Ana içeriğe atla

Modern dönem kentleri

Çağdaş yazarlar modern dönemi sanayi devrimi ile başlatma eğilimindedirler ve bunda haklıdırlar. Yeniçağın Fransız ihtilali ile kapandığı varsayılırsa, modern dönemin sanayi devrimi başlatılması boşuna değildir. Fransız ihtilali ile sanayi devrimi arasındaki bazı farklara kısaca işaret edelim: Fransız ihtilali Fransa’da, Sanayi devrimi İngiltere’de gerçekleşti. Biri zihinsel kırılmayı diğeri ekonomik ve teknolojik gelişmeleri tetikledi. Fransız ihtilali 18. Yüzyılın sonunda, on yıllık bir süreci kapsarken (1789-1799), Sanayi devrimi 18. Yüzyılın yarısından 19. Yüzyılın yarısına kadar (1760-1840) çok uzun bir süreci kapsar.

Sanayi devriminin gerçekleştiği İngiltere’de kraliçe Victoria’nın 1837’den 1901’e kadar kesintisiz sürecek 64 yıllık iktidarı, modern çağ içinde yeni bir çağa adını verecek kadar önemliydi: zira sanayi devriminin gerçekleştiği çağ aynı zamanda Victoria Çağı olarak anıldı. Sanayi devriminin başka bir ülkede değil de neden İngiltere’de çıktığı üzerine çalışmaları ile tanınan Eric Hobsbawm (ö. 2012) bunu şöyle açıkladı: “Britanya'nın bu tekel durumu, büyük ölçüde, öncülük konumunu tek başına üstlenmesinden, rakip güçlerin olmaması nedeniyle ulaşabildiği her yerin hükümdarı olmasından kaynaklanıyordu.” (Sanayi ve İmparatorluk, s.13).

Modern dönem kentleri konuşmak için önce bu dönemde neler olduğunu kısaca hatırlamak zorundayız. Sanayi devrimi ya da diğer adıyla endüstri devrimi öyle bir etki meydana getirdi ki dünyanın altı üstüne geldi. Ondan öncesi artık tamamen “eski” olarak kaldı ve her şeye yeni baştan başlandı. Dünya algısı, evren algısı, toplum algısı ve insan algısı tamamen değişti. Kısaca değişmeyen hiçbir şey kalmadı. 19. yüzyılda monarşiler darmadağın oldu. Yüzyılın başında Fransa’da monarşinin yerine cumhuriyet kuruldu. Kral ve kraliçe idam edildi. Başlayan süreç 20. Yüzyıla geldiğinde üç büyük imparatorluğun ortadan kalkmasıyla tamamlandı: Rusya imparatorluğu, Avusturya-Macaristan imparatorluğu ve Osmanlı imparatorluğu tarih sahnesinden silindi.

Modern dönem devrimler yüzyılıydı. Her alanda olduğu gibi bilimlerde de devrimler yaşandı. Üç önemli isim sembolik olarak çağın alt-üst oluşunda çok belirleyici oldu. Marx (ö. 1883), Darwin (ö. 1882) ve Freud (ö. 1939)’un şahsında ekonomi, biyoloji ve psikoloji bilimleri müstakil hale gelmekle kalmadı, bu üç ismin düşüncelerinin yansımaları çok derin oldu. Sanayi devrimi ekonomi bilimini çok daha önemli bir hale getirdi. Felsefi ilimlerin kraliçesi olarak görülen ve asırlarca tanrı ve tanrısallığın bilimi olan Metafizik felsefeden elendi. Nietzche (ö. 1900) “Tanrı öldü” derken, Marx Weber (ö. 1920) “dünyanın büyüsü bozuldu” dedi. Yer yerinden oynadı.

İlerleyen zaman içinde onlarca yeni bilim dalı ortaya çıktı. Bunların içinde özellikle üç tanesi var ki kentin tarihini de talihini de büyük ölçüde değiştirdi: Sosyoloji, antropoloji ve arkeoloji bilimleri 19. Yüzyılı kasıp kavurdu. Arkeolojik kazıların başlamasıyla antik dönemin unutulmuşluğu tüm çıplaklığıyla su yüzüne çıktı. Modern insanın gelecek öngörüsü değiştiği gibi geçmişe ait inançları da değişti. 20. Yüzyılın son çeyreğinde Kent sosyolojisi özelleşerek müstakil bir bilim haline geldi.

