Ana içeriğe atla

Mekke bir (antik) kent midir?

7. yüzyıl Mekke'si tam bir şehir miydi, yoksa kasaba ölçeğinden biraz daha büyük bir yerleşim yeri miydi bunu net olarak bilmiyoruz. Çünkü Mekke’yi şehircilik açışından ele alan ne Arapça ne de Türkçe yazılmış ciddi bir monografi hala yok. Arapça yazılmış, en erken kaynaklardan Ezraki (ö. 250/864) ve Fakıhi (ö. 278/891)’nin aynı adı taşıyan Ahbaru Mekke'den daha kapsamlı ve ciddi bir çalışma olmadığı gibi daha sonra yazılanlar da bu iki eserin tekrarından öteye geçmemektedir.

Peki Türkçede durum nedir denirse, hiç iç açıcı olmadığı, hatta daha da kötü olduğu rahatlıkla söylenebilir. İlahiyatçı akademisyenlerin kaleme aldığı birbirinin tekrarı onlarca makalede şehrin mimarisine hiç temas edilmemekte, sadece kutsallık üzerinden aşırı abartmalarla bir Mekke tasviri yapılmaktadır. Bir asır önce yazılmış Şemseddin Günaltay (ö. 1961)’ın ve yarım asır önce yazılmış Neşet Çağatay (ö. 2000)’ın yazdıklarıyla yetinmek zorundayız. İnterdisipliner bir yöntemle hazırlanmış, rivayet aktarımı ile yetinmeyen, analitik ve çözümleyici ciddi çalışmalardan hala yoksunuz.

Ankara Okulu Yayınları tarafından basılan İslam Öncesi Mekke isimli kitap da bu tür çalışmalardan biri. Yazarın giriş kısmında dile getirdiği “bu şehrin otantik çehresini, efsanelerden ve rivayetlerden arındırarak günümüze taşıyan araştırmalar yok denecek kadar azdır” cümlesini okuyunca, ardından da "yazılanlar sadece Kabe tarihini ele aldığı" serzenişini görünce ister istemez bu kitabın farklı olduğunu sanıp heyecanlanıyorsunuz. Ancak kitaba başlar başlamaz bunun boş bir hayal olduğunu anlıyorsunuz. Zira yazar Mekke’yi bir antik kent olarak tanımlamakla işe başlıyor:

  • Mekke, antik şehirlerin en önemlilerindendir. Çünkü burada bulunan Kabe, tarihin ilk dönemlerinden beri insanlar tarafından ziyaret edilip bilinmektedir.” (Yaşar Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, s. 9)

Bu ifadeleri kullanan yazarın ilmi ciddiyeti bir yana okurlarına karşı da sorumsuzca davranarak yanlış bilgi veriyor. Kendisinin yapmadığı şeyi okurların yapmasına da engel oluyor:

  • Şehir araştırmacılarının kaynak ve bilgi bulmada zorlandıkları “Antik Şehirler,” yeni oluşmuş olan kültür ve medeniyetlerin; sosyal, etnik ve ekonomik tarihlerinin ilk kaynaklarıdır.”

Neymiş, antik şehirler konusunda bilgi yokmuş. Oysa küçük bir araştırma yapsa, antik kentler konusunda sadece Koç yayınlardan çıkan dev asa kalınlıkta kitapları bir çırpıda görebilirdi. Ya da mesela Efes Antik kenti hakkında yazılanların ne denli geniş bir literatüre sahip olduğunu da.

Peki gerçekten Mekke bir antik kent sayılabilir mi?

Sayılamaz. Çünkü Antik kent mana, mefhum (terim), muhteva itibariyle Mekke ile örtüşmez. Mekke bir antik kent değildir, aslında tarafsız bakanlara göre altıncı yüzyılda büyük bir kent ölçeğine sahip olup olmadığı bile tartışmalıdır. Sahip olduğu nüfus bakımından köy ve kasabadan daha büyüktür. Ancak tartışılmayacak bir husus varsa, o da buranın bir kutsal kent olduğudur. 

