İlk şehirler nasıl, ne zaman ve nerede ortaya çıktı?
Şehir ya da kent niçin dünyanın
herhangi bir yerinde değil de ilk defa Mezopotamya’da ortaya çıktı?
İnsanlık yüzyıllar boyunca doğada
avcı ve toplayıcı olarak yaşamını sürdürmüş, sonra aynı aileden ya da birkaç
ailenin bir araya gelmesiyle daha küçük yerleşim birimlerinde yaşama geçmiş ve
böylece köye ulaşılmıştır. Bu süreç yüzyıllar boyunca sürmüş derken kasabalar
ve nispeten daha büyük yerleşim birimleri ortaya çıkmış ve nihayet en sonunda
insan bilinci şehri kurmayı başarmıştır. Buna göre sıralama; köy, mezra, bucak,
kasaba ve derken şehir şeklindedir. Yüzbinlerce yıl yabanıl ve barbar
kimlikleriyle doğada barınaklarda ve mağaralarda yaşayan insanlık ne olmuşsa
olmuş birdenbire büyük bir devrim ve sıçrama yaşamıştır. Bu devrimin önemli
yapı taşlarından biri hiç kuşkusuz, şehir ve kentin kurulmaya başlaması ve
bununla eş zamanlı olarak gelişen diğer etkinliklerdir.
İnsanlık, kentlerin ortaya çıkması
ile ilkellikten uygarlığa, düzensiz toplumdan düzenli topluma geçişte çok
önemli bir adım atmıştı. Doğa tüm güçleriyle bilinçli insan çabasının hizmetine
sokuldu; merkezi komutayla on binlerce insan tek bir makine gibi hareket ederek
o güne kadar akla hayale gelmeyecek hamleler yapmaya başladı. Büyük boyutlarda
sulama arkları, kanallar, kent surları, zigguratlar, tapınaklar, saraylar,
piramitler inşa etti. Yeni bir güç merkezi olarak bugün bilinen anlamda olmasa
da ilkel de olsa makine keşfedildi. Böylece uygarlığın yayılmasında giderek
artan bir sıkışma söz konusuydu. Bu sıkışma bir içe patlamayı doğurdu. Bu
durum, akınlarla ve değiş tokuşla, el koyma ve müsadereyle, göç ve köleleştirme,
vergi toplama ve işgücünü toptan zapturapt altına almalarla, etkileşim alanının
büyük ölçüde genişlediği anda gerçekleşti.
Tarihin en büyük sıçramalarından
biri olarak kentin ortaya çıkışına dair bir kısım teoriler ileri sürülmüş ve
bunlar ilim adamları tarafından tartışılmıştır. Süreç bir kısım arkeolog,
antropolog ve uzmanlar arasında hala sürmektedir. Buna göre ortaya çıkan ilk
kentin Çatalhöyük olduğunu söyleyenler olduğu gibi; Susa, Eridu, Uruk,
Eriha olduğunu söyleyenler de vardır. Ancak tartışma hala sürmekte olup, ileri
sürülen görüşler tahmini varsayımlar olup kesinlik değeri taşımamaktadır.
Şehirlerin ilk kez Güzey Mezopotamya
bölgesinde çıktığına dair yaygın bir kanaat olduğu anlaşılıyor. Buna göre; insan
yüzbinlerce yıl doğada avcı ve toplayıcı olarak yaşadıktan sonra ne olduysa
oldu bir anda dünyanın belli bir bölgesinde, Mezopotamya’da, kendilerine Sümerler
denen halkların tarih sahnesine çıkmasıyla başladı.
Niçin Mezopotamya? Niçin Sümerler?
Mezopotamya, müthiş bir zenginlik
potansiyeliyle; toprak ve suyun emek karşılığında bereketli tarımsal getiri
sunabilmesi nedeniyle çok önemli ayrıcalıklara sahipti. Komşu bölgelerden Doğu
Akdeniz kıyılarının, Anadolu'nun ve İran'ın çorak topraklarıyla karşılaştırıldığında,
burası olağanüstü kaynaklara sahip bir ülke olduğunu vurgulayan ilk çağ
yazarları hiç de haksız sayılamazlar.
Antik dönem yazarları tarafından, bölgenin önemi çok erken tarihlerden beri kavranmış görünmektedir. Bölgeyi ziyaret eden Herodotos, MÖ 6. Yüzyılda, Mezopotamya hakkında ayrıntılı bilgiler verdiği bölümde, burayı tanıdığı ülkeler arasında en zengini olarak nitelemektedir:
- “Ama Demeter ürünleri bakımından o kadar iyi bir topraktır ki, en az bire iki yüz ve bereket yıllarında bire üç yüz verir. Buğday ve arpa yapraklarının genişliği dört parmağı bulur. (…) çünkü şunu iyi bilirim ki, Babil'e gitmemiş olan bir kimse, tahıl için söylediklerime bakıp çoktan şüpheye düşmüştür.” (Herdotos, Tarih, s. 104)
Herodotos’tan yaklaşık beş asır sonra gelen Romalı coğrafyacı Strabon (MS. 25) da benzer ifadelerle bölgeyi ayrıcalıklı bir yer olarak nitelemektedir:
- "Bu diyarların toprağı diğerlerinin hepsinden daha verimli olup arpada bire üç yüz verdiği söylenmektedir. Geri kalanını da hurma ağaçları tek başlarına karşılar." (Strabon, Coğrafya, s.46)
Kentlerin ortaya çıkmasını bir devrim olarak (neolitik devrim) niteleyen ve bu devrimi de Mezopotamya ile ilişkilendirilen ilk kişi Gordon Childe (ö. 1957)’dır. O'nun “kent devrimi” olarak nitelediği ve şehrin ortaya çıkışına dair hala aşılamamış tezlerinden bazıları şunlardır:
- “Maden işletme, tekerlek, öküz arabası, yük eşeği ve yelkenli gemicilik, yeni bir ekonomik örgütlenişin temelleri oldular.” (Tarihte Neler Oldu, s. 105)
- “Toprak öylesine verimliydi ki, bire yüz almak olanağı vardı. (…) bir arpa tarlasından alınan ortalama ürünün ekilen tohumun seksen altı katı olduğuna işaret eder. O halde burada çiftçiler kolayca kendi aile ihtiyaçları üzerinde bir artı-ürün üretebilirlerdi.” (s. 106)
- “Şehir, bir sur ve bir hendekle çevrilmiş; bu koruma altında insan, dış doğanın dolaysız baskılarından oldukça güvene kavuşmuş olarak, ilk kez kendine özgü bir dünya bulmuştur.” (s. 109)
- “Şehir nüfusu, zaten farklı dillere ve farklı kültürlere sahip grupları barındırıyordu. Şehirlerin kendilerinden vazgeçemeyecekleri kimseler olan, meslekleri gereği seyahat etmek zorundaki tacirler, yalnızca tek bir şehirle ticaret yapmaya zorlanamazlardı...” (s. 113)
- “Çatışmaları azaltmak için yeni bir kuruma gerek duyuldu. Yazılı tarih döneminin başlarında “devlet” ortaya çıktı, fakat devlet, “tahıl kralı” ve savaş şefi niteliklerini kendisinde birleştirmiş olabilecek tek bir “şehir yöneticisi”nin ya da kralın kişiliğinde somutlaşmıştı.” (s. 115)
- “Şehir yöneticisi otoritesini, bir yandan şehrin baş tanrısıyla büyüsel özdeşliğinden alabilir; yani kendisi bu tanrı rolünü oynayan kimse olabilir.” (s. 116).
- “Arkeologlar, Mezopotamya’da devrimin çeşitli aşamalarını, güneyde birçok değişik yörede izleyebilir, örneğin Sümer, Eridu, Ur, Erek, Lagaş...” (Kendini Yaratan İnsan, s.105)
- “MÖ. 3000 yıllarından hemen sonra, yazılı metinler, Sümer ve Akad’daki sosyal ve ekonomik örgütler konusunda açık bilgiler verir. Ülke, on beş ya da yirmi kent devletine bölünmüştür, her biri politik açıdan bağımsızdır, ama tümünün ortak nesnel kültürü, ortak dini, ortak dili vardır ve tümü arasında ekonomik bağlar kurulmuştur.” (Kendini Yaratan İnsan, s.111-112).
- “Sümer’de ekonomik birim kenttir, çevresinde tarlalar, kِyler vardır ve kendi başına işlevini sürdürebilir.” (Kendini Yaratan İnsan, s.121).
Childe’in önemli takipçilerinden biri olan George Thomson (ö.1987) ise çalışmalarını her ne kadar daha çok Antik Yunan ve Ege sahillerinde ortaya çıkan kentler üzerine yoğunlaştırsa da şehirlerin tarihi bir süreç sonucunda ortaya çıkması nedeniyle Mezopotamya konusuna temas etmekte, kentlerin ilk kez niçin bu bölgede çıktığını bir başka gelişmiş bölge olan Mısır ile kıyaslayarak yapmaktadır. Ona göre;
- “Mezopotamya'da Mısır'daki gibi bir birleşme görülmedi, çünkü tarımsal koşullar bir değildi. Mezopotamya'da çeşitli kollardan beslenen ve bu suyolları ağıyla birbirine bağlanan iki ırmak vardı. Onun için ekili alanlar birbirlerine o kadar bağımlı değildi.” (Thomson, Tarihöncesi Ege, s. 17)
Buna göre; suyun bol miktarda sağlandığı
ve toprağın mil birikintileriyle düzenli olarak yenilendiği Nil, Dicle, Fırat
ve İndus gibi büyük alüvyon vadilerini coğrafi özellikleri nedeniyle, "bazı
yaşamsal maddeleri sağlamak zorunda olan Mısır, Sümer ve İndus havzası
sakinlerinin, ister istemez, belli bir toplumsal örgütlenme düzeyine (kente)
nasıl yöneldiklerini açıklıyordu ve bu açıklama modeli büyük ölçüde Childe
tarafından geniş erimli olarak açıklanıyordu.
Daha yakın dönemde ise Bereketli Hilal'in önemine temas eden başka büyük antropologlar; kentlerin bu bölgede ortaya çıkışını buradaki ilk yiyecek üretiminin özellikle bitki ve hayvanların ilk kez bu bölgede evcilleştirilmesi ile açıklıyordu:
- “İnsanlık tarihinin temel olgularından biri, Güneybatı Asya'nın Bereketli Hilal denen kısmının tarihte ilk önemli bölge olmasıdır. Kentlerin, yazının, imparatorlukların, (iyi ya da kötü) uygarlık dediğimiz şeyin ve uzun bir zincir oluşturan bütün gelişmelerin başlangıç noktası burası olmuş gibi görünüyor. Gelişmelerin kökeninde yatan şeyse, çiftçilik yapmayan uzmanları tarım ürünü ve çiftlik hayvanı biçimindeki yiyecek üretimi sayesinde doyurabilme olanağı, depolanmış yiyecek fazlası ve kalabalık nüfustur. Bereketli Hilal'de ortaya çıkan yeniliklerin ilki yiyecek üretimiydi.” (J. Dıamond, Tüfek Mikrop ve Çelik, s. 153)
Mezopotamya’nın ilk yerleşimcileri
Sümer halklarının bu kentsel devrimdeki rolü neydi?
En azından yazılı tarihin başladığı MÖ. 3500’ler bir şeyi açık etmişti. Bu bölgede yaşayan topluklar aynı zamanda yazıyı bulmakla bir başka devrim daha yapmışlardı. Dolayısıyla yazılı tarihin Sümerle başlaması hiç de yanıltıcı bir adlandırma değildi. Bu isimle kitaplar yazan (Tarih Sümer’de Başlar) Samuel N. Kramer (ö. 1990), yorumlarıyla birlikte sunduğu çeşitli eski Sümer metinleriyle zenginleştirdiği kitabının alt başlığını "İnsanlık Tarihinin 39 İlk'i" koymuştu. Hiç kuşkusuz yazının icadı ile kentlerin kurulması arasındaki yakın ilişki biraz da Sümer halkları ile Mezopotamya bölgesi arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Bu nedenle bugün Sümerler gibi tarihin derinliklerinde büyük izler bırakmış toplumların bir portresini çizebiliyorsak, bunu Kramer gibi ilim adamlarının tutkulu çalışmalarına ve yüzey araştırmalarına borçluyuz. Kramer kitaplarında arkeolojik kazılarda bulunan pek çok tablet yayınlamıştır. Bunlardan birinde bir babanın oğluna şiir tarzında söylediği şu sözler, kentlerin toplumsal dokuda ne denli önemli olduğuna işaret etmektedir:
- Tanrının gözüne giresin/İnsanlığın seni yüceltsin, boynunu, gönlünü/Kentindeki bilgelerin başı olasın/Kentin adını en gözde yerlerde ansın/Tanrın sana seçkin bir adla seslensin/Tanrın Nanna'nın gözüne giresin! (Kramer, Tarih Sümer’de Başlar, s. 36)
Bir başka tablette kaydedilenler de aynı minvaldedir:
- Sevgili kentim, kutsal Nibru'nun başı göğre eğsin!/Kentim kardeşlerimin kentleri arasında birinci gelsin!/ Tapınağım kardeşlerimin tapınakları arasında en yükseğe erişsin!/Kentimin toprakları Sümer'in taze pınarı olsun/(...)/Uçan kuşları yuva kursun kentimde! (J. Black, The Literature of ancient Sumer, s. 181)
Buraya kadar anlatılanlar, kentlerin ilk kez Mezopotamya’da, Sümerlerin tarih sahnesine çıkmasıyla mümkün olduğuna işaret etmek içindi. Şehrin, insan bilincinin ürettiği son ve tamamlanmış en üstün ilke olmasından hareketle kentlerin ilk ortaya çıkış süreçleriyle ilgili ilim adamları, arkeologlar, antropologlar ve tarihçiler arasında uzun tartışmalar yapılmış ve hala da yapılmaktadır. Bu konuda pek teori ve tez ileri sürülmüş ve pek çok açıklama modeli geliştirilmiştir. Bu teoriler artı ürün ve yaşamsal fonksiyonu nedeniyle suyu merkeze alan daha özel kuramlar yapılabildiği gibi ekonomi, askeri ve dini kuramlar adıyla daha genel başlıklar üzerinden de yapılabilmektedir. (H. Bal, Kent Sosyolojisi, 39). Daha başka teoriler ve kuramlar dile getirilmektedir. Tüm bu teoriler yanlış olmasa da bütünü tam olarak vermemektedirler. Bize göre dile getirilen teorilerin tamamını şu dört arke üzerine bina etmek mümkündür: 1. Zaman, 2. Mekan, 3. İnsan, 4. Toplum. Bunlar en temelde bir arke değeri taşıması nedeniyle değişmez ve sarsılmaz ilkelerdir. Bu dörtlü taksimi dört bilimle ilişkilendirmek mümkün: Mekan merkezli teoriyi Coğrafya ile, Zamana bağlı teoriyi Tarih bilimi ile, İnsana bağlı teoriyi Biyoloji bilimi ile Toplum merkezli teoriyi ise Sosyoloji ile eşitleyebiliriz. Biraz daha açalım:
1. Mekan merkezli teori
Mekan
merkezli teoriye göre şehirler ilk kez Mezopotamya’da, dolayısıyla belli bir bölgede
ortaya çıktığından coğrafya ile eşitleyebiliriz.
Mezopotamya'nın dahil olduğu "Bereketli Hilal" denilen coğrafi temelli bu açıklamaya göre; gelişmelerin kökeninde yatan ana neden, tarım ürünleri ve çiftlik hayvanlarının yiyecek üretiminde depolanmış yiyecek fazlası ve kalabalık nüfustu. Bereketli Hilal'de ortaya çıkan yeniliklerin ilki yiyecek üretimiydi. O yüzden de çağdaş dünyanın nereden başladığını anlamak isteyenler, Bereketli Hilal'de evcilleştirilmiş bitki ve hayvanların bu yöreye niçin önemli ölçüde öne geçme olanağı sağladığı sorusunun da yanıtını veriyordu. Aslında zaman ilerledikçe Bereketli Hilal'in özellikle Akdeniz kuşağı denen bölgesi diğer yerlerden iklim kuşağı nedeniyle de öne çıktı. Kuşkusuz iklim, coğrafya, mevsimlerin geçişkenliği sadece insan yaşamı için değil, bitki ve hayvanlar açısından da çok önemliydi. Buralarda yaşayan insanlar bitkileri ve hayvanları dünyanın diğer bölgelerinde yaşayanlara göre daha erken evcilleştirdiler. Bu ise çok daha yoğun yiyecek üretimini geliştirip daha hızlı bir şekilde nüfusun artışını sağladı. Nüfus artışı doğal olarak köy ve kasabanın yetmediği daha büyük yerleşim alanlarına ihtiyaç duyuldu. Bu doğal ve tarihi sürecin sonunda ortaya çıkan Sümer şehrini G. Childe şöyle betimlemektedir:
- "Şehir, bir sur ve bir hendekle çevrilmiş; bu koruma altında insan, dış doğanın dolaysız baskılarından oldukça güvene kavuşmuş olarak, ilk kez kendine özgü bir dünya bulmuştur. Bir kamış bataklığından veya çöllük bir topraktan setler örüp kanallar kazarak, daha önceki kuşakların ortak çabalarıyla yaratılmış insan eseri bahçeler, tarlalar ve otlaklar arasında durmaktadır. Toprağın suyunu alan ve onun verimliliğini artıran kanallar, aynı zamanda şehir halkına su ve balık sağlamakta ve rıhtımlara uzaklardan ticari malların gelmesine olanak vermektedir.” (G. Childe, Tarihte Ne oldu, s.109-110
Bu teoriye göre, tarımın sulamadaki
beceriye dayalı olduğu bir yörede/bölgede, özellikle Dicle ve Fırat
nehirlerinin sulama tekniğinin kent toplumlarının yapılanmasında çok önemli bir
rol oynamış olması gerekir. Mezopotamya bölgesinde, karmaşık sulamanın
yapıldığı toprak parçalarının varlığını gösteren çok sayıda belge de bunu
doğrulamaktadır. (Ayrıntılı bilgi için bk. J. Dıamond, Tüfek Mikrop ve Çelik, s. 239; Mumfort, Kent,
s. 75-77)
2.
Zaman merkezli teori
Zamana merkezli teoriye göre, insanlık yüz binlerce yıl önce değil de son beş bin yıllık zaman diliminde ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla zamanı Tarih ile eşitleyebiliriz. Bu teoriye göre insanoğlunun vahşi, yabanıllık dönemlerini tamamladıktan sonra uygarlık düzeyine ulaştığı yönündedir. Buna göre insanlığın yeryüzündeki 100.000 yıllık varlığı (bu süre daha uzun da olabilir) 60.000 yılı dönemi vahşilik, 35.000 yıllık dönemi barbarlık ve nihayet son 5.000 yıllık dönemi uygarlık dönemidir. Henry Morgan (ö. 1688) Eski Toplum’da; insanın yeryüzündeki tarihini üçlü bir tasnifle, yabanıllık (vahşilik)- barbarlık-uygarlık olarak ele alıp özellikle büyük gelişmelerin son beş bin yıl içinde gerçekleştiğini söylüyordu ki işte ilk kentler bu dönemde ortaya çıkmıştı:
- “İnsanın yeryüzündeki varlığını 100.000 yıllık bir süre olarak kabul edersek —ki, bu süre daha uzun da olabilir, daha kısa da— yabanıllık dönemine en azından 60.000 yıllık bir süre tanımak gerektiği anlaşılmaktadır, insanlığın en gelişkin kesiminin geçmişinin beşte üçü, bu hesaba göre, yabanıllık dönemi içinde geçmiş bulunmaktadır. Geriye kalan yıllardan 20.000, ya da beşte biri İlk Barbarlık Dönemi ile geçmiştir. Orta ve Son Dönem Barbarlık ise 15.000 yıl kadar sürmüştür. Uygarlık dönemi için de geriye 5.000 yıl kalmıştır. (Henry Morgan, Eski Toplum, 1/98)
Morgan’dan bugüne sosyal bilimler
çok gelişti ve değişti. Ancak Morgan’ın dile getirdiği bu üçlü tasnifi kökten
değiştirecek herhangi bir bulgu henüz ortaya konamadı. Değişen şey, sadece
Morgan’ın üçlü tasnifinde yer alan adlandırmaların daha alt bölümlere ayrılarak
bir sürü yeni isimle tanımlanmasıdır.
Önceki kültürden çok farklı bir
politik, ekonomik ve dinsel düzenin aksine kent devrimi ile ilkellikten
uygarlığa, yani bir anlamda devletsiz toplumdan devletli (kent) toplumuna geçilmiştir.
Dolayısıyla burada MÖ. 5000’ler kilit önem taşımaktadır. Bu tarihlerde sahneye çıkan
Sümerlerde şehrin gelişimi, üretime dayalı artı değerin tapınaklarda toplanması
ve bunun yetkisinin rahipler eliyle yerine getirilmesiyle doğrudan
bağlantılıdır. Bu tapınaklarda tapınılan tanrıların çok daha sonra Antik
Yunan'da ortaya çıkan çok tanrılı yerel bir din anlayışından ziyade evrensel
bir tanrı inancıyla ilgili olmalıydı. Çünkü Sümer şehirlerinin çoğunda aynı
tanrıya adanan tapınaklar bulunuyordu. Sümer tapınakları, büyük hayvan
sürülerini, yüksek gelirleri içeren koca koca çiftlikleri ve çeşitli varlıkları
vardı. Bu tapınaklar halka avans ve borç veriyor, varlıklarını daha da
artırıyordu. Bu gelirleri yöneten rahipler, kutsal efendilerine hesap vermek
zorundaydılar, ayrıca malı mülkü koruyup, artırmaları da gerekirdi. İnsanlar
tarihinde eşine rastlanmamış bir sorunla karşı karşıyaydılar; o güne dek
böylesine büyük bir varlık tek bireyin yönetim ve denetimi altına girmemişti.
3.
İnsan merkezli teori
İnsan
merkezli teoriye göre; insanoğlu asırlar boyu elleri ile yaşamda kalma
mücadelesi vermiş, ne zaman ki ellerin yerini beynin gelişimi ve genişlemesi
almışsa, akli melekelerini kullanma kapasitesi gelişmişse şehri kurma olanaklı hale
gelmiştir. Dolayısıyla insan merkezli teori insanın biyolojik bir canlı
olması nedeniyle en temelde el ve beyin gibi özelliklerine
vurgu yapmaktadır. İnsanın elleri ile beyninin gelişimi diğer organlara
nazaran daha hayati olmakla birlikte insanın yaşamda kalması ve yaşamı akılsal
olarak sürdürebilmesinin de imkanını sağlamıştır. Bedeni taşıma yükünden
kurtulduktan sonra, insanın elleri, hareket kabiliyeti şaşılacak derecede gelişmekle
kalmamış, insanın yaşamını kolaylaştıracak yaşama adapte olmasını sağlayacak
çeşitli araç gereç üretme konusunda da büyük yararı olmuştur.
Aristotales’e gelene kadar insanın
en temel yetilerinden biri alet yapmak ve kullanmaktı. Aristo ile birlikte
insan, “düşünen canlı” anlamında “zoon logikon” (ζῷον λογικόν/hayvan-ı natık) olarak
tanımlandı. Dolayısıyla alet yapma becerisinin gelişmesi beyinsel becerilerin
gelişmesini de tetikledi.
Friedrich Engels (ö. 1895) el ve beyin arasındaki bu büyük gelişmeyi uzun uzun ele almaktadır: Ona göre emek alet meydana getirmekle başlıyordu ve bu, el ile mümkün oldu.
- “Doğa üzerindeki egemenlik, elin gelişmesiyle, emek ile başladı ve her yeni ilerleme de, insanoğlunun ufkunu genişletti.” (F. Engels, Doğanın Diyalektiği, s. 220)
İnsanın ilk yaptığı aletler avcılık ve balıkçılık aletleridir. Bunlar salt bitkiyle beslenmeden et ile birlikte yenebileceğini mümkün hale getirdi. Et yemek çok önemli iki yeni ilerlemeyi sağlamıştı: Ateşin kullanımını ve hayvanların evcilleştirilmesini. Ateşin kullanımı, yemeğin sindirimi sürecini kısalttı, ikincisi ise yeni ve daha düzenli bir beslenme kaynağı yaratarak, bol et elde etmeyi sağladı. Bu iki ilerleme, insan için yeni kurtuluş araçları demekti:
- “Elin, konuşma organlarının ve beynin birlikte eylemiyle yalnızca her bireyde değil, aynı zamanda toplumda da insanlar, giderek daha karmaşık işleri yapabilecek, giderek daha yüce hedeflere yönelecek ve erişecek güce vardı.” (F. Engels, Doğanın Diyalektiği, s. 225)
- “Beynin ve ona eşlik eden duyularının gelişmesinin, gittikçe durulaşan bilincin, soyutlama ve sonuç çıkarma yeteneğinin emek ve dil üzerindeki tepkisi, hem emeğe, hem de konuşmaya daha çok gelişme için durmadan yenilenen bir dürtü verdi.” (F. Engels, Doğanın Diyalektiği, s. 222)
Elleri denetlemek ve gözlerle ve
öteki duyu organları tarafından dış dünyadan alınan izlenimlerle eller arasında
bağlantı kurmak için, özellikle karmaşık bir sinir sistemine ve görülmemiş
derecede büyük ve karmaşık bir beyine sahip olmuştur. Bu iki organın insanın
uygarlaşmasında belirleyici olmuştur. Bu teoriye göre uygarlığın bu dönemdeki
sıçraması, tüm gelişmeleri mümkün kılan şey, kol emeğiyle kafa emeği arasında
ortaya çıkan iş birliği olmuştur. İnsanoğlu yapı ustalığı başta olmak üzere
kenti kurmada deneyim ve tecrübe kazandıkça daha hızlı bir ilerleme
gerçekleşti. El hünerleri ile artan deneyimi doğal bir ustalığa kavuşunca,
zekası da buna paralel olarak çalıştı ve gelişme kaydetti. Aralarından bazıları
marangozluğu meslek edindi. İnsan teki bu dönemde doğada yaşadığı diğer
canlılardan en önemli farklılığının düşünme ve kavrama yeteneğini fark etti. Bu
ise ona doğadaki tüm hayvanları denetimleri altına alabilmelerini sağladı. Hayvanları ve bitkileri kontrolleri altına
aldıktan sonra çevrelerindeki nesneler üzerine yöneldiler. Önce kulübe
yaptılar, sonra köy evleri ve bu zamanla hızlanarak devam etti. Şehir ve kent
yaşamı ile birlikte bina yapımından yavaş yavaş diğer sanat dallarına
yöneldiler. Bilimler doğdu. İnsan aklının bilimlerin devreye girmesiyle
yetkinleştiği görüldü. Böylece, ilkel ve barbar bir yaşamdan uygarlığa,
medeniyete ve kültüre yöneldiler. Bilim ve sanatların çoğalması ve gelişmesi
insan düşüncesini yükseltti. Yüksek düşünceden cesaretle daha büyük ve yeni
gelişmeler birbirini takip etti ve hala da ediyor. Şehir özelinde söylenecek
olursa, önce kulübe ve baraka yapan insan bundan vazgeçerek tuğla ve taş
duvarlı, kiremit ve ahşap çatılı evler yapmaya başladı. Bir yandan da
yapılanları gözlemledi. Doğadaki ahşap ve bol miktardaki yapı malzemelerini
özenle işlediler, bunlar üzerinde ince işçilikler yaptılar. Böylece yaşadıkları
hayatın gelişimine estetik ve zevk unsurunu da kattılar. İnsanın en temel
biyolojik yetilerinden el ile beyin bu korelasyonu sağlamasıydı bu mümkün
olmazdı.
4.
Toplum merkezli teori
Toplum merkezli teori ise sosyoloji
temelli bir yaklaşımdır. Aslında Aristoteles’in "politik birlik"
anlamında kullandığı "koinonia politike" (κοινωνία πολιτική) hem
siyaset bilimini hem de toplum bilimini içermesiyle her iki bilimle de
ilişkilendirilebilirse biz toplum merkezli teoriyi sosyoloji ile eşitlemeyi
daha uygun buluyoruz. Buna göre kent insanların birbiriyle buluştukları,
malların değiş tokuş edildiği ve düşüncelerin, fikirlerin yayıldığı bir sosyal
ilişkiler ve kararlar merkezidir. Kentte farklı faaliyet türleri bir araya
gelmekte, her bir unsurunun birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğu dışa açık bir
sistem vücut bulmaktadır.
Bu bakımdan kent, kendine özgü özellikleri bulunan ve belli bir mekanda yoğunlaşmış bir yerleşim sistemi olup, karmaşık toplum yapısının birey veya aile düzeyinde çözülemeyecek sorunlarının üstesinden gelmesine olanak sağlamaktadır. Yerine getirdiği işlevlerin sayısı ve karmaşıklığı kenti köyden farklı kılmaktadır. Bazı bilim adamları kurucu unsur olarak kenti arkeolojik kazılarla ortaya çıkarmaya çalışırken pek çok bilim adamı da kent gerçeğinin ölçütlerini toplumsal alanda aramaktadırlar. Kentlerin Doğuşu isimli eserinde J. Louis Huot, kentten söz edebilmek için sosyolojiye başvurulması gerektiğine söyler. Ona göre kent, insanların birbirleriyle buluştukları, malların değiş tokuş edildiği ve fikirlerin yayıldığı bir ilişkiler ve kararlar merkezidir:
- “kent, doğanın bir unsuru olmayı sürdürmektedir. Kentin fiziksel morfolojisinin sosyal morfolojisinin bir yansıması olması gibi, sosyoekonomik analizi de doğrudan tanımından geçmektedir.” (Huot, Kentlerin Doğuşu, s. 14).
Burada ölçü genelde kent sayılması
mümkün olmayan birçok büyük köyün kent olarak kabul edilmesi ya da orta ölçekli
bazı kentlerin gerçek anlamda kent olarak nitelenemeyeceği bulgusundan hareket
edilmekte ve ölçü sosyal ve toplumsallık ile ilişkilendirilmektedir.
Aslında sosyolojide kent ve kent toplumu olgusuyla doğrudan ilgilenen ve buna özel bir ihtimam gösteren teorisyenlerin başında, modern sosyolojinin kurucusu kabul edilen Max Weber (ö. 1920) gelir. Weber’in kentlerin ortaya çıkışını incelediği Şehir (The City) isimli önemli çalışması kent sosyolojisi hakkında klasik bir metindir. Weber’e göre kente ayırt edici karakterini veren, pazar ve değiş-tokuş gibi kurulu faaliyetlerle birlikte zanaat ve ticaretin varlığıdır. O’nun kenti tanımlayabilmek için pazar fonksiyonu yanı sıra önem verdiği ikinci vurgusu, kentin siyasal ve yönetsel özerkliğe sahip, bu nedenle de sürekli bir kurum olması gerektiğidir. Kentlerin gelişimine ilişkin olarak vurguladığı bir başka önemli nokta ise katılımdır. Yani halkların katılımı, kentin ortaya çıkmasında anahtar kavramlardan biridir. Weber’e göre bir yerleşim biriminin ortaya çıkmasının koşulları şöyledir:
- “Tam bir kentsel topluluk olabilmesi için yerleşim biriminin, alışveriş ve ticari ilişkilerin göreli bir hakimiyetini temsil etmesi ve bir bütün olarak yerleşim biriminin şu özellikleri göstermesi gerekirdi: 1. İstihkam, 2. Pazar, 3. Kendine ait bir mahkemesi veya hiç değilse kısmen özerk bir hukuk, 4. İlgili bir birlik biçimi, 5. Hiç değilse kısmen özerklik ve kendi kendine yönetme ve de sonuçta, şehir sakinlerinin katıldığı seçimlerle işbaşına gelen idari yetkililerce yönetim." (Weber, Şehir, s. 73).
Kenti karakterize eden çizgiler her şeyden önce politiktir. Politik olan ise hem siyasal hem toplumsalı içerir. Dolayısıyla kenti devlet yaratmış, devlet de temellerini kent üzerine inşa etmiştir denebilir.
Yorumlar
Yorum Gönder