok bilinen bir yer olması hem de Müslümanlar için Mekke neyse Hristiyanlar için Efes’in aynı öneme sahip olmasıdır. Önce Efes Antik Kentine ait şu fotoğrafa bakalım:
Bu fotoğraf, Efes'in 19. yüzyıldaki görüntüsüdür. Alttaki ise aynı mekanın bugünkü halini göstermektedir. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus her ikisi de kutsal kent olan bu şehirlerin birinde arkeolojik kazılar yapılabilmekte ve şehir hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olabilmekteyiz. Oysa Mekke için bir arkeolojik kazı yapma imkanı dün de yoktu bugün de yoktur. Şehir hakkında sahip olduğumuz tüm bilgiler, 3. yüzyıl müelliflerine aittir.
Şimdi bu arkeolojik kazılar sonrası Mekke'den çok daha eski bir tarihe sahip olan Efes'in sokaklarını, caddelerini, evlerini, oyun alanlarını ayrıntılı olarak bilmemize rağmen Mekke'nin mimari yapısı hakkında adı geçen müelliflerin kitapları başta olmak üzere farklı İslam kaynaklarında geçen veriler ışığında şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır:
ŞEHİRCİLİK
AÇISINDAN İKİ KUTSAL KENT |
||
|
MEKKE |
EFES |
Nüfus |
10.000 |
250.000 |
Kutsal
mekanlar |
Var |
Var |
Mezarlık |
Var |
Var |
Hamam |
Yok |
Var |
Tuvalet |
Yok |
Var |
Havuz |
Yok |
Var |
Okul |
Yok |
Var |
Spor
salonu |
Yok |
Var |
Çok katlı
evler |
Yok |
Var |
Meclis |
Darunnedve |
Odeon |
Kütüphane |
Yok |
Var |
Kalorifer
sistemi |
Yok |
Var |
Park ve
Bahçe |
Yok |
Var |
Yasa |
Yok |
Var |
Kale |
Yok |
Var |
Işıklandırma |
Yok |
Var |
Galeri |
Yok |
Var |
Mağaza |
Yok |
Var |
Kanalizasyon |
Yok |
Var |
Şehir
planı |
Yok |
Var |
Türbe |
Yok |
Var |
Dekorasyon |
Yok |
Var |
Konser
salonu |
Yok |
Var |
Konferans
salonu |
Yok |
Var |
Çeşme |
Yok - Kuyu
var |
Var |
Merdiven |
Yok |
Var |
Kapı-Pencere |
Yok |
Var |
Agora |
Yok |
Var |
Görüldüğü üzere bu tabloda Efes antik kentinin şehircilik açısından Mekke karşısında açık ara bir üstünlüğü söz konusudur. Tablo ağırlıklı olarak fiziksel ve mimari yapılar olduğundan daha gözlemlenebilir, test edilebilir ve mukayese edilebilir özellikler taşımaktadır.
Efes hem Yunan hem Roma dönemi kentlerinden biri olması nedeniyle her iki dönemde de önemli yerleşim merkezlerinden biridir. Özellikle Roma İmparatorluğunun Asya eyaletinin başkentliğini de yapması nedeniyle nüfusunun çok kalabalık olduğu söylenmektedir. Kaynaklarda dönemin şartlarında hayli yüksek bir rakam olan 250 bin nüfustan söz edilmektedir. (C. Gates, Antik Kentler, s. 514). Gerek Efes gerekse Mekke, civar kentler içinde bir başkent (ümmül-kura) olma özelliğine sahip olsa da Efes’in nüfusu Mekke ile kıyaslanamaz bile. Zira Mekke’nin nüfusu Hz. Peygamber döneminde on bin nüfusa ulaşmıyordu.