Yazarın bu tür bir yargı cümlesi kullanması, aslında antik kent ile kutsal kent arasındaki ayırım yapamamasından kaynaklanıyor. Eğer Antik Kent’den kastıTürkçedeki eski olan anlamında antika ise ilişkilendiriyorsa burada bilgisizlikden daha öte bir sorun var demektir. Zira antika sadece eski olanı ifade etmez aynı zamanda az bulunur, nadir olmayı da içerir. Dolayısıyla her eski olan şey, antika değildir. İslam kaynaklarında Kabe için kullanılan “karye-i kadime” ifadesi (Mufassal, 4/7) doğru olmakla birlikte tek bir yapının kadim olması orayı bir antik kent yapmaz.

Yazarın sözcük anlamıyla “eski” (karye-i kadime) olma halini kullandığını varsaysak bile dört-beş bin yıllık geçmişi olan kentlere nispetle İslam’ın ortaya çıktığı Mekke daha dünkü diyebileceğimiz bir yerleşim alanıdır. Her ne kadar Hz. İbrahim ve oğlu İsmail ile ilişkilendirilse de şehrin tarihi MÖ. 4. ve 5. yüzyıllarda yaşamış Kusay'dan öteye gitmez. Terimsel (ıstılahi) anlamıyla Mekke zaten antik kent skalasına girmez bile. 

Antik kent adlandırmasının, çağla da ilgili olduğu, kavramın doğal olarak Antikçağa ait olduğu bu çağın ise en geç Batı Roma imparatorluğunun yıkıldığı 476’da çöküşü ile tamamen kapandığı unutulmamalıdır. Bu tarih, Mekke'nin bir mezra, bucak ya da kasaba ölçeğinden şehre evrilme sancıları geçirdiği bir dönemdir. Zamansal olarak da olsa olsa bir Orta çağ kenti sayılabilir. Ancak biz bu adlandırmanın da 7. Yüzyıl Mekke’sini tam ifade etmediğini, doğru ifadenin ise "kutsal kent" olduğunu iddia ediyoruz.

Bir antik kent kavramının eski zamanlara ait olmasının yanında bir takım belirleyici ve ayırıcı başka özelliklerinin olması gerekir. Her şeyden önce antik kent, sadece eski zamanlara ait olması yeterli değildir. Yani tüm eski kentler antik kent değildirler. En önemli özelliklerden biri, buraların mimari olarak değerli da kültür ve uygarlık üreten kentler olmasıdır. Sümerler, Mısırlılar, Babilliler, Asurlular, Yunanlılar ve Romalılar kurdukları kentlerle en temelde gücünü ve görkemini simgeleyecek mimari eserler oluşturmuşlardı. 

Antik kentlerde de dini mimari vardır, Tapınaklar ve bu mekânların tezyinatı, inandıkları tanrıların, dolayısıyla devletlerinin ve toplumlarının gücünü temsil etmesi açısından oldukça etkileyici ve büyüleyici özelliklere sahiptir. Ancak dini mimari şehrin bütününde belirleyici değildir. Saraylar, yönetim binaları, mahkemeler, halkın eğlence mekanları, yasa ve belli bir plan dahilindeki şehircilik hep ön plandadır.

Bir diğer husus  antik kentler “çok kültürlü” bir yapıya sahiptir. Tek bir uygarlığa, tek bir kavme, tek bir dile ve inanışa ait olmayıp, sokaklarında farklı dil, renk ve inanışların iç içe yaşaması demektir. Kültürler arasında verimli bir diyaloğun, iletişim ve etkileşimin olması demektir. Sadece büyük bir sülalenin yaşadığı Mekke bu özelliklerden mahrumdur.

Antik kentler en temelde bilim, sanat, felsefenin ışığı altında gelişen ve şekillenen yerlerdir. Mısır’da Nil nehrinin taşması, ölüleri mumyalama geleneği, piramitlerin inşası; geometri, tıp, astronomi, kimya, botanik ve mekanik bilgisi olmadan mümkün olmazdı. Dolayısıyla mimari gibi bilim ve sanat dallarının gelişimi, büyü ve sihirle karışık olsa da, antik kentlerde ortaya çıkmıştır. Sümerlilerin, Fenikelilerin, Babillilerin, Yunanlıların antik kentleri; matematik, astronomi, tıp konularında ilk bilimsel çalışmaların yapıldığı yerlerdir. Buralarda kozmogoniler ve teogoniler, mitolojik içerikli başlasa da hep bir cevap arama, çözümleme yapma biçimidir. Mekke de bunların hiç biri yoktur.