Kent üzerine yazan, konuşan ve düşünen onlarca ilim adamı ortaya çıktı: Hanry Morgan (ö 1688)’dan Karl Marx  ve Engels (ö. 1895) çizgisine, 20. Yüzyılda Gordon Childe (ö. 1957) ve onun ardından George Thomas (ö. 1987) gibi isimler katıldı. Adam Smith (ö 1790), Georg Simmel (ö.1918), Ferdinad Tönnies (ö. 1936), Marx Weber, Emile Durkheim (ö. 1917), Arnold Toynbee (ö. 1975) gibi kenti merkeze alan düşünürlere bir süre sonra Chicago okulu katıldı. Bu ekolün mensuplarından özellikle Robert Park (ö. 1944), Louis Wirth (ö. 1952) ve Ernest Burgess (ö. 1966)’ın kent sosyolojisine önemli katkıları oldu. 20. Yüzyılın sonlarına doğru gelindiğinde artık kentin tarihi bambaşka bir döneme evrildi;  uzayda koloniler kurulmasından söz ediliyordu. Dünya kenti kavramını ilk kez John Friedmann (1986) kullandı. Ondan bir süre sonra dünya kenti kavramı da eskidi ve yerine Saskia Sassen tarafından küresel kent (globalcity) kavramı kullandı.

1980’lerle birlikte yaşanan olağanüstü gelişmeler kentin tarihini bambaşka bir evreye dönüştürdü: Artık “akıllı kentler” adıyla yepyeni bir dönem başlamıştı. Nerede duracağı belli olmayan bu gelişme sadece kentlerle sınırlı kalmadı. Akıllı evler, akıllı kumandalar, akıllı arabalar, akıllı telefonlar ve nihayet e-devlet gibi uygulamalarla devlet ile akıl eşitlendi. Yapay zekanın ortaya çıkmasıyla değişim ve gelişimin nerede duracağını ise kimse öngöremiyor. Kısaca modern dönem kentleri her ne kadar iki asırlık kısa bir zaman dilimini kapsasa da içerik açısından yüzyıllarca süren gelişmelerin tamamından çok daha fazla oldu. Burada ancak can alıcı noktalarına değinebiliriz:

  • Modern dönemle birlikte kentin içeriği değiştiği gibi adı da değişti. Daha önce Yunanca polis, Arapça medine, Fransızca cite, İtalyanca citta, Almanca stad, Saksonca kale anlamına gelen burgh (şehirli demek olan burjuva bu kelimeden türedi), Latince urbs ve civitas gibi kullanımlar eskidi ve anlamlarını yitirdi. Artık kentin yeni bir adı vardı: Metropol. Kelime Yunanca anne anlamına gelen meter sözcüğü ile şehir anlamına gelen police kelimelerinin birleşimiydi. Büyüklük sırlaması ise polis-metropolis ve megalopolis şeklinde oldu.
  • Metropol, tarihte hiç ortaya çıkmamış yeni bir şeydi. Potansiyel yönüyle bir dünya merkezi rolü içinde ki olumlu işleviyle öne çıktı. Tarihte ilk kez insanlığın bütün kabile ve uluslarını ortak bir iş birliği ve etkileşim alanına toplayan faaliyetlerin odağı oldu. Aslında niceliksel sınırların ortadan kalkmasıyla metropol, kentin patlamasıydı. Bu, organik sistemden mekanik sisteme, amaçlı büyümeden amaçsız yayılmaya doğru gerçekleşen bir değişimdi. Tüm sınırlar ortadan kalktı.
  • Metropol bir süre sonra megalopolis’e evrildi. Türkçeleşmiş şekliyle mega kent, sınır tanımayan bir yayılma eylemiyle fiziksel olarak komşularıyla birleşti. Tynobee (ö. 1975), bugünün mega kentlerini (megalopolis) dünün geleneksel şehirlerinden (polis) tür farkı olarak ayırdığı gibi onu "geleceğin dünya kenti” olarak da tanımladı. Spengler (ö. 1936) ise “Toprağa meydan okuyan, dış hatları itibariyle doğayla çelişen, bütün tabiatı inkâr eden, tabiattan daha başka, daha yüksek bir şey olmayı talep eden” bir son aşama olarak “geç şehir” veya Megalopolis (ya da kozmopoİis) olarak tanımladı. (Şehir ve Cemiyet, s. 10-11). Megalopolis kavramı ilk kez 1961 yılında Jean Gottmann (ö.1994) tarafından literatüre girdi.
  • Sanayi devrimi ile daha önce karmaşık olmayan kentlerin yapısal farklılığı tamamen değişti ve kompleks bir hale geldi. Üretim biçimi de değişti. Tek bir sahibi olan atölyelerde gerçekleşen üretim yerini çok ortaklı fabrikalara, şirketlere ve daha sonraları holding ve kartellere bıraktı. Her alanda olduğu gibi toplumsal yaşam alanında da her şey alt-üst oldu. Üretim biçiminin değişmesine bağlı olarak yaşam biçimleri değişti. Niceliksel üretim, tek zorunlu amaç haline geldi. Nitelik artık eski dünyanın istenmeyeniydi. Her şey niceliğin egemenliğindeydi.
  • Daha önce kentlerin genel özellikleri arasında yer alan kır-kent ayırımı sanayi devrimi ile birlikte darmadağın oldu. Ömrünün yarısını, sanayi devriminin gerçekleştiği İngiltere’de geçiren Karl Marx, kent özelinde iki şeye çok vurgu yaptı. Biri kent ve kır ayırımıydı diğeri de buna bağlı olarak iş bölümü. Kenti iş bölümü ile özel mülkiyetin karakterize ettiği özerk bir genel yapı olarak ele alan Marx, onu üretim biçimlerinin mülkiyet ilişkilerine göre biçim değiştiren heterojen bir kurum olarak gördü. Alman İdeolojisi’nde kapitalizm öncesi en temel iş bölü­münün kır ile kent arasında olduğunu söyledi. Kırı bedensel emekle kenti ise zihinsel emekle ilişkilendirdi. Şöyle diyordu: “Bedensel ve zihinsel emek arasındaki en önemli bölünme kent ile kırın ayrılmasıdır. Kent ile kır arasında barbarlıktan uygarlığa, kabileden devlete, yerellikten ulusa geçişle birlikte başlayan karşıtlık, uygarlık tarihi boyunca devam ederek günümüze kadar gelmiştir.” (Alman İdeolojisi, s. 56).
  • Engels ise daha 1845’lerde, Londra'da 50.000 kişinin "her sabah, gece nerede yatacaklarını bilmeden uyandıklarını" yazıyordu. Fabrikaların hemen yanında yapılan işçi evlerinin durumu hiç iç açıcı değildi. Dokuma endüstrisinin yarattığı zenginliğin altında, yurtlarda toplanıp fabrikalara taşınan, bazen kırbaçlanarak bazen de zincire vurularak çalıştırılan 7-14 yaşlarındaki kimsesiz binlerce çocuğun emeği vardı. Sermaye birikimi hızlanırken, iki vardiya çalıştırılan çocukların yatakları hiç soğumuyordu.
  • Fabrika ve pazar standartlarının hızlı büyümesi metropol içinde her kuruma yayıldı. En büyük müzeye, en büyük üniversiteye, en büyük hastaneye, en büyük alışveriş merkezine, en büyük bankaya, en büyük finansal kuruma sahip olmak kentin nihai varlık gerekçesini yerine getirmesi olarak görüldü: En fazla icadı, en fazla bilimsel makaleyi, en fazla kitabı üretmek, en fazla demiri üretmek kadar metropolün başarısını yansıtıyordu.
  • Sanayiler maden yataklarına yakın bölgelerde kurulurken özellikle su yolu ya da demiryolu ile erişilebilir noktalarda yoğunlaşmalar oldu. Banliyönün işlevlik kazanması büyük oranda demiryollarının yaygınlık kazanması ile mümkün oldu. Demiryolu hatları boyunca uzanan banliyöler kesintiliydi ve uygun aralıklarla dizilmişti. Beş-on kilometrede bir istasyonları olan bir demiryolu hattının hizmet ettiği yerlerde herhangi bir topluluğun yayılmasına engel olan doğal bir sınır vardı.
  • Fransız ihtilalinin eşitlikçilik kavramı hem politik eşitsizlik hem de ekonomik eşitsizliği ortadan kaldıracak, toplumun yararını gözetecek düzenlemeleri ortaya çıkardı. Devletin yerini özel teşebbüs aldı. Yerel yönetimlerin ve merkezi yönetimlerin müdahalesi hiçbir ölçekte talep edilmiyordu artık. Varsa yoksa serbest piyasa ekonomisiydi.
  • Sanayi kenti en temelde ekonomik politikalarla yükseldi: Özel girişime sonsuz bir özgürlük tanındı, tüm loncalar devre dışı kaldı ve sömürge politikaları ile batı ve Amerikan kentleri çağdaşlarıyla mesafeyi daha da açtı. Aslında Amerikan kenti, feodal çağların hantal yükünü hiçbir zaman taşımadı. Bu kentlerin birkaç istisna dışında çoğu, şaşmaz bir şekilde ekonomik nedenlerle kurulmuştu. Bu kentler, ticari faaliyetlere dayalıydı ve esas olarak savunma veya saldırı amacıyla kurulmamıştı.
  • Avrupa’da yeşil kuşak kentler önce konuşulmaya sonra yaşama geçirildi. Ebenezer Howard (ö. 1928)’ın ortaya koyduğu kentin çevresini yeşil bir kuşakla çevreleme ilkesi kent planlamacılığına önemli bir katkıydı. Bu kentler, yoğun bir nüfusa sahip kent merkezini, düzensiz büyümenin büyük kısmını temiz hava, gün ışığı ve güzelliğe yeniden kavuşturacaktı. Howard, kentsel ve kırsal ortamlardaki hayatın sürmesini sağlayan insani işlevleri analiz etti. O’na göre bahçe kent her şeyden önce bir kentti; organik modeli sonunda benzer kentlerden oluşacak bir topluluğa dönüşecek yeni bir birimdi.
  • Özel girişimin öne çıkmasıyla rekabetçi bir piyasa oluştu. Bu dönemde ticaret, sanayi sermayesine dönüştü. Bir tacirin, denizaşırı bir ısmarlamayı karşılamak için, ev ev dolaşıp yapılmış mal toplaması pek kolay ve elverişli bir yol olmadığından büyük imalathaneler kurarak, zanaatçıları, köylüleri, buraya toplayıp onları ücretle çalıştırarak, büyük miktarlarda mal üretmeye başladı.
  • Eski tüccarların yerini sanayiciler, aristokratların yerini burjuva aldı. Burjuvanın giderek güçlenmesi sonucunda merkezi otorite giderek zayıfladı. Mutlak monarşilerin karşısına çıkan burjuva, demokratik parlamenter rejimleri savunmaya başladı. Kentli üst tabakalar, aristokratların ülkedeki zenginliği har vurup harman savurduğunu görüyordu. Burjuvazi, kendini beğenmiş aristokratlara göre çoğunlukla daha zeki ve eğitimli olduğu halde, bütün önemli siyasi makamlar aristokratların elindeydi. Modern dönemle birlikte bu dağıldı ve aristokratların yerini burjuva aldı.
  • Mutlak monarşilerin ortadan kalkmasıyla tarihte ilk kez parlamentolar yaygınlaştı. Krallar ve prensler, savaşlarda ve öteki bazı olağanüstü harcamaları gerektiren işlerde kendilerinden para istemek için aristokratları toplantıya çağırıyor ve onları geleneksel meclislerde topluyorlardı. Bu, ilerleyen süreçte parlamento denen yapıları ortaya çıkardı. İngiltere'de Lordlar Kamarası yanındaki Avam Kamarası'nda, Fransa'da laik ve dinsel aristokrat sınıfların temsilcilerinin toplandığı yapılarda değil, "üçüncü yapı"da (Tiers Etat) toplandı.
  • Tanrı adına yöneten krallık yönetimi tümüyle yok oldu. Ölü bir fikir olarak bile varlığını sürdüremedi. Bürokrasi ve ordunun zorunlu yardımıyla saray ve tapınağın işlevleri, 19. yüzyıl süresince birçok örgüt, dernek, parti, birlik ve komite tarafından üstlenildi. 
  • Nüfus hareketlerinde aşırı büyümeler oldu. 20. yüzyıla girildiğinde, dünya nüfusunun sadece onda biri kentlerde yaşıyordu. Nüfus büyümesi, kentleşmenin ilk kez gerçekleştiği neolitik çağdakinden de hızlıydı. Malthus (ö.1834)’un döneminde dünya nüfusunun sadece altıda biri olan Avrupa kökenliler bir yüzyıl içinde üçte birine eşit hale geldi. 19. Yüzyılın başlarında Batı dünyasında hiçbir kent bir milyonluk bir nüfusa sahip değildi: Londra’nın nüfusu sadece 950.000’di. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise Londra’nın nüfusu 2.000.000’un, Paris’inki 1.000.000’un üzerindeydi. Ancak 1900’e gelindiğinde Berlin, Chicago, New York, Philadelphia, Moskova, Sen Petersburg, Viyana, Tokyo ve Kalkuta dahil bir milyondan fazla nüfusa sahip 11 metropol ortaya çıktı. Bu rakam kısa bir süre sonra 27 kente çıktı.
  • Sanayi devriminin etkilerinden biri de kentlerin sur dışına taşmasıydı. Eskiden, toplumu daha iyi denetleyebilmek için etrafı surlarla çevrili yapıların içine soktukları tebaa’larını daha küçük kalelerde bulunan silahlı muhafızların gözetiminde bulunduruyordu. Bu yöntem modern dönemde tekrar farklı bir şekilde geri döndü. Doğrudan temasın ve yüz yüze ilişkinin mümkün olduğunca sınırlanmasıyla bütün bilgiler ve yönlendirmeler merkezi aktörler tarafından bireylerin sürekli gözetim altında tutuldukları kanallarla tekel altına alındı.
  • Kale ve sur yok olunca her yere dallanıp budaklanan bir örgütsel denetim ağı ortaya çıktı ve aynı işlevleri daha etkili bicimde yerine getirdi. Yeni güçler görünmez, elle tutulmaz, yakalanmaz, somutlaştırılamaz oldukları ölçüde etkileri daha da arttı. Bir kent suru delinebilir veya bir kral öldürülebilirdi, ama uluslararası kartellere hiçbir şey yapılamıyordu.
  • Eski çağlardaki kalenin yerini modern dönemde pentagon ve kremlin gibi yerler aldı. Bu durum kalenin kentlerin kültürüne en son ve en kötü mirasıydı. Bu durumda yasa teorik bir ilke olmaktan çıkıp, yerini mutlak güce teslim etti. Ahlak, polis memuru haline geldi. Patlayıcıların şiddeti kozmik boyutlara ulaştı. Ayrışma bütünleşmeye üstün geldi. Kendiliğinden ve sürekli artan bir hızla daha genel bir yıkım yaratmaya doğru giden bu imha güçleriyle kentlerin geleceği belirsiz hale geldi.
  • Metropol ile iktidar ve bilgi tekeli, daha büyük bir biçimde yeniden geri döndü. Bu, yaşamın her yönünün denetim altına alınması anlamına geliyordu. Denetlenen hava, denetlenen hız ve hareket, denetlenen dernek, üretim, fiyatlar, hatta fantezi ve düşünceler. Denetleyenlerin elde ettiği kar, güç ve prestij bir yana, bizzat denetimin tek amacı mekanik denetim surecini hızlandırmaktı. Bu yeni biçimin de rahipleri ve tanrıları vardı. Antik dönem kentlerinin rahiplerini tanımak kolaydı. Çünkü bütün sistem bilginin gizliliğinin, dolayısıyla denetlenebilirliğinin artmasına dayanıyordu. Yeni dönemin tanrılar koltuğunda ise nükleer reaktörler vardı. Radyo ve televizyon başta olmak üzere roket uçuşları iletişim ve ulaşımın meleksi araçlarıydı. 
  • Tarihin büyük bir bölümünde köy ve taşra daimî bir taze hayat rezervi oldu. Kentin hükümdarları hata yapsa da doğru yoldan sapsa da bu hatalar düzeltilebilir nitelikteydi. Bütün kent nüfusu yok olsa bile insan ırkının onda dokuzu imha döngüsünün dışında kalabiliyordu. Artık bu güvenlik bloku yoktu. Metropol patlaması onun hem ideolojik hem de kimyasal zehirlerini yeryüzünün her yerine taşıdı.
  • Sanayi Devrim öncesi sadece aristokratların kullandığı at arabaları dönemi kapanarak ilk kez toplu taşımacılık ortaya çıktı. Anayolları, otoyolları, otomobilleri ve gayri menkulleri kırsal alana teşvik bombardımanı, bölgesel kenti kurmak yerine biçimsiz bir kenti de yarattı. Başlangıçta, 1826 yılında Omnibus denen toplu taşıma araçları Fransa Nantes’de işlemeye başladı. Kısa bir süre sonra 1850’lere gelindiğinde sadece New York’ta lisanslı 425 Omnibus şirketi ortaya çıktı.
  • Otomobil yaygınlaşınca onun iki işlevi öne çıktı: Kent içi hareket ve şehirlerarası hareketin yönü bambaşka bir seyir aldı. Modern insanın ayırıcı bir vasfı olarak hıza ve boş mekâna karşı duyulan aşırı tutku, özel otomobili vazgeçilmez yaptı. Bu nedenle kent demek neredeyse sadece ulaşıma indirgenmiş oldu. Mevcut düzen nedeniyle modern insan, doğuştan kazanılmış şehirli olma haklarını devrederek karşılığında bir otomobil cehennemi almış oldu.
  • Metropolün izdihamı kent hayatının her evresinde görülebilir hale geldi. Hıncahınç dolu banliyö trenlerinde, ofiste, okulda, evde, insandan geçilmeyen kumsallarda, stadyumlarda hatta mezarlıklarda yer darlığı yaşanır oldu. Özel otomobil artışıyla birlikte cadde ve bulvarlar park alanı haline geldi, trafiği harekete geçirmek için devasa ekspres yollar kenti boydan boya sardı ve böylece park alanı ve garaj talebini daha da artırdı. İzdihamı planlayanlar metropolü ulaşılabilir yaparken burayı neredeyse yaşanılmaz bir yere dönüştürdü.
  • Rönesans’ın ilk dönemlerinden itibaren yeni birlikler çeşitlenmeye ve binlerce farklı biçim almaya başladı. Eskinin kilise, üniversite, okul ve loncadan ibaret birleşik faaliyetlerin yerini; bilimsel topluluklar, müzeler, sosyal kulüpler, sigorta şirketleri, siyasi partiler, ekonomik gruplar, tarih toplulukları, her türlü sivil toplum kuruluşları aldı.
  • 19. Yüzyıl sonunda daktilonun imal edilmesi ve hızlı stenografinin aynı zamanlarda yaygınlaşmasıyla birlikte ticari işlemler kâğıda intikal etti. Metropolün bütün ana faaliyetleri doğrudan kâğıt ve plastik sanayiine bağlıydı. Günlük rutin arttıkça kâğıt öbeği de büyüdü. Çöp kutuları kağıtla doldu. Kâğıdın dolaşımı sadece iş dünyasıyla sınırlı değildi. Tiyatroda, sinemada, edebiyatta, müzikte, akademide, iş dünyasında hep kâğıt üzerinden şöhret olunuyordu. Her şey kâğıt miktarına göre ölçülüyordu.
  • Müze ve kütüphane, tıpkı hastane ve üniversite gibi bölgesel ekonomide yeni bir işleve sahipti. Gezici sergiler ve ilave binalar sayesinde birçok müze, kent sınırlarını aşmaya başladı. Dijital dönemle birlikte hiçbir kütüphanenin kurulmasına gerek olmadan, yüzbinlerce kitap koleksiyonu küçücük bir diske sığar hale geldi.
  • Antik kentin hem olumlu hem de olumsuz yönleri bir dereceye kadar sonraki bütün kent yapılarına aktarılmıştı. Kent bütün insani faaliyetlerin alanını genişletti. Depolama imkanları; binalar, mahzenler, arşivler, anıtlar, tabletler, kitaplar sayesinde kent karmaşık bir kültürü nesilden nesile aktarabilecek hale geldi. Kentin karmaşık insani düzenine kıyasla, günümüzde bilgi depolayıp aktarmak için kullanılan akıllı cihazlar sanal bir dünya yarattı.
  • Artık kent; bir iş veya yönetim yeri olarak değil, yeni dünya insanını ifade etmenin ve hayata geçirmenin asli bir organı olarak düşünülüyordu. İnsan ve doğa, kentli ve taşralı, Yunanlı ve barbar, yurttaş ve yabancı arasındaki o eski ayrım artık sürdürülemezdi. İletişim sayesinde bütün dünya koca bir köye dönüştü. Bu nedenle, en küçük mahalle veya bölge daha geniş bir dünyanın işleyen bir modeli uyarınca planlanmalıydı. Artık kentte tek bir tanrılaştırılmış hükümdarın arzusu değil, yurttaşlarının özbilinç, özyönetim ve kendini gerçekleştirmeyi amaçlayan bireysel ve ortak iradesi temsil edilmeliydi.
  • Londra, Buenos Aires, Chicago ve Sydney’i havadan çıplak gözle veya bir kent haritası ve nazım plan üzerinden şematik olarak incelendiğinde kentin biçiminin tümüyle yok olduğu görülüyordu. Kentle taşra arasındaki keskin fark artık yoktu. Orijinal kap tümüyle ortadan kalkmıştı.
                        Avustralya Sydney
  • Metropol herkesin olmak istediği kişi olmasının imkanını sunan bir fırsatlar diyarı olsa da toplumsal yapılar karmakarışık hale geldi. Tönnies, toplumları (cemaat) ırk, etnik menşe ve kültür bakımından farklılaşmamış fertlerden meydana gelen ve fertler arasındaki şahsi, sıcak ve mahrem topluluklar olarak tanımlıyordu. Toplulukları (cemiyet) ise ırk, etnik menşe, sosyo-ekonomik statü ve kültür sistemleri bakımından farklılaşmış ve heterojen topluluklar olarak. Bu kavramlaştırmada cemaat köyü, cemiyet ise kenti karşılamaktaydı. (Cemaat ve Cemiyet, s.9).
  • Metropol, bireysellik biçimlerinin psikolojik temellerini derinden sarstı ve değiştirdi. Metropolle birlikte büyüyen fiziksel enerji psişik enerjiye dönüştü. Sürekli kentsel yığılma, 19. Yüzyıldan önce ticaret yollarıyla başlamıştı anca bu yüzyılda demiryolu sistemiyle daha da hızlandı ve 20. yüzyılın ortalarında, aktarmasız uçuşların hızı nedeniyle küçük kent oluşumlarının pas geçilmesine ve en uzak noktalara yoğunlaşmasına neden olan havayollarıyla doruk noktasına ulaştı.
  • Georg Simmel için metropole özgü bireysellik biçimlerinin psikolojik temellerini kavramak önemliydi. O, şehirli insanın karakteristik özelliği olarak zihinsel yetilerini ön plana çıkardı. Ona göre kentin uzmanlaşmasıyla pek çok doğrultulara yayılan zihinsellik şehre ait bir özellikti. Simmel bu görüşlerini 1902’de yayınlanan “Metropol ve Zihinsel Yaşam” makalesinde de paylaştı ve kentsel toplumun çözümlemesini yaptı. (Simmel, Şehir ve Cemiyet, s.167).
  • Eski kentin kalesi, suru değiştiği gibi banliyösü, mahallesi, semti, ailesi ve daha başka biçimleri de değişti. Modern dönemde banliyö önceleri yükselişini sürdürdü. Kentin hemen yanı başındaki bu yerleşim alanları önceleri seçkinlerin mekanlarıydı. Sanayi devrimiyle birlikte, yerlerin çöplerle kaplandığı, fabrika bacalarının bütün bir taşrayı kirletecek kadar gaz ürettiği sanayi bölgelerinden daha temiz ve sağlıklı bir çevreye kaçışı temsil etti. Banliyö, modern dönemle birlikte kentin bir nevi geri çekilmesiydi.
  • Mahalle duygusuyla ilgili yeni bir bilincin ortaya çıkmasına yardım etti. Kökenlerine inildiğinde mahallenin kentteki eski köy bileşeni olduğu ve dengeli bir kent hayatı için yüksek kültür merkezleri ve amaçlı birliktelik kurumları kadar vazgeçilmez olduğunu gösterdi. Mahalle, ev ve okulun her gün ihtiyaç duyduğu yerleri yürüyüş mesafesi kadar yakına getirmek ve mahallede işi olmayan insan ve eşyaları taşıyan yoğun trafik arterlerinden yaya bölgeleri uzak tutuyordu. Bu nedenle de bir süre daha aile ve komşuluk ilişkilerinin bozulmadan devam etmesinin en önemli mekanıydı.
  • Mahalleden biraz daha büyük olan semt ise özellikle işçi sınıfının tüm yaşamının geçtiği yerlerdi. İşçi sınıfının çalışması orta ve ortanın üstü sınıflara daha boş zaman bıraktığından banliyöde yaşama şansları vardı. 20. yüzyılın başlarında toplumun merkezi kısmen dağıldığı için topluluk güçsüz düştü. Çok hızlı hareket edebilen parçacıklar metropol patlamasının serpintileriydi. Bu parçalar mağazalar, oteller, sigorta şirketleri, laboratuvarlar, bankalar gibi kenti bir ağ gibi kaplayan kurumlardı.
  • Çağlar boyu devlet bürokrasisinden başka bir çeşidine tanık olmayan insan, modern dönemle birlikte devlet bürokrasisini gölgede bırakan iş dünyası bürokrasisine yerini bıraktı. Bu bürokrasinin ofislerde, kiralık bürolara yerleşmesi metropol genişlemesinin ana görevlerinden biriydi. Ofis mekânı sadece bürokrasi için gerekmiyordu; onun yan ürünleri için de yer talep etmeye başladı: Çeşitli ofis eşyaları yanında, saklanan dosyalardan oluşan belge yığınlarının oluşturduğu dev arşivler ortaya çıktı.