Yaklaşık aynı yüzyıllar içinde olmasına karşın iki şehrin mimari dokusu taban tabana zıttır. Sağ sütunda Efes bir şehir olarak ne denli zengin bir donanıma sahipse sol sütunda görüldüğü üzere Mekke bunların hepsinden mahrumdur. Tek istisna meclis binasıdır. Ancak Darunnedve, Efes'te bulunan Odeun ayarında bir kamusal yapıyı hiç bir zaman karşılamaz. Zaten diğer özelliklerin hiçbirisi Mekke’de bulunmuyordu.
Dikkat edilirse tabloda her iki sütunda tek ortak nokta kutsal alan kısmıdır. Biz burada daha ziyade şehircilik (antik kent) açısından bir karşılaştırma yaptığımızdan kutsal alan kısımlarını listeye ayrıntılı dahil etmedik. Dolayısıyla kutsal alanlar kısmı paranteze alınması halinde, yazının başlığında "Mekke bir (antik) kent midir?", sorusu daha anlamlı hale gelecektir.
Ancak yine de Efes'in kutsallığına ilişkin bir kaç kelam edelim. Mekke nasıl ki Kabe etrafında halelenen Arafat, Mina, Müzdelife, Safa ve Merve, Makam-ı İbrahim, Zemzem ve daha pek çok alanı ile bir kutsal kentse Efes de bu denli yoğunluklu olmasa da kutsal alanlara sahiptir. Öncelikle Mekke’nin kutsallığına Kuran tarafından yapılan vurgu, benzer şekilde Hristiyan kutsal kitabı, İncil tarafından da Efes için yapılmaktadır. Özellikle Resullerin İşleri’nde hem Efes kenti hem de burada yaşayanlar uzun uzun tasvir edilmektedir:
- “ O sırada İsa'nın yoluna ilişkin büyük bir kargaşalık çıktı. Artemis Tapınağı'nın gümüşten maketlerini yapan Dimitrios adlı bir kuyumcu, el sanatçılarına bir hayli iş sağlıyordu. Sanatçıları ve benzer işlerle uğraşanları bir araya toplayarak onlara şöyle dedi: "Efendiler, bu işten büyük kazanç sağladığımızı biliyorsunuz. Ama Pavlus denen bu adamın, elle yapılan tanrıların gerçek tanrılar olmadığını söyleyerek yalnız Efes'te değil, neredeyse bütün Asya İli'nde çok sayıda kişiyi kandırıp saptırdığını görüyor ve duyuyorsunuz. (….) Oradakiler bunu duyunca öfkeyle doldular. "Efesliler'in Artemisi uludur!" diye bağırmaya başladılar. Kent büsbütün karıştı.(…) Ama halk kendisinin Yahudi olduğunu anlayınca hep bir ağızdan yaklaşık iki saat boyunca, "Efesliler'in Artemisi uludur!" diye bağırıp durdu. Kalabalığı yatıştıran belediye yazmanı, "Ey Efesliler" dedi, "Efes Kenti'nin, ulu Artemis Tapınağı'nın ve gökten düşen kutsal taşın bekçisi olduğunu bilmeyen var mı...” (Resullerin İşleri, 19/23-41).
Efes, Hıristiyanlığın teşekkülü ve dünya dini haline gelmesinde büyük katkıları olan Aziz Pavlus'un en az iki defa uğradığı, Artemis kültünü benimseyen Efeslilerin tepkisiyle karşılaştığı, hatta iki yıldan fazla hapiste kalması nedeniyle hatıralarını saklamaktadır. Anadolu'da ilk Hıristiyan cemaatinin teşekkül ettiği yerlerden biri olarak Antakya'dan sonraki ikinci önemli yerdir ve ilk iki yüzyılda Batı Anadolu'da oluşan yedi Hıristiyan cemaatinin merkezidir.
Bir diğer husus Efes,
Hz. İsa'nın annesi Hz. Meryem’i emanet edecek kadar güven duyduğu ve bugünkü
dört kanonik İncilden birini ve Vahiy kitabını kaleme alan Aziz Yuhanna'nın
uzun yıllar kaldığı, öldüğü ve mezarının da bulunduğu bir yerdir. Kuran’da
Ashab-ı kehf olarak nitelenen “Yedi Uyurlar” Hristiyanlar açısından da çok
önemlidir ve kıssanın geçtiği yer yine burasıdır.
Kutsallık nedenlerinden bir diğeri ise Hristiyanlık açısından çok önemli olan üçüncü ve dördüncü büyük konsillerin burada yapılmış olmasıdır. 431 yılında gerçekleşen ilk Efes konsilinde, Hz. Meryem'e "Tanrı Doğuran" (teotokos) ünvanı burada verilmiş, 449 yılında ikinci bir konsil daha toplanmış, dönemin Roma ve İstanbul kiliselerince kabul edilen dyofizit anlayış, yani Hz. İsa'da iki tabiatın var olduğu inancı reddedilerek Hz. İsa’nın tek tabiatlı (monofizit) olduğu benimsenmiştir ki etkileri büyük olmuştur.
Şimdi de yine bir antik kent olan Miletos’un kent merkezinde yer alan kamusal ve dini alanlarını karşılaştırmalı olarak Mekke ile birlikte görelim:
Miletos |
Mekke |
1 . Tiyatro |
Yok |
2. Heroon (anıt mezar) |
Yok |
3. 4. Aslan heykelleri |
Lat, Menat, Uzza, Hubel |
5. Roma hamamları |
Yok |
6. Küçük liman anıtı |
Yok |
7. Sinagog |
Yok |
8. Büyük liman anıtı |
Yok |
9. Liman |
Yok |
10. Delphinios'un kutsal alanı |
Kabe ve çevresi |
11. Liman kapısı |
Yok |
12. Küçük pazar yeri |
Küçük pazarlar var |
13. Kuzey agorası |
Yok |
14. Jyon portikosu |
Yok |
15. Tören yolu |
Yok |
16. Capitus hamamları |
Yok |
17. Gimmazyum |
Yok |
18. Aeskulap tapınağı |
Yok |
19. Tapınak |
Sadece Kabe var. |
20. Bouleterion |
Darunnedve |
21. Nimfeum çeşmesi |
Zemzem kuyusu |
22. Kuzey kapısı |
Yok |
23. Kilise (MS. 5. yy) |
Yok |
24. Güney agorası |
Yok |
25. Depolar |
Yok |
26. Roma anıt mezarı |
Yok |
27. Serapis tapınağı |
Sadece Kabe var |
28. Faustina hamamları |
Yok |
Son olarak şehir en temelde sosyolojinin konusu olduğundan ,Marx Weber (ö.1920)'in, The City isimli eserinde Mekke’ye dair yaptığı önemli bir atıfa işaretle bitirelim. Weber, söz konusu kitabında Hz. Peygamber zamanında ki Mekke’nin şehir kimliğine dair görüşü önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Ona göre bir yerleşim biriminin, tam bir şehir topluluğu olabilmesi için, sadece ticari ilişkiler yetmemektedir. Şunların da olması gerekir: 1. Kale, 2. Pazar, 3. Kendine ait bir mahkemesi veya hiç değilse kısmen özerk bir hukuk, 4. Tutarlı bir birlik şekli, 5. En azından kısmi özerklik ve seçime dayalı kendi kendine yönetim.” (Weber, The City, s. 55).
Bu temellendirmeyi ayrıntılandıran Weber, sadece soylu Kureyş ailelerinin askeri ve siyasi açıdan önemli olduğunu; loncalar yönetiminin ancak 9. Yüzyılda ortaya çıktığını ve şehirli ailelerin, esirler topluluğu sayesinde sağladıkları kar paylarıyla güçlerini koruduklarını hatırlatarak Mekke'nin tam bir şehir görüntüsü vermediğini söylemektedir:
- “Şehri bir ortaklık şekline dönüştürecek bir birlik fikri Mekke'de yoktu. Bu, Mekke'nin kadim "polis"ten ve erken dönem Orta çağ İtalyan komününden karakteristik farkını oluşturmaktaydı.” (Weber, The City, s. 88).
Yorumlar
Yorum Gönder