Antik şehirler, yazılı kültür olmadan ortaya çıkmazlar. Yazı, oldukça ileri bir uygarlığı ve anlayışı gerektirir. Her topluluk bir alfabe geliştirememiştir, ancak çevresel ve toplumsal etkileşim neticesinde aldıkları alfabelerle duygu ve düşüncelerini ifade edebilmişlerdir. Yazı yazılacak objeler hep bu kentlerde görünür olmuştur. Mısır’ın papirüs ve hiyeroglifleri, Sümerlerin kil tabletleri, Asurların bakır levhaları, Fenikelilerin alfabeleri ünlü kentleriyle anılmıştır. Antik kentlerin sözlü toplumların değil, büyük oranda yazılı toplumların ürünü olmaları boşuna değildir.

Bu nedenle antik kentlerin olmazsa olmazlarından tiyatro, odeion, akropolis, gymnasium, buleuterion başta olmak üzere insan bilincinin ürettiği yüksek değerli yapılar, yazılı toplumun sağladığı imkanlar olmasaydı gerçekleşemezdi.

Aslında sadece dini yapılar açısından yapılacak bir karşılaştırmada bile antik kent ile kutsal kent ayırımını göstermeye yetecek ayırımlara sahiptir. Çünkü antik kentlerin tapınak ve bazalika gibi yapıları ortaçağ kentlerinde yerini kilise, manastır, cami, mescid ve medreseye bırakmıştır. Bir başka ayırım ise antik kent ile kutsal kent ayırımı muhatapları açısından da farklılık gösterir. Antik kentleri genelde tarihçiler, arkeoloji ve kültür meraklıları ya da en genel anlamda turistler ziyaret ederken; kutsal kentler, hac ve ibadet amacıyla ziyaret edilir. 

Özetle, Mekke antik kentlerle ilgili yukarıda dile getirilen tüm bu ayırıcı vasıflardan hiçbirine sahip değildir. Bu nedenle mahiyet, muhteva ve işlevleri birbirinden tamamen farklı antik ve kutsal kent ayırımını varsayalım ki yazar bilmiyor, yayınevinin bu işlere gönül vermiş editörü, redaktörü ya da hiçbir sorumlusu  yok mudur? Kendisine bu konuda yazılmış birkaç kitaba bakması gerektiğini hatırlatsınlar.

Bibliyografyaya süs olsun diye koyduğu anlaşılan Creswell, Ettinghausen ve O. Grabar'ın sanat ağırlıklı kitaplarını zikretmek yerine konuyla doğrudan ilgisi olan çok daha ciddi kaynaklara, Historic Cities and Sacred Sites gibi çalışmalara ya da Henri Pirenne (ö. 1935)’nin, dilimizi de çevrilen Ortaçağ Kentleri’ne müracaat etme zahmetine katlansaydı, bu iki tür şehrin birbirinden çok farklı olduğunu; mesela mimari açıdan Antikçağ'da ki tapınakların yerlerini daha sonra manastırlara bıraktığı, ticari yönden ise Ortaçağ kentini temsil eden burjuva sınıfının daha önce hiçbir Antik kentte bulunmadığını (H. Pirenne, Ortaçağ Kentleri, s. 100-113) rahatlıkla görebilirdi.

Doğrusu kitapta Mekke'nin bir antik kent olduğu iddiasını destekleyecek hiç bir veri sunulmazken, kitabın tamamı yığma bilgilerle doldurulmuştur. Şehircilik açısından incelendiği söylenen kitabın neredeyse dörtte üçü Kureyş'in ilişkiler ağına ayrılmış, elli sayfaya sığdırılan şehrin mimarisiyle ilgili bilgi kırıntılarında ise bize sadece İslam kaynaklarının verdiği yollar, su kuyuları, panayırlar ve çadır evlerden ibaret bir Mekke şehri panoraması sunmaktadır. Buna rağmen yazar Mekke’nin kurumsal tek yapısı olarak sadece Kabe ve Darunnedve’yi delil göstererek buranın bir "antik kent" olduğunda ısrar etmektedir. Daha feci olanı ise bu haliyle Mekke’nin İslam şehirciliğinde önemli şehirlere ilham verdiğini ve onları etkilediğini iddia etmektedir:

  • “Mekke sadece sosyal ve kültürel açıdan değil, fiziki yapısıyla da Müslümanlar tarafından daha sonra kurulmuş olan Bağdat, Basra, Küfe gibi şehirleri etkilemiştir.” (Y. Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, s. 9)

Bu tespitler zinhar doğru değildir. Mekke şehircilik açısından hele ki Bağdat ve Basra gibi tamamen Sasani medeniyetinin ürünü olan şehirleri hiçbir zaman etkilememiştir. Eğer Bağdat, Basra, Kufe gibi şehirler mimari açıdan bir değer ifade ediyorsa bu tamamen Hicaz bölgesinden uzak, uygarlık merkezlerine yakın olmaları nedeniyledir. 


