Yeniçağ; 1453’te İstanbul’un alınması ile Fransız ihtilalinin (1789-1799) gerçekleştiği 18. yüzyıllar arasındaki yaklaşık üç asırlık dönemi kapsıyor. Dolayısıyla kentin tarihini anlamak için bu çağda neler olduğunu anlamak zorundayız. Yeniçağ’ın 1453’de başlamasına karşın ne yazık ki Osmanlının, 19. Yüzyıldaki İstanbul (Beyoğlu/Pera)’u bir yana bırakılacak olursa, kente ilişkin ciddiye alınabilir bir katkısı olmamıştır. Bu varsayımdan hareketle Yeniçağ Avrupa kentlerinin yükselişine bir temel bulmak zorundayız. Burada karşımıza iki büyük çok önemli gelişme çıkar: Bunlardan biri Amerika kıtasının keşfi, diğeri de İstanbul’un alınmasından biraz önce buradaki Yeni Platoncu akademinin on binlerce el yazmasının Floransa’ya taşınmasıdır. Tıpkı Abbasilerin tercüme hareketleri ile Yunan mirasını alımlamasına benzer bir şekilde bu on binlerce elyazmasının çoğunun Yunanca olduğu düşünülürse Yeniçağla birlikte başlayan reform, rönesans, aydınlanma süreçlerinin niçin Avrupa’yı kasıp kavurduğu da bir nebze olsun anlaşılmış olur.
İslam dünyası bu dönemde sadece Osmanlı’nın sınırlı büyümesi ve gelişmesi ile yetindi. Bizans’ın kent mirasına konan Osmanlılar bir süre ilerlemeye devam ettiyse de kent tarihine büyük bir katkıları olmadığı gibi çağın gelişmelerini de okuyamadılar. Zira Osmanlı, dünyanın ortasında karasal bir bölgeye hükmediyor ve sınırlı bir Akdeniz hakimiyetine sahip bulunuyordu. İmparatorluğun en ihtişamlı dönemi kabul edilen Kanuni dönemi Osmanlısı sadece doğu Avrupa’da; Balkanlar ve Macaristan gibi karasal bölgelerde hakimiyet kurmuştu. Oysa Avrupa bu tarihlerde Okyanuslara açılmıştı. Atlas okyanusundan, Hint okyanusuna dünyanın dört bir yanında sömürgeler kuruyordu. Denizlerin mutlak hâkimi Avrupalılardı.
Bu dönemde özellikle Hollanda,
İspanya, Portekiz ve İngiltere okyanuslara açılmış ve dünyanın dört bir yanında
sömürgeler kurarak kentlerine altın taşıyordu. Osmanlı’nın dışında kalan İslam
dünyası ve doğunun diğer kentleri zaten skalada hiçbir zaman yer almadı. Çok
daha uzak doğunun kentleriyse kendi ölçeklerinde varlığını sürdürse de en
temelde kent, Batı’da gelişim gösterdi. Bir süre sonra bu dört ülkeye Fransa ve
daha başkaları da katıldı. Dikkat edilirse ilk dört devletin hepsi denize
kıyısı olan ülkelerdi. Portekiz Çini sömürgeleştirirken, İspanya Latin Amerika’yı,
Hollanda Afrika’yı, İngiltere, Yeni Zelanda ve Avustralya kıtasını sömürgesi
yaparken hep denizi kullandılar. Yağmalanan toprakların büyüklüğü çok fazlaydı.
Özellikle Latin Amerika’da ne kadar altın ve gümüş getirildiğini hayal etmek
bile mümkün değildi. Paranın dolaşıma girmesinin batı kentlerindeki etkisi
muazzam oldu.
Denizle bağı bulunmayan Almanlar ise bir kara devleti olarak bu dönemde kiliseye karşı açtıkları büyük bir savaşla yüzyıllardır süren kilise otoritesini yerle bir ettiler. Martin Luther (ö. 1546) öncülüğünde başlatılan reform hareketleri kiliseye bir daha belini doğrultamayacağı bir darbe vurdu. Protestanlıkla kilisenin aldığı büyük yara başka bir şeyi daha tetikledi: Tanrı ile insan arasındaki ilişki artık tamamen akıl merkezli olmaya başladı. İnsan akla değer verince ister istemez vahiy ikinci plana itildi. Kitabı Mukaddesin Almancaya tercüme edilmesiyle başlayan süreç Aydınlanma ile birlikte rahip sınıfını tamamen devreden çıkardı. Luther’in açtığı kapıyı bir süre sonra Spinoza (ö. 1677) Tractatus’u yazarak kapattı.
