Ana içeriğe atla

Ortaçağ Kentleri

Tarihçiler, kavimler göçü (375) ve Batı Roma'nın yıkılmasını (476) Orta çağın başlangıcı olarak görme eğilimindedirler. Dolayısıyla MS. 500 ile 1500 arasındaki bin yıllık süreci esas alırlar. Ancak kentin tarihi gelişimi söz konusu olduğunda bu tarih esas alınamaz, çok daha gerilere gider. Özellikle Antik Yunan sonrası Helenistik dönemin hemen ardından başlatılır. Bizim ele adlığımız dörtlü tasnifte; antikçağ, orta çağ, yeniçağ ve modern çağ kentleri sıralamasında miladi takvimin biraz daha öncesinden başlatıp yaklaşık bin beş yüz senelik evre esas alınacaktır.

Bu yüzden Antik dönem kentlerini konuşmak nasıl ki Antik Yunan’ı konuşmaksa, Orta çağ kentini konuşmak da büyük ölçüde Roma kentini konuşmak demektir. Roma İmparatorluğunun hinterlandı dikkate alındığında kentin gelişimi dünyanın diğer yerlerinden çok daha büyük oldu. Bu nedenle orta çağ kentleri, diğer tüm uygar toplumlarda değil daha çok Batı’daki gelişimiyle takip edilecektir. Ayrıca Roma İmparatorluğunun Helenistik dönemin ardından Hristiyanlığı ilk kez benimsemesiyle özellikle başlangıçta kilise ve manastırların kente ilişkin katkıları büyük olmuştur.

Her ne kadar doğu ve batı toplumları tarihte daha önce ve daha sonra hiçbir zaman bu çağda olduğu kadar birbirine benzememişse de dini düşüncenin ve uygar düşüncenin orta çağdaki doruk noktasının İslam uygarlığı olduğuna hiçbir şüphe yoktur. Özellikle 9. ve 10. Yüzyıllarının İslam medeniyetinin altın çağı olduğu dikkate alındığında Bağdat, Basra, Kufe, Fustat ve Kayrevan gibi kurucu şehirlerin başarısı mimari ve yapısal özellikler sergilemesinden dolayı değil daha çok kozmopolit olmaları nedeniyledir. Bunun için de kentin gelişim tarihinde çok fazla yer tutmaz. Bunun da başlıca nedenlerinden biri İslam dünyasında Farabi (ö. 950) ve İbn Haldun (ö. 1406) dışında kent üzerine yazan, konuşan ve düşünen yetkin isimlere pek rastlanmamasıdır. Henri Pirenne (ö. 1935)’nin “Akdeniz’in İslamiyet tarafından kapatılması…”nı (Ortaçağ Kentleri, s. 27) gerekçe göstererek bunun Batı kent tarihini olumsuz etkilediğini iddia etmesine pek de şaşmamak gerekir.

Burada Endülüs Kurtub’ası ve İtalya Sicilya’sı gibi kentlere ayrı bir parantez açmak gerekir. Özellikle Orta çağın sonlarına doğru yükselen Endülüs kentleri, Batılılarca yeniden ele geçirildikten sonra çok fazla bir değişime uğramamış ve yapılara dokunulmamış olmasına bakılırsa önemli bir gelişmişlik yakalamışlardı. Endülüs’ün Avrupa’nın bir parçası olduğundan hareketle, burada görülen Doğu etkileri Güney İtalya bölgesini de kısmen etkilemiştir. Ancak özellikle Kurtuba’nın saray mimarisine olan katkıları bir yana buradaki başarı da en temelde kozmopolitlik üzerindendir.

Persler, büyük bir imparatorluğa sahipti ancak onlar da hiçbir zaman Roma kentleri ile kıyas kabul edilecek durumda olmadı. İran’ın simge şehirlerinden persapolis adı bile Yunanca persia ve police kelimelerinin bir araya getirilmesinden oluşmuştu. İslam’ın ortaya çıkışına yakın bölgenin en önemli kentlerinden biri sayılan ve adını Sasani İmparatoru Şapur’dan alan Cundişapur tam bir gelişmiş Orta çağ kenti olmakla birlikte aslında İslam kentlerindeki benzer durum burada da söz konusuydu; kent, mimari yapısından çok kozmopolit bir kent olmasıyla temayüz etmişti. Ayrıca Cundişapur’un inşasında Yunan mimarlar ve ustalarının çalışmaları ve çizdikleri tasarımlar etkili olmuştu.

Orta çağ kentlerinin genel özelliklerin bakıldığında ilk göze çarpan ticaretti. Oysa ticaret daha önce de önemliydi ama bu çağdaki kadar tüm kentleri domine etmedi. Orta çağ toplumu ekonomik ve siyasal kurumlarıyla feodal bir toplumdu. Dolayısıyla feodalite, kent yaşamının neredeyse tamamen durduğu, merkezi iktidarın yok olduğu, toplumsal, siyasi karışıklıkların fazlalaştığı ve hiyerarşik düzen ve bir kültür ve dünya görüşü yaratma çabasındaki farklılıkları ile ortaya çıktı.

Ticaretin canlanışı kısa sürede kentlerin niteliğini değiştirdi. Kentler zaman içinde, tüccarların ve ticari eşyanın konaklama ve geçiş yerleri oldu. Böylece dinsel kentler ve feodal kentlerin yakınında ticari toplanma yerleri ortaya çıktı. 10. ve 11. yüzyıllarda bu yerleşmeler, birer transit geçiş noktası ve liman özelliği kazandılar. Orta çağın sonlarına doğru büyük uluslararası ticaret, Cenova, Pisa, Venedik gibi birkaç deniz kenti etrafında İtalya’da merkezileşti. Buralarda özellikle Yahudilerin deniz ticaretine katılmaları çok etkileyici oldu.

Orta çağın sonlarına doğru, ticaretin gelişmesi ile kent kavramı da değişerek ticaretin canlı olduğu yerler “kent” olarak adlandırılmaya başlanarak kentsoylu anlamına gelen “burgenses” (burjuva) terimi bu dönemde ortaya çıktı. Tüccarlığın gelişmesi aynı zamanda bir orta sınıfı ortaya çıkardı. Orta sınıfın giderek güçlenip, soylu sınıfın güç kaybetmesine neden olunca Kilise de orta sınıfın gelişmesine karşı bir savaş vermek zorunda kalmıştır.

Okuma ve yazma, ticaret için vazgeçilmez olduğundan antik dönemde yalnızca din adamları sınıfının üyelerine özgü bir ayrıcalık olmaktan çıkmış Orta çağ boyunca tüccarlar, bu okullara soylulardan çok daha önce gitmeye başlamışlardı; çünkü soylular için yalnızca düşünce lüksü olan şey, onlar için günlük bir gereksinimdi. Henri Pirenne, “Hiçbir uygarlıkta, kent yaşamı, ticaret ve teknolojiden bağımsız olarak gelişmemiştir. Ne antik çağda ne de modern zamanlarda bu kuralın dışında kalan bir durum olmamıştır. Ancak Orta Çağ kentleri, bambaşka bir görünüm ortaya koyarlar” demektedir. (Ortaçağ Kentleri, s. 103).

Eski çağ ile Orta çağ kentlerinin simgeleri büyük oranda değişti. Antik Yunan kentini nasıl ki tiyatro simgeliyorduysa, Orta çağ kentini, yani Roma’yı da amfitiyatro simgeliyordu. Gladyatör dövüşlerinin yapıldığı amfitiyatrolar işlevsel ve biçimsel olarak tiyatrolardan farklıydı. Tiyatrolar yarım daire şeklinde iken amfitiyatrolar tam daire ya da elips biçimindeydi. Bu nedenle kent nüfusunun çok büyük bir bölümünü alabiliyordu. Orta çağ kentinin ayırt edici dışsal özelliklerinden biri de özellikle Hristiyanlığın Roma’nın resmi dini olmasıyla birlikte tüm kentlerde ortaya çıkan kilise ve manastırlardı. Aziz Augustinus (MS. 430) tarafından teorize edilen “gökyüzü kenti” ya da “tanrısal kent” kent bilincini tamamen dini içerikli bir forma dönüştürdü.

Nasıl ki Antik Yunanda Sokrates (MÖ. 399), Platon (MÖ. 347), Aristotales (MÖ. 322) gibi kent üzerine konuşan, yazan ve düşünen filozoflar varsa bu dönemin muadil isimleri de Cicero (MÖ. 43), Seneca (MS. 65) Aziz Augustinus ve İslam dünyasında ise Farabi ile İbn Haldun'du. Cicero Roma’nın cumhuriyet olduğu dönemin Seneca ise imparatorluğun filozofuydu. İkisinin de avukat olması tesadüf değildi.  Antik dönem kentlerinin kuramsal simge isimleri olan Hippodamos (MÖ. 408), Hipokrat (MÖ. 370)’ın karşılığı olarak Orta çağ dönemi kentlerinin simge isimleri ise erken dönemde Vitrivyus (MÖ. 15) geç dönemde ise Leone Battista Alberti (ö. 1472)’ydi. Ne yazık ki bu son iki ismin karşısına İslam dünyasında koyacak birini bulmak zordur.

Bu genel girişten sonra, Orta çağ kentleri üzerinde dilimize de çevrilmiş ayrıntılı iki önemli isim ve esere özellikle atıf yaparak orta çağ kentlerinin genel özelliklerine geçebiliriz: Bu isimlerden biri Henri Pirenne diğeri ise özellikle Fernand Braudel (ö. 1985)’dir. Her ikisi de dilimize çevrilen eserler, bu döneme ilişkin oldukça ayrıntılı bilgiler vermektedir. Gerçi Braudel’in Akdeniz Dünyası her ne kadar Ortaçağ’ın sonu ve Yeniçağın başlangıç dönemini ele alsa da Akdeniz söz konusu olduğunda coğrafyacı ve tarihçi kimliğiyle Ortaçağa dair söyledikleri yine de çok değerlidir.

  • Fenikeliler, Yunanlılar ve son olarak Romalılar aracılığıyla Batı Avrupa her zaman Doğu’nun kültür damgasını taşıdı ve bu kural kentin gelişiminde de değişmedi. 
  • Roma İmparatorluğunun kurduğu düzen Doğu toplumlarının zenginliklerinin Batı'ya aktarılması ile bir imparatorluk dengesi sağladı. Bunun sonucunda kenti denetleyerek el koyduğu üretim fazlalığına dayanarak gelişmesini daha da büyüttü.
  • Helenistik dönemin kenti zenginleşip, eski doğu despotluklarında olduğu gibi altyapı tesisleri ve görkemli anıtlarla donanırken, İskender'den başlayarak Helenistik krallar da yine bu despotizmlerde olduğu gibi tanrılar arasına yerleşti. Uyruklarından kendilerini yere kapanarak selamlamalarını istiyorlardı.
  • İtalya'da, antik Yunan tarihi tekrarlandı. Hiçbir yönetici, tek başına İtalya'yı birleştirecek güce ulaşamadı ve güçlü bir bölge iktidarı olmadığı için de kent devletleri yeniden hayat buldu. Germen imparatorları, Normanlar, Fransa, İspanya ve daha sonraları Hristiyanlar ve Müslümanlar hepsi İtalya'nın tamamını almak istiyordu. Hiçbiri başaramadı, hiçbir merkezi güç hüküm süremediği için de kentler kendi kendilerinin efendisi oldular. Venedik, sonunda bir dünya gücü haline geldi ve ağırlığını 11. Yüzyıla kadar korudu. Napoli, Bologna, Parma, Piacenza ve Ostia, cumhuriyetin ilk kurulan kentlerindendi; onları miladi birinci yüzyılda kurulan Como, Pavia, Verona ve Floransa izledi.
  • İki Roma arasındaki bölünme Doğu Avrupa'yı Batı'dan ayırdı. Bunlardan ilki Bizans İmparatorluğu adı altında varlığını sürdürdü ve çok geçmeden statik bir yapıya oturdu. Bünyesindeki kentler öncelikle, ileri düzeyde merkezileşmiş bir otokrasiye bağlı birer idari merkez durumuna geldiler; yurttaşlar tebaaya indirgenirken, kentlerin kendisi de derin bir uykuya daldı ve pek çoğu hiçbir zaman uyanamadı. Uluslararası ticaretle öne çıkan Konstantinopolis dışındaki kentler sonraları pörsümeye başladı.
  • Akdeniz’in İslam uygarlığı tarafından domine edilmesiyle ve özellikle dokuzuncu yüzyıl boyunca Korsika, Palermo, Sicilya, Sardinya ve Kıbrıs’ın Müslümanların kontrolüne geçmesiyle Orta çağ Avrupa’sının kaderi de kentleri de büyük ölçüde değişti. İslam ortaya çıkmasaydı bir Frank İmparatorluğu belki de olmayacaktı.
  • Almanya'da uzun süre merkezi bir iktidar gelişemedi ama bölgesel yöneticiler küçük prenslikler kurmayı başardı. Bazı kentler büyük ölçüde bağımsızlık kazanıp en azından yarı hükümran kent devleti denebilecek bir statüye eriştiler.
  • Birbirine hiç benzemeyen Orta çağ Batı kentlerinin belki de tek ortak özelliği bizzat kentlileriydi, yani yurttaşlarıydı. Bu yurttaşlar ne serf ne köleydiler, nüfusun büyük çoğunluğunun şöyle ya da böyle bir esaret altında yaşadığı bir dünyada ender rastlanır bir durumdu bu.
  • Romalı şehir planlayıcıları başından beri üç şeye önem veriyorlardı: sokaklara kaldırım taşı döşenmesi, su taşınması ve kanalizasyon. Bir dönem tuvalet sorunu oldukça ciddi boyutlara ulaştı. Nüfusun büyük bir çoğunluğu gündüzleri hacetlerini küçük bir ücret karşılığında yakınlarındaki umumi tuvalette görse de tuvaleti olmayan çok ev vardı. Öyle ki bazı yerlerde özel kavanozlarda biriktirilen idrar, kumaş yapımında çırpıcılar tarafından kullanıldı.
  • Tifo, tifüs ve kolera ve sıtma'nın yaygın oluşu Roma’yı ve çevresini bir süre sonra dünyanın en sağlıksız yeri haline getirdi. Coğrafyacı Strabon (MS. 24), Yunanlılar kentlerini planlarken güzelliğe ve savunmaya, limanlara ve verimli toprağa ağırlık verirken Romalıların caddelerin kaplaması, su kaynakları ve lağımlar konusunda titiz davrandıklarını söylüyordu. Ancak Lewis Mumfort (ö. 1990) onun aksine Roma’nın lağımlarından başlamak gerektiğini söylerken sorunun çok ciddi boyutlarda olduğuna dikkat çekiyor ve tarih vererek Roma’nın MÖ. 23, MS. 65, 79, 162’lerde veba salgınları ile kırıldığını dile getiriyordu. (Kent, s. 276).
  • İmparatorluğun iktidarı altında, belki de kentlerin kurulmasından beri ilk defa Batılı insanoğlu, yasa ve düzenin her yerde hüküm sürdüğü, yurttaşlığın her anlamda insanlığın ortak mirası olduğu, tamamıyla açık bir dünyada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu gördü.
  • Roma kentleri dikdörtgen biçiminde inşa edildi. Dikdörtgen bir çerçeve içinde yapılan dama tahtası düzenlemesi, kemerli yürüyüş yolları, forum, tiyatro, banyolar, umumi tuvaletler aşırı masraflı ve süslü, ama standart donanımlıydı. Romalılar Helenistik dönemin kentlerini revize ederek dikdörtgen biçimindeki kentin sınırlarını saptayıp onu daha da geliştirdiler. Dikdörtgen plan da ısrar edilmesi boşuna değildi; zira o kozmik yasayı simgeliyordu.
  • Suriye ve daha uzak kentlere, imparatorluğun son günlerinde nüfus ve toplumsal karmaşıklık acısından Roma’yla yarışan kentler vardı. İskenderun, Antakya ve Efes’te olup bitenlerin Batı Avrupa’daki kent planlaması sürecine etkisi oldu. İskenderun ve Antakya Orta çağ kentlerinin yıldızıydı. Yunanlı hatip Libanius (MS. 393)’un betimlediği üzere, Antakya’da yirmi beş kilometre uzunluğunda sütun dizili caddeler ve bu caddeler boyunca uzanan özel konutlar ve kamu binaları vardı. Antakya, imparatorluğun en şaşaalı dönemlerinde bile Roma’dan farklıydı. Zira orada caddeleri geceleri zifiri karanlık olan ve geceleri ancak canını tehlikeye atmak pahasına dışarı çıkılabilirdi. Bu farklılığı yaratan sokak aydınlatmasıydı. (R. Cribiore, The School of Libanius.., s. 28). Benzer bir durum Efes’te de vardı: Arcadius Caddesi “Vahşi Yabandomuzu Anıtı’na kadar” elli lambayla aydınlatılırdı.
                        Antakya şehir surları
  • Roma’nın gerek kent sağlığına gerekse kent biçimine yaptığı en karakteristik katkı belki de hamamdı. Büyük hamamların tarihi aynı zamanda Roma’nın tarihiydi. Hamam, içinde terli çiftçilerin temizlendikleri üstü kapalı bir havuzdu. Seneca, güneş banyosunun ve tene özen göstermenin henüz moda olmadığı o donemi özlemle anar. Miladi birinci yüzyılda bedava hamamlar insanların hizmetine sunuldu. Bu dönemde ekmek ve sirkte bedavaydı. Bu hamamlar, bitişiklerinde egzersiz yapmak isteyenler için jimnastik salonları ve oyun alanları, hatta düşünmeyi veya tembellik etmeyi sevenler için kütüphaneler bulunan, birbiriyle bağlantılı büyük odalardı.  Hamamla Roma’nın cinsel hayatı arasında da ilişki vardı. Orta çağda İngiltere’de hamamlar için kullanılan stew sözcüğünün zamanla genelev anlamında kullanılması bu nedenleydi.
  • Roma’da senenin neredeyse dörtte biri tatildi. 159 gün kamu tatili olarak belirlenmişti ve bu rakam ilerleyen dönemlerde 175’e hatta 200’lere kadar çıkmıştı. Bu sürenin içinde de yaklaşık 90 gün, masrafı kamu tarafından karşılanan oyunlara ayrıldı. Oyunları sahnelemek için muazzam paralar harcanıyordu.
  • Orta çağ evlerinin pencereleri küçüktü, soğuk havadan korunmak için de pencere kanadı vardı; sonra yağlı kumaştan, derken kâğıt kaplı ve nihayet camdan pencereler çıktı. Isıtma tertibatı istikrarlı bir gelişim gösterdi. Bunun bir nedeni de kuzeyde insan enerjisinde ki yoğunlaşmaydı. Kızılderili çadırındaki ısıtma tertibatından pek farklı olmayan taş zeminin ortasındaki açık ocağın yerini şömine ve baca aldı.
  • Kent tam bir gösteri ve şov alanıydı. Sirk, on binlerce Romalının gösterileri seyretmek için toplandığı, gösteriler sabah başladığı için kiminin bütün bir gününü geçirdiği, üstü açık, kenarları kapalı bir yerdi. Burası, Roma mühendisliğinin ustalıkta belki de doruğa ulaştığı yerdi. Yunan tarzındaki eski dram sanatı yerini gösterişli efektlere dayalı bir opera biçimine bıraktı, opera da pandomime dönüştü.
  • Eski dinsel kanlı kurban törenleri arenada yeni bir dünyevi biçim kazandı. Keskin heyecanlar arayan Romalılar araba yarışlarını, yapay bir gölde düzenlenen görkemli deniz savaşlarını, striptizlerin ve şehvetli cinsel eylemlerin halkın gözü önünde ifa edildiği gösteriler gladyatör dövüşleri ile doruğa çıktı.
  • Helen kentini unutulmaz kılan karakteristik kurumlardan gymnasion ve tiyatro nihai olarak dinsel bir kaynaktan, cenaze oyunlarından, bahar ve hasat ritüellerinden türemişti. Oysa dinsel yanı ağır basan, insanda acıma ve üzüntü hissi uyandıran trajik ölüm Roma’da, acımanın kırıntısının dahi olmadığı, sınırsız terör kusan kitle cinayetlerine dönüştü.
  • Roma kentini ayrıcalıklı kılan en önemli şey, gladyatör gösterileriydi. Romalılar, ölümcül müsabakaları, önceleri muhtemelen eğlenceden çok ibret olmak amacıyla, suçluların halkın önünde cezalandırılmasının popüler bir aracı olarak bu oyunlara daha faydacı bir özellik kazandırdılar. Ancak çok geçmeden, mahkûmun cezalandırılması seyircinin eğlencesi haline dönüştü. Bu gösterilerde yüzlerce insan, fil ve manda gibi büyük hayvanlar da dahil her gün beş bin hayvan katlediliyordu. Daha sonra suçluların hayvanlara atılması yasaklandı. Zaten yakın tarihlerde klasik dünyanın eski ışıltılı oyunları olan Olimpiyat oyunları 394’te son buldu.
  • Romalılar için gösteriden mahrum bir yaşam mutluluktan mahrum kalmak demekti. Genç Neron (MS. 68)’un öğretmeni ve arkadaşı Seneca (MS. 65), gladyatör oyunlarına gitmenin ruhuna ıstırap verdiğini söylüyordu, ama yine de gidiyordu. Marcus Aurelius (MS. 180) bile halkın şimşeklerini üzerine çekmekten korktuğu için gösterilere düzenli olarak gitme alışkanlığını terk etmedi.
  • Roma imparatorluğunun birleştirici ve koruyucu gücü ortadan kalkınca Batı kentlerinin talihi de değişti. Bir anlamda imparatorluğun sonu kentlerin de sonu oldu. Barbar kavimlerin saldırıları ve istilası kentleri tahrip etti. Kentleri besleyen kırsal alanların ve ticaret yollarının güvenliği kalmadı. Nüfus bir yandan salgın hastalıklar nedeniyle azalırken diğer yandan daha güvenli yerlere göç etti. İmparatorluğun ortadan kalkmasıyla birlikte onun birleştirici gücünü kilise yüklendi.
  • Hıristiyanlık uzun bir süre bir yeraltı hareketi olarak sürdü, Önceleri yıkıcı bir faaliyet olarak sayıldı. Roma’nın düşmesine yakın bir zamanda Hristiyanların uğradıkları büyük takibatlar, zulüm ve katliamlar onları Roma’nın tepelerini bal peteği gibi delik deşik eden mağaralarda yeni bir hayat kurmaya sevk etti. Buralarda kendi mensuplarına defin törenleri düzenlemekle kalmadılar, yeraltı şapelleri ve sunaklarının yanında yeraltı mezarları da yaptılar.
  • Hıristiyan yaşam biçimi ve anlayışı, kentte önceki uygarlıklarda benzeri görülmedik kurumlar getirdi. Heykelleri, ikonları ve resimleriyle katedral, kilise, manastır, hastane, imarethane ve okulların boy gösterdiği çok zengin bir doku meydana geldi.
  • Mumfort, insanların orta çağ kentinde sıradan bir gününü şöyle betimliyordu: “horozların ötüşüyle, saçak altlarına yuva yapmış kuşların cıvıltılarıyla veya kentin eteklerinden birindeki manastır saatinin gonguyla, belki de, yeni bir çalışma gününü veya pazarın açılışını ilan eden pazar meydanındaki yeni çan kulesinden yükselen çan sesleriyle güne merhaba derdi.” (Kent, s.365).
  • Manastır'ın kente katkısı çok büyüktü. Manastır dış dünyadan uzak, aşılması zor engeller arkasında kurulan bir tür ütopya kentiydi. Disiplin, dakiklik, düzen gibi ilkeler bu manastırlarda uygulanıp, geliştirilerek diğer kentlere taşındı. Manastır aslında yeni tür bir polis’ti: Bir birlikti veya daha çok, benzer fikirlere sahip insanların, Tanrıya hizmet etmeyi amaçlayan bir Hıristiyan hayatı yaşamak amacıyla bir arada bulunmalarını hedefleyen yakın bir kardeşlikti.
  • Hıristiyanlar, Roma paganlarının kaçındığı ne varsa seve seve yapıyorlardı. Hastayı ziyaret ediyor, dul ve yetimi rahat ettiriyor, açlık, hastalık ve sefalet rezaletini, bu durumları dostluk ve sevgi için bir fırsata dönüştürüyorlardı. Bu içsel dönüşümler kentlere damgasını vurdu.
  • Kilise bir mahalle merkeziydi, gündelik toplum hayatının yoğunlaştığı yerdi; hiçbir mahalle kiliseye sahip olamayacak kadar yoksul değildi. Orta çağın sonlarına doğru kilise sayısı o kadar çoğaldı ki İngiltere’de nerdeyse her yüz aileye bir kilise düşüyordu.
  • Piskoposların sunduğu koruma feodal kontlarınkiyle çekişirken, kilisenin toprak sahibi olarak ekonomik gücünün satın alımlarla ve dindarların bıraktığı miraslarla artması, onu kralların bile saygı göstermesini gerektiren bir konuma getirdi. Piskopos böylece eski kent valisi görevinin bütün sorumluluğunu üstlendi.
  • Hıristiyanlığın kente yaptığı katkılardan biri de hastanelerdi. Yabancı yerlerden kente giren ve çıkan insanların içinde tutulduğu karantinaların tesisi, orta çağ tıbbının en önemli buluşlarından biriydi. 13. Yüzyıla gelindiğinde 90.000 kişinin yaşadığı Floransa’da binden fazla yatak kapasiteli otuz hastane vardı.
  • Hastane ve tecrit koğuşlarının ortaya çıkmasında manastırın doğrudan katkısı vardı; bu yapılardan, sağlıklı olanlara gecelik dinlenme ve yemek sunan yerler türedi. Otel ve hanların olmadığı uzun yıllar boyu, manastır misafirhaneleri bedava hizmet verdi.
  • Orta çağın sonlarına doğru yaşlıların bakımı için kurulan kurumlar kentlerde yaygınlaştı. İmarethaneler, yoksul ve düşkünlere bakmak Hıristiyan hayırseverliği anlayışında zorunluydu. Özellikle Cizvitler sayesinde tımarhane ilk kez kente girdi.
  • Yeni çağın kenti olan metropol özel bir biçim ve form olarak müzeyi keşfedene kadar Orta çağ kenti bir müze olarak hizmet gördü. Kütüphaneler hızla yayıldı. Roma ve Atina’nın yanında Antakya, Efes, Bergama kütüphaneleri dönemin merkezleri oldu. Ancak Asıl devrim İskenderiye’de oldu. İskenderiye kütüphanesi sadece zengin kitaplığı ile değil bilim adamlarının yatıp kalktıkları bir bilim merkezine dönüştü.
             İtalya Sardunya Adası
  • Şehirlerin özgürleşmesi ekonomik hayatın etkili bir şekilde düzenlenmesine doğru atılan bir adımdı: Trampa’nın yerini parayla mübadele, hayat boyu hizmetin yerini parça başı iş veya mevsimlik işçilik aldı. Kısaca statüden sözleşmeye doğru yavaşta olsa bir gelişim yaşandı.
  • Ticaretin gelişmesi deniz ve dolayısıyla liman kentler sayesinde daha da büyüdü. İngilizcede liman anlamına gelen port kelimesinin orijinali, kent kapısı anlamına gelen portal kelimesinden türemişti; mukim tüccarlara bir zamanlar porter adı veriliyordu. Bu ad zamanla onlara işlerinde kol gücüyle yardımcı olan kişilere verilir oldu. Kentin ana kapısı tüccarın ya da sıradan bir yolcunun ilk karşılaştığı yerdi.
  • Ticaretin canlanması, genellikle uygarlaşma faaliyetlerinin doğrudan nedeni olarak görüldü. Ancak ticaret için yol ve güzergâh düzeneği olmazsa olmazlardandı. Braudel, kent, ticaret ve ticaret yolları arasındaki ilişkiye ısrarla vurgu yapıyordu. Yol ve kent düzenini Akdeniz’in en mükemmel şeyi olarak nitelerken niçin burada olan karayolları ve deniz yolları ağının başka coğrafyalarda böylesine dinamik bir kentsel ağın bulunmamasıyla açıklıyordu: “Onun kıyısına yanaşanlar, savaş bulutlan, modalar, teknikler, salgınlar, hafif veya ağır, değerli veya adi malzemeler, her şey onun kanlı-canlı hayatının akımı içine alınabilir, uzağa taşınabilir, yeniden harekete geçirilir, nihayetsiz olarak taşınır, hatta sınırlarının dışına atılabilir. Yollar olmasaydı böyle mi olurdu?” (Akdeniz, 1/182).
  • Para ekonomisine geçişle kırsal toprağın kentsel toprağa dönüşümü daha kolay hale geldi. Uzun mesafe ticaretin canlanması ile kapalı ekonomiden çıkış süreci başladı. Ticaretin gelişmesi ile üretim sürecinde çözülmeler meydana geldi. Üretim ticaretten ayrıldı. Uzmanlaşş bir ‘tüccar’ sınıfı doğdu. Güvenlik ve istikrar ortamına bağlı olarak kentler arası ticaret gelişti.  Şehirlerarası uzmanlaşma ticaret burjuvazisini ortaya çıkardı.
  • Aslında İslam fetihlerinin Akdeniz'i kapatmasıyla ticaret ve para ekonomisi büyük yara aldı, bu, kentlere de yansıdı. Ticaretin ortadan kalkmasıyla kilise'nin 9. yüzyıldan itibaren kent hayatındaki etkisi daha da arttı. Tarımsal temele dayanan devletin kentlerle ilgilenmesi için bir neden kalmadığından, ortaya tam anlamıyla "piskoposluk kentleri" çıktı.
  • İslam’ın yükselişi, Akdeniz'i çevreleyen bölgelerde bir başka bölünme daha yarattı. İslam kentleri bir süre sonra ticari üstünlüğü kaybetmesiyle İslam dünyasının öne çıkan kentleri de önemini yitirdi. Bu kentlerde yaşayanların ticari fırsatları Bizans kentlerindeki kadar bile olamadı, zira Yakın Doğu'da ticaret büyük ölçüde Yunanlı, Ermeni ve Yahudilerin elindeydi, onlar da topluluğun idari işlerine karışmıyordu.
  • Feodal beyler toprakları üzerinde yasayan halkı saldırılardan korumak üzere 9. Yüzyılda “kale kentler” kurdu. Sur dışında, kale kapısı önünde düzenli olarak pazar yerleri kuruldu ve tüccarlar giderek bu alanlara yerleşti. Bu yerleşmeler giderek surlar ile çevrilerek kent içine alındı. İlk kez tüccar ve zanaatkarlara kente yerleşmek koşulu ile özgürlük hakkı verildi.
  • Önemli bir kentte bir ev inşa etmesi şartıyla kente yeni gelen kişilerden vergi alınmazdı. Konutlaşmayı teşvik etmek amacıyla kişi vergiden muaf tutulurdu. Toprağın kendisi de bir ticari meta, yani diğer mallar gibi alınıp satılabilen bir nesne haline geldikten sonra tüzel bir kurum olarak orta çağ kenti zayıfladı. Daha geç tarihlerde birçok kentte devlet görevlisinin maaşı alabalıkla ödeniyordu.
  • Orta çağın önemli figürlerinden biri olan loncalar, üretimi niceliksel ve niteliksel olarak denetlemeye başladılar. Kent içi sosyal dayanışmayı sağladılar. Usta-çırak ilişkisi bugünün işçi-işveren ilişkisi gibi kurumsallaştı. Loncalar tarım dışı üretimde uzmanlaşmayı sağladılarsa da iş bölümü hala tek kişinin uhdesindeydi. Ticari loncalar daima bir dini renk taşıdı. Loncalar, öldükten sonra uygun bir cenaze töreniyle gömülmelerini sağlayan, bir azizin himayesindeki dini bir kardeşlik cemiyetiydi. 
  • Orta çağ kültürünün simge kurumlarından biri de üniversite’ydi.. Üniversitenin tohumları Platon’un akademisinde ve İskenderiye Kütüphane/okulunda ya da Roma belediyelerinin ders sistemlerinde vardı. Fakat bilgi peşinde koşma, sürekliliği tek başına hiçbir rahip, bilgin veya metin grubuna bağlı olmayan kalıcı bir yapı düzeyine üniversitede yükseldi. Bilginin sistemi, bilinen şeyden daha önemliydi. Üniversite, seküler bir işlev olarak ve kendi başına kentin zorunlu faaliyetlerinden birini açığa vurdu: bu, hocayla öğrencinin doğrudan ilişkisi üzerinden kültür mirasının eleştirel olarak yeniden değerlendirilmesi ve yenilenmesiydi. Üniversite ilk olarak Bologna’da onu takiben Paris’te, Oxford’da, Cambridge’de ve Salamanca’da açıldı.
  • Hristiyanlığın Batı kentlerine hâkim olmasından sonra antik dönem Mezopotamya’da olan her kentin bir tanrısı anlayışı, her kentin bir Aziz’ine dönüştü.
  • Kentin yerini belirlerken savunma önemli bir faktör haline geldi. Buna ilave olarak verimli topraklar ve ticaret merkezlerine yakınlık da belirleyici oldu.
  • Orta çağ kentini biçimlendiren koşullar coğrafyaya göre değişkenlik gösterse de büyük oranda doğal koşullar, gelenek ve görenekler ve bir de yazılı olmayan kurallar tarafından belirlendi.
  • Helenistik dönemde olduğu gibi görkemli ve anıtsal yapılar Orta çağın sonlarında pek çıkmadı. Bunun nedeni sadece kaynakların kısıtlılığı ve teknolojik yetersizlik olamazdı. Muhtemel nedenlerden biri anıtsallığı mümkün kılacak arkasında politik bir güç olmamasıydı. Diğer bir nedense kilise ve katedrallerin monümental yapılarıyla görünür olmasının istenmesiydi.
  • Orta çağ kentinde ev ve işyeri ayırımı yoktu. Alt katlar dükkân ve atölyeydi üst katlar ise konut. Bu sadece orta seviyede biri için geçerli değildi, aristokratların konakların da bile böyleydi. Ayrıca mekânsal sınıf ayrışması da yoktu. Zengin ile fakir yan yana yaşayabiliyordu.  Mahalleler ise ağırlıklı olarak ya loncalara göre ya da sosyal ve politik farklılıklara göre belirleniyordu.
  • Orta çağ kentlerinin altın yılları 12. Ve 13. Yüzyıllar oldu. Bu dönemde özellikle Batı Avrupa’da önemli gelişmeler yaşandı. Bugünkü kurulan kentlerin pek çoğunun kuruluş dönemi bu dönemdir.
  • Antik dönemde olduğu gibi ortaçağ kenti üzerinde konuşan, yazan ve her şeyden önemlisi düşünen kimseler vardı. Bu isimler arasında, Roma kentinin simge ismi kuşkusuz Vıtruvius’tu. Onunla birlikte Roma kenti daha temiz ve rahat hale geldi. Bu, kentin düzenlenişini daha da değiştirdi. Öyle ki Vitruvius küçük cadde veya geçitlerin bile istenmeyen soğuk rüzgârları ve ‘hastalık taşıyıcı” sıcak havaları engelleyecek şekilde yönlendirilmesini önerdi. Savunmayı kolaylaştırdığı gerekçesiyle surları yuvarlak tasarladı. Bir kent manifestosu sayılabilecek Mimarlık Üzerine On Kitap isimli yapıtında Vitrivyus, şehrin mimarisini üçlü bir tasnifle temellendirdi: Sağlamlık (firinitas), kullanışlılık (vutilitas) ve güzellik (venistas).
  • Orta çağın sonlarına doğru, benzer isimli eseriyle bir başka Romalı Leone Battista Alberti, De Re Aedificatoria (Mimarlık Üzerine) adlı kitabı ve hayli yüksek zekasıyla şehir planlamanın mantığını gösterdi. Alberti, birçok açıdan tipik bir orta çağ kentçisiydi. O da işlevselliğe, işyerlerinin yerleşimine ve dolambaçlı caddelere çok önem verdi. Kendisini gözlemleyenlerin ifade ettiği gibi, “gözlerinin önünde gördüğü şeyleri onaylayışını kaydetmekten başka bir şey” yapmadı.
  • Alberti’den çok önce Cicero Yasalar Üzerine adlı yapıtında, “İtalyan kentlerindeki bütün yerlilerin iki anavatanı” olduğunu söyledi. Bunlardan biri doğal yoldan ve doğumla edinilmişti, diğeri ise yurttaşlıkla. Cicero kentin selameti için inisiyatif de aldı ve siyasete girdi.
  • Aziz Augustinus, ilk kez, eskilerin aklından geçmeyecek bir siteden söz etti: Tanrı Sitesi. Eskiden söz konusu olan tanrının kenti değil, kentlerin tanrılarıydı. Kentten ayrı bir tanrı düşünülemezdi. Oysa şimdi Tanrının kentinden söz ediliyordu. Pagan dünyanın her şeyini reddeden Hıristiyanlar, enkazdan yeni bir yapı inşa etme yolunda ilk adımı Roma’yı başkent yaparken oranın bir nevi göksel kent olarak kurguladılar. Bu yeni tip kentin yurttaşlık bağı ise din adamları ve azizlerdi. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...