Yazara kolaylık olsun diye, aşağıda ki hazırladığımız tabloya bakmasını ve Mekke gibi kutsal bir kent olan Efes Antik Kenti arasında yaptığımız karşılaştırmayı incelemesini öneririz. Daha anlaşılır olabilmesi için de Efes'in 19. yüzyıldaki haliyle arkeolojik kazılardan sonraki halini yansıtan fotoğrafa bilhassa bakmasını ve 1850'de çizilmiş yukarıdaki Mekke gravürü ile karşılaştırmasını tavsiye ederiz. Aradaki derin farklar kendisine yardımcı olacaktır. 

Efes Antik Kentini özellikle seçmemizin nedeni, hem ülkemiz sınırlarında yer alması nedeniyle çok bilinen bir yer olması hem de Müslümanlar için Mekke neyse Hristiyanlar için Efes’in aynı öneme sahip olmasıdır. Önce Efes Antik Kentine ait şu fotoğrafa bakalım:


Bu fotoğraf, Efes'in 19. yüzyıldaki görüntüsüdür. Alttaki ise aynı mekanın bugünkü halini göstermektedir. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus her ikisi de kutsal kent olan bu şehirlerin birinde arkeolojik kazılar yapılabilmekte ve şehir hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olabilmekteyiz. Oysa Mekke için bir arkeolojik kazı yapma imkanı dün de yoktu bugün de yoktur. Şehir hakkında sahip olduğumuz tüm bilgiler, 3. yüzyıl müelliflerine aittir.

Şimdi bu arkeolojik kazılar sonrası Mekke'den çok daha eski bir tarihe sahip olan Efes'in sokaklarını, caddelerini, evlerini, oyun alanlarını ayrıntılı olarak bilmemize rağmen Mekke'nin mimari yapısı hakkında adı geçen müelliflerin kitapları başta olmak üzere farklı İslam kaynaklarında geçen veriler ışığında şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır:  

ŞEHİRCİLİK AÇISINDAN İKİ KUTSAL KENT

 

MEKKE

EFES

Nüfus

10.000

250.000

Kutsal mekanlar

Var

Var

Mezarlık

Var

Var

Hamam

Yok

Var

Tuvalet

Yok

Var

Havuz

Yok

Var

Okul

Yok

Var

Spor salonu

Yok

Var

Çok katlı evler

Yok

Var

Meclis

Darunnedve

Odeon

Kütüphane

Yok

Var

Kalorifer sistemi

Yok

Var

Park ve Bahçe

Yok

Var

Yasa

Yok

Var

Kale

Yok

Var

Işıklandırma

Yok

Var

Galeri

Yok

Var

Mağaza

Yok

Var

Kanalizasyon

Yok

Var

Şehir planı

Yok

Var

Türbe

Yok

Var

Dekorasyon

Yok

Var

Konser salonu

Yok

Var

Konferans salonu

Yok

Var

Çeşme

Yok - Kuyu var

Var

Merdiven

Yok

Var

Kapı-Pencere

Yok

Var

Agora

Yok

Var

Görüldüğü üzere bu tabloda Efes antik kentinin şehircilik açısından Mekke karşısında açık ara bir üstünlüğü söz konusudur.  Tablo ağırlıklı olarak fiziksel ve mimari yapılar olduğundan daha gözlemlenebilir, test edilebilir ve mukayese edilebilir özellikler taşımaktadır.