Yeniçağ, aslında Avrupa için antik Yunan’da yaşanan büyük
devrime benzer ikinci büyük bir devrimdi. Yeni çağda yaşanan değişimler
öylesine büyük oldu ki doğada, evrende, toplumda ve insanda değişmeyen hiçbir
şey kalmadı. Her şey Kopernik’in dünya merkezli evren anlayışından
güneş merkezli evren anlayışına geçişle başladı. Dünya artık eskisi gibi
yerinde durmuyordu, dönüyordu. Kentler de bundan nasibini aldı. Birbiri ardına
gelen reform, rönesans, aydınlanma hep bu çağ içinde gerçekleşti.
Önce Reformla başlandı: Luther ve Jean Calvin (ö. 1564), Katolik kilisesine ölümcül
darbeyi vurdu ve ardından Rönesans ile keskin bir kopuşla klasik
mimariden barok mimariye geçildi ve nihayet Aydınlanma ile kutsal kitap
eleştirisi ve din adamlarının vesayetine son verildi.
Kilisenin vesayetinin kırılmasının etkileri kısa sürede büyük gelişmelere neden oldu. Bir yanda yeni kıtalar ve coğrafyalar keşfedilirken diğer yanda bilimsel keşifler dönemi başladı. Matbaanın icadını diğer bilimsel keşifler izledi. Onlarca isim dünyayı değiştirecek ve dönüştürecek büyük keşiflere ve yeniliklere imza attı: Kopernik (ö.1543), Kepler (ö. 1630), Galileo (ö. 1642), Newton (ö. 1727) ile başlayan süreç Bacon (ö 1626), Descartes (ö. 1650), Spinoza ile sürdü. Bu isimler Kilise’nin Aristotales’ini tahtından indirdiler.
Başka bir evlekte, rönesansın önemli isimleri de bu dönemde boy
gösterdi: Leonardo da Vinci (ö. 1519), Rafaello (ö. 1520), Michelangelo (ö. 1564),
Alberth Dürer (ö. 1528), Valesquez (ö. 1660), Rambrandt (ö. 1669) gibi ağırlıklı olarak
resimle uğraşan ancak müzikten astronomiye pek çok bilimde behresi olan sanatkârlar
çıktı. Ardından kalemin gücüyle toplumu bilinçlendiren edebiyatçılar geldi;
Rablais (ö. 1555), Montaigne (ö. 1592), Shakespeare (ö. 1616), Cervantes (ö. 1616)
bunlardan sadece birkaçıydı.
Bu sürece eşlik eden bir başka gelişme
orta çağın sonlarında kurulan üniversitelerin etkisini artırması oldu: Bologna,
Paris, Oxford, Cambridge, Padova, Montpellier üniversiteleri çağın
gelişmelerine paralel olarak kısa sürede ürün vermeye başladılar. Avrupa’da
gelişen bilimsel keşifler hep buralarda oldu. Bu üniversitelerin ağırlıklı
olarak tıp ve anatomi üzerinde çalışma yapmaları tesadüf değildi. İnsan bedeni
merkeze alındı. Veselyus (ö. 1564) ve Harvey (ö. 1657) gibi çok önemli isimler çalışmalarını Padova
ve Bolonya üniversitelerinde yaptı.
Devlet denen “ölümsüz tanrı” Yeniçağ’ın
en çok konuşulan konusu oldu. Machiavelli
(ö. 1527), Bodin (ö. 1596), Thomas Hobbes (ö. 1679) gibi daha onlarca önemli
isim devleti ve dolayısıyla kenti tartıştılar. Özellikle Machiavelli’nin Hükümdar
(Principe) adlı yapıtı Avrupa’da fırtınalar kopardı. Onunla başlayan sürecin
sonunda, Fransız ihtilalinde kralın kafasını kopardılar. O güne kadar
merkezi konumunu hiç yitirmeyen krallar, varlıklarını biraz daha devam
ettirdilerse de yerini daha soyut olan devlete terk etmek zorunda kaldı. Antik
Yunan’da devlet ve kent police kavramı üzerinden temellendirilirken,
yeni çağda hem kurumsal hem de kuramsal olarak devlet akılla (raison d’état)
teorize edildi. Orta çağ kenti sahip olduğu bütün sınırlamaları, çapını kat kat
artırarak tamamen devlete devretti.
Tüm bu gelişmeler, Yeniçağ’da kentin tarihinde bambaşka bir sayfa açtı. Kentler tamamen değişti. Orta çağ kentinin değişmezleri olan manastır, kilise, ticaretin karşısına yeni çağ da makinalar, fabrikalar, demiryolları ve yeni konutlar başta olmak üzere onlarca yenilik çıktı. Antik dönem ile Orta çağ kentleri üzerine yazan, konuşan ve düşünen daha az isimler olmasına karşın bu yüzyılda onlarca filozof, devlet adamı, ressam, heykeltraş ve edebiyatçı aslında hep kentin etrafında dolandı. Avrupa kentlerinin bu yüzyılda yükselişe geçmesinin nedeni biraz da buydu. Peki bu çağda kentler adına neler oldu?