  • Ofis, modern dünyanın simgelerinden biriydi. Çıktığı andan itibaren tüm çağı niteleyen bir görünüm kazandı.19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bu yeni tip bina biçimi Amerika ile özdeşleşti. Muhtelif ofislerin yer aldığı bir bina tipini; yani gökdelenleri zorunlu kıldı. Metropole yeni bir üçlü birlik hâkim oldu: Finans, sigorta, reklamcılık. Çağın ve kentin değişmezlerinden biri kuşkusuz reklamdı. Bu gelişimin en hızlı yaşandığı yer ise Amerika’ydı. Bu nedenle ulusal ve uluslararası ölçekli birçok kurum ve örgütün merkezi doğal olarak New York’tu.
  • Herbert Spencer (ö. 1903), sanayinin barışa hizmet edeceğini düşünüyordu. Ancak 19. yüzyılın sonunda sanayinin, tam tersi bir şeye hizmet ettiği anlaşıldı. Sanayi, toplu üretim ve mekanikleşme olanaklarını savaşın hizmetine sunarak onun hem büyüklüğünü hem de yıkıcılığını artırdı. Asker bir kez daha kentin merkezinde boy göstermeye başladı ve onunla birlikte, hayatın sanayi kentinin cansız ortamında soluklaşan renkleri muhafızlarla zırhlı süvarilerin parlak üniformalarıyla tekrar metropole akın etti.
  • Aşırı güç yoğunlaşması uygarlaşma döngüsünün parçalanma ve çöküş anlamına mı geldiği uzmanlar arsında hala tartışıladursun, 20. Yüzyıl iki dünya savaşı geçirdi ve en hafif tahminle 60.000.000 insanın yaşamına son verdi. Böyle bir uygarlıktan istikrar beklenemediği gibi daha iyi bir dünya beklentisi de boşa çıktı. Aslında bu olgu uygarlaşmanın yayılma ve çözülme döngüsünün nedenlerinden biri olarak onun doğasında gizliydi. Tarihi veriler de bunu doğruluyordu. Roma düşük düzeyde de olsa önce büyümüş sonra çökmüş ve tekrar yükselmişti.
  • Hitler (ö. 1945), Stalin (ö. 1953) ve Mussolini (ö. 1945) gibi öldükten sonra tapınılması için firavun gibi mumyalanan totaliter yöneticiler tekrar ortaya çıktı. Bu totaliter yöneticilerin baskı ve terör yöntemleri acımasızlık bakımından antikçağ yöneticilerinin yaptıkları kol emeğinden özgürleşmek yeni tür bir köleliğin ortaya çıkmasına neden oldu. Antik dünyanın canavar tanrılarının hepsi insanlığın toptan kurban edilmesini talep ederek, devleştikçe devleşti. Savaş, kentin her zaman yıkımlara neden olan “ölümcül genler”den biri olsa da şimdiye kadar insan uygarlığını yerle bir edecek boyuta ulaşmadı. Bu dönem artık sona erdi. Eğer uygarlık savaşı açık bir olasılık hali olmaktan çıkarmazsa nükleer bir felaket beklentisi çok yükseldi.
  • Modern dönem kentlerinin kabuslarından biri nükleer savaş çıkma olasılığıydı. 20. yüzyılda bazı kentler büyük felaketler yaşadı. 1939’da Varşova’nın büyük bölümü, 1940’ta Rotterdam’ın merkezi yerle bir oldu. Sonraki beş yıl içinde de daha büyük kent katliamları yaşandı. Londra’dan Tokyo’ya, Hamburg’dan Berlin’e kadar birçok kent, fiziksel yok oluşun eşiğine geldi. Halk kitleler halinde yok edildi. Hiroşima ve Nagazaki gibi kentler haritadan silindi.
  • Hülasa, kent sevginin bir organı olmalıydı. Kentin son görevi, insanın kozmik ve tarihsel süreçlere bilinçli katılımını artırmaktı. Zira kentler ilk olarak tanrının evi biçiminde ortaya çıktı. Kutsal değerlerin temsil edildiği bir yerdi kent. Simgeler değişse de onların ardındaki gerçeklikler hiç değişmedi. Kentin beslediği dinsel perspektifler olmadan insanın yaşama ve öğrenme kapasitesinin küçük bir kısmı bile muhtemelen gelişemezdi. Antik kentin ortaya çıkışını sağlamış olan kutsallık, güç ve kişilik karışımı günümüzün ideolojisi ve kültürüne uygun olarak yeniden ele alınıp yeni kentsel, bölgesel ve küresel kalıplara dökülmezse kentin felaha ermesi mümkün olmayacaktır. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...