Efes hem Yunan hem Roma dönemi kentlerinden biri olması nedeniyle her iki dönemde de önemli yerleşim merkezlerinden biridir. Özellikle Roma İmparatorluğunun Asya eyaletinin başkentliğini de yapması nedeniyle nüfusunun çok kalabalık olduğu söylenmektedir. Kaynaklarda dönemin şartlarında hayli yüksek bir rakam olan 250 bin nüfustan söz edilmektedir. (C. Gates, Antik Kentler, s. 514). Gerek Efes gerekse Mekke, civar kentler içinde bir başkent (ümmül-kura) olma özelliğine sahip olsa da Efes’in nüfusu Mekke ile kıyaslanamaz bile. Zira Mekke’nin nüfusu Hz. Peygamber döneminde on bin nüfusa ulaşmıyordu. 

Yaklaşık aynı yüzyıllar içinde olmasına karşın iki şehrin mimari dokusu taban tabana zıttır. Sağ sütunda Efes bir şehir olarak ne denli zengin bir donanıma sahipse sol sütunda görüldüğü üzere Mekke bunların hepsinden mahrumdur. Tek istisna meclis binasıdır. Ancak Darunnedve, Efes'te bulunan Odeun ayarında bir kamusal yapıyı hiç bir zaman karşılamaz. Zaten diğer özelliklerin hiçbirisi Mekke’de bulunmuyordu. 

Dikkat edilirse tabloda her iki sütunda tek ortak nokta kutsal alan kısmıdır. Biz burada daha ziyade şehircilik (antik kent) açısından bir karşılaştırma yaptığımızdan kutsal alan kısımlarını listeye ayrıntılı dahil etmedik. Dolayısıyla kutsal alanlar kısmı paranteze alınması halinde, yazının başlığında "Mekke bir (antik) kent midir?", sorusu daha anlamlı hale gelecektir.

Ancak yine de Efes'in kutsallığına ilişkin bir kaç kelam edelim. Mekke nasıl ki Kabe etrafında halelenen Arafat, Mina, Müzdelife, Safa ve Merve, Makam-ı İbrahim, Zemzem ve daha pek çok alanı ile bir kutsal kentse Efes de bu denli yoğunluklu olmasa da kutsal alanlara sahiptir. Öncelikle Mekke’nin kutsallığına Kuran tarafından yapılan vurgu, benzer şekilde Hristiyan kutsal kitabı, İncil tarafından da Efes için yapılmaktadır. Özellikle Resullerin İşleri’nde hem Efes kenti hem de burada yaşayanlar uzun uzun tasvir edilmektedir:

  • “ O sırada İsa'nın yoluna ilişkin büyük bir kargaşalık çıktı.  Artemis Tapınağı'nın gümüşten maketlerini yapan Dimitrios adlı bir kuyumcu, el sanatçılarına bir hayli iş sağlıyordu. Sanatçıları ve benzer işlerle uğraşanları bir araya toplayarak onlara şöyle dedi: "Efendiler, bu işten büyük kazanç sağladığımızı biliyorsunuz. Ama Pavlus denen bu adamın, elle yapılan tanrıların gerçek tanrılar olmadığını söyleyerek yalnız Efes'te değil, neredeyse bütün Asya İli'nde çok sayıda kişiyi kandırıp saptırdığını görüyor ve duyuyorsunuz. (….) Oradakiler bunu duyunca öfkeyle doldular. "Efesliler'in Artemisi uludur!" diye bağırmaya başladılar. Kent büsbütün karıştı.(…) Ama halk kendisinin Yahudi olduğunu anlayınca hep bir ağızdan yaklaşık iki saat boyunca, "Efesliler'in Artemisi uludur!" diye bağırıp durdu. Kalabalığı yatıştıran belediye yazmanı, "Ey Efesliler" dedi, "Efes Kenti'nin, ulu Artemis Tapınağı'nın ve gökten düşen kutsal taşın bekçisi olduğunu bilmeyen var mı...” (Resullerin İşleri, 19/23-41).

Efes, Hıristiyanlığın teşekkülü ve dünya dini haline gelmesinde büyük katkıları olan Aziz Pavlus'un en az iki defa uğradığı, Artemis kültünü benimseyen Efeslilerin tepkisiyle karşılaştığı, hatta iki yıldan fazla hapiste kalması nedeniyle hatıralarını saklamaktadır. Anadolu'da ilk Hıristiyan cemaatinin teşekkül ettiği yerlerden biri olarak Antakya'dan sonraki ikinci önemli yerdir ve ilk iki yüzyılda Batı Anadolu'da oluşan yedi Hıristiyan cemaatinin merkezidir.