- İğneden ipliğe her şey değişti: organik dünya görüşü tamamen çöktü onun yerini mekanik dünya görüşü aldı. Değişen fizik, yeni çağ dünyasını iki şekilde domine etti: Biri matematik ve niceliğin egemenliğiydi diğeri ise makine ve mekanik düzenlilik. Gök cisimlerinin hareketliliğinin araştırılması arttıkça yaşamın doğal akışı matematik düzenliliğe kaydı. Dönemin filozoflarının formüle ettiği şekliyle, bu yeni düzende organizmalara yer yoktu. Onun yerini tamamen mekanizma aldı. Kurumsal modeller, estetik biçimler, tarih ve mit, artık fiziksel dünyanın dışsal analizinden türetilemiyordu.
- Ekonomik ve siyasi güç nedeniyle sınır kavramı yok oldu. Çokluk sınırı, zenginlik sınırı, nüfus artış sınırı, kentsel gelişme sınırı kayboldu. Sınır, gökyüzü haline geldi. Sınır kavramı yerini her anlamda niceliksel büyümeye bıraktı.
- Devletin biçimsel değişimi her alanda hissedildi. Saray yerini korusa da bürokratik işlemlerin tümünü barındırmak için “devlet dairesi” denen yeni tip bir bina ilk kez bu dönemde ortaya çıktı. Bu yapının ilk örneği, Floransa’da Giorgia Vasari (ö. 1574) tarafından tasarlandı: Uffizi. İtalyanca ofisler anlamına gelen uffizi, Medici ailesi zamanında şehrin yönetim merkezine bir köprüyle bağlanan ofislerin oluşturduğu bir mekandı. Uffizi’nin İtalya’da olması tesadüf değildi. Daha 14. Yüzyılda bile İtalya’nın yarısında kendi kendini yönelen onlarca devlet vardı.
- Yeniçağ kentleri büyük bir değişim ve dönüşüm yaşarken, Orta çağ kentinin organik gelişimi yerini rönesans'la birlikte geometrinin merkezde olduğu barok bir planlamaya bıraktı. Mimari ve şehircilikte biçimsel bir düzenlilikten uzak bir anlayışın yerini perspektif yasalarına sıkıca sarılmış, ağaçları budayarak onları bile cansız bir süs eşyasına dönüştürmek isteyen bir stil aldı. Barok mimari artık kendine göre bir dünya kurmak istiyordu: Yapılar, sokaklar, ağaçlar, hatta insanlar onun ölçüsünden geçti. Yeni düzen, yeni mekân ve yeni zaman anlayışı doğdu.
- Sur, ağır saldırı araçlarına sahip olmayan istilacı askeri güçlere karşı yeterli bir savunma aracıydı. Orta çağın emniyet ve güven düşüncesi 14. yüzyıldan itibaren hayatın, büyümenin ve hareketin, kemikleşmiş adetler ve miras yoluyla geçen ayrıcalıkları terk ederek bir süre sonra Auguste Comte (ö. 1857)’un teorize edeceği ilerlemecilik anlamına gelen pozitivizm’e yerini bıraktı. Artık eski dünyanın istikrar ve denge unsuru olarak gördüğü ne varsa sürekli değişti.
- Antik dönemlerin ve Orta çağın kale ve suru emniyete dayalıydı, oysa yeni hisarlar kentin yayılarak büyümesini engellemeye dönüktü. Hisar inşaatları, ekonomik açıdan metro ve otoban inşaatlarının modern metropoller üzerindeki etkisine benzer bir etki yarattı. Kent, ilk defa dikey büyümeyi bu dönemde gördü. Böylece insanlar evlerini surun dışına, korunaksız bölgelere inşa etmemeye başladı.
- Kentlerin çoğalması durdu. Kent kurmak artık yükselmekte olan küçük esnaf ve tüccar sınıfı için özgürlüğe ve emniyete ulaşmanın bir aracı değildi. Kent kurmak daha çok, siyasal gücü, hükümdarın gözünün önünde olan tek bir ulusal merkezde bir araya getirmenin ve başka yerlerde merkezi otorite için bir tehdit oluşturacak, denetimi zor, dağınık merkezlerin ortaya çıkmasını önlemenin bir yoluydu. Geniş bir çeşitliliğe sahip kültürüyle ve görece demokratik birlik tarzıyla başına buyruk kentlerin çağı sona erdi.