Bir diğer husus Efes, Hz. İsa'nın annesi Hz. Meryem’i emanet edecek kadar güven duyduğu ve bugünkü dört kanonik İncilden birini ve Vahiy kitabını kaleme alan Aziz Yuhanna'nın uzun yıllar kaldığı, öldüğü ve mezarının da bulunduğu bir yerdir. Kuran’da Ashab-ı kehf olarak nitelenen “Yedi Uyurlar” Hristiyanlar açısından da çok önemlidir ve kıssanın geçtiği yer yine burasıdır.

Kutsallık nedenlerinden bir diğeri ise Hristiyanlık açısından çok önemli olan üçüncü ve dördüncü büyük konsillerin burada yapılmış olmasıdır. 431 yılında gerçekleşen ilk Efes konsilinde, Hz. Meryem'e "Tanrı Doğuran" (teotokos) ünvanı burada verilmiş, 449 yılında ikinci bir konsil daha toplanmış, dönemin Roma ve İstanbul kiliselerince kabul edilen dyofizit anlayış, yani Hz. İsa'da iki tabiatın var olduğu inancı reddedilerek Hz. İsa’nın tek tabiatlı (monofizit) olduğu benimsenmiştir ki etkileri büyük olmuştur. 

Şimdi de yine bir antik kent olan Miletos’un kent merkezinde yer alan kamusal ve dini alanlarını karşılaştırmalı olarak Mekke ile birlikte görelim:

Miletos

Mekke

1 . Tiyatro

Yok

2. Heroon (anıt mezar)

Yok

3. 4. Aslan heykelleri

Lat, Menat, Uzza, Hubel 

5. Roma hamamları

Yok

6. Küçük liman anıtı

Yok

7. Sinagog

Yok

8. Büyük liman anıtı

Yok

9. Liman

Yok

10. Delphinios'un kutsal alanı

Kabe ve çevresi

11. Liman kapısı

Yok

12. Küçük pazar yeri

Küçük pazarlar var

13. Kuzey agorası

Yok

14. Jyon portikosu

Yok

15. Tören yolu

Yok

16. Capitus hamamları

Yok

17. Gimmazyum

Yok

18. Aeskulap tapınağı

Yok

19. Tapınak

Sadece Kabe var.

20. Bouleterion

Darunnedve

21. Nimfeum çeşmesi

Zemzem kuyusu

22. Kuzey kapısı

Yok

23. Kilise (MS. 5. yy)

Yok

24. Güney agorası

Yok

25. Depolar

Yok

26. Roma anıt mezarı

Yok

27. Serapis tapınağı

Sadece Kabe var

28. Faustina hamamları

Yok

 

Sol sütunda, Miletos'da ki mekanların grafikte ki yerleri ise şöyledir:

Son olarak şehir en temelde sosyolojinin konusu olduğundan ,Marx Weber (ö.1920)'in, The City isimli eserinde Mekke’ye dair yaptığı önemli bir atıfa işaretle bitirelim. Weber, söz konusu kitabında Hz. Peygamber zamanında ki Mekke’nin şehir kimliğine dair görüşü önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Ona göre bir yerleşim biriminin, tam bir şehir topluluğu olabilmesi için, sadece ticari ilişkiler yetmemektedir. Şunların da olması gerekir: 1. Kale, 2. Pazar, 3. Kendine ait bir mahkemesi veya hiç değilse kısmen özerk bir hukuk, 4. Tutarlı bir birlik şekli, 5. En azından kısmi özerklik ve seçime dayalı kendi kendine yönetim.” (Weber, The City, s. 55).

Bu temellendirmeyi ayrıntılandıran Weber, sadece soylu Kureyş ailelerinin askeri ve siyasi açıdan önemli olduğunu; loncalar yönetiminin ancak 9. Yüzyılda ortaya çıktığını ve şehirli ailelerin, esirler topluluğu sayesinde sağladıkları kar paylarıyla güçlerini koruduklarını hatırlatarak Mekke'nin tam bir şehir görüntüsü vermediğini söylemektedir: 

  • “Şehri bir ortaklık şekline dönüştürecek bir birlik fikri Mekke'de yoktu. Bu, Mekke'nin kadim "polis"ten ve erken dönem Orta çağ İtalyan komününden karakteristik farkını oluşturmaktaydı.” (Weber, The City, s. 88).
Weber, şehri üreten ortak bir bilinçten söz ediyor. Haksız mı?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...