- Roma kilisesi, otoriter merkezciliğiyle, insanın kurtuluşu için vazgeçilmez olanı hala elinde tutuyordu. 13. yüzyıldan itibaren manevi otoritesini hemen kaybetmediyse de otoritesini sağlamlaştırma adına peşine düştüğü dünya malı ve mülkü, manevi otoritenin altını tamamen boşalttı. Kilisenin muazzam harcamaları kralları ve prensleri geride bıraktı.
- Arık kilise ve manastırlar münzevi bir hayatın, yüksek insani değerlerin ve ekonomik dürüstlüğün standardı olmaktan çıktı. Kısa bir süre sonra kilise batılı toplumların nefret objesi olmaya doğru hızla evrildi. Hristiyanlık; manastır, lonca, kilise gibi orta çağ kentini biçimleyen unsurlar olarak kentin her bölgesini kendilerine özgü bir tarzda biçimlendirdiyse de bir Hıristiyanopolis yaratamadı.
- Orta çağda kentlere yeni bir canlılık kazandıran Hristiyanlık artık bu özelliğini tamamen yitirdi. Günah kilisenin başlıca dünyevi geliri haline geldi. Ruhun kurtuluşu üzerindeki kilise tekeli ancak bu alanı genişleterek ve bu borçluluğu artırarak yerine getirebilirdi. 16. yüzyılda Machiavelli, Siyaset Üzerine Konuşmalar (Discorsi) adlı kitabında; “yüksek rütbeli kilise ileri gelenlerinin sürdürdüğü sefil ve ahlaksız hayatların kiliseyi perişan ettiğinden” söz etti. (Siyaset Üzerine Konuşmalar, s. 345).
- Orta çağın başından itibaren Batı Avrupa’da liderlik için iki güç yarışmaktaydı; bunlardan biri krallığın, diğeri de kent yönetiminin gücüydü. Özgür kentlerin en şaşaalı dönemlerinde bile Avrupa’da krallık iktidarının kurulup kentleri feodal bir vasallık durumuna soktuğu yerler vardı; İngiltere, Sicilya, Avusturya böyle yerlerdi. Ancak İtalya gibi kraliyet ve imparatorluk gücünün en zayıf olduğu yerlerde kent, siyasal bir varlık olarak tam bağımsızlığını elde etti. Orta çağın sonlarından itibaren İtalya’da göz kamaştıran, güzel kentler birbiri ardına sökün etti: Kızıl Siena, Cenova, Floransa, Venedik başlıcalarıydı. Özellikle görkemi ve canlı entelektüel hayatıyla Floransa ve Venedik, diğer bütün Avrupa kentleri arasında öne çıktı.
- 15. yüzyıldan itibaren hiçbir kent, ressamların iştahını kabartmada Venedik ve Floransa kadar başarılı olamadı. Venedik’te kent planındaki yetkinlik o derece ileriydi ki bu, önceleri doğanın tesadüfüne verildi. Oysa Venedik’in başarısı işlevsel bölgelendirme sistemiydi. Gondol, dar ve sığ su yolları için en ideal teknik adaptasyondu. Venedik, bir erzak merkezi ve bir savaş gereçleri yapım yeriydi. En kalabalık döneminde bile nüfusu iki yüz binden yüksek olmamış bir kent olarak Venedik’in başardığı şeyi, hızlı iletişim ve taşımacılık çağında bile yapmak zordu.
- Floransa göz kamaştırıyordu. İtalyan Rönesansı da başka hiçbir yerde buradaki kadar canlı değildi. Ünlü Medici ailesinin Floransa’ya kattıkları muazzamdı. Bihassa Lorenzo Medici (ö. 1492) sadece kentin düzenlenmesinde değil burada kurulan Yeni Platoncu okulun da bir üyesiydi. Özellikle İstanbullun düşmesinden sonra Yunanlı bilginlerin ve çok sayıda yazma eserin buraya intikali Floransa’yı Rönesans’ın kültürel başkenti ve Yeni Platonculuğun mirasçısı yaptı. Marsilio Ficino (ö. 1499) ve Pico della Mirandola (ö. 1494)'nın öncülüğünde antik Yunan kaynaklarının tercüme faaliyetlerinin başlatılması hem Rönesansın tetikleyicisi oldu hem de Avrupa’nın düşünce hayatında deprem etkisi yarattı.
- Floransa’da neoplatonizm ile Rönesans arasında geçişken bir korelasyon vardı. Görsel sanatlardan resim ve heykel, Ficino için çok önemliydi; çünkü ruha, ilahi dünyadaki kökenini hatırlatma işlevini taşıyorlardı. Böylece Floransa’da resim ve heykelin önemi daha da arttı. Ficino ve akademi etrafında toplanan düşünce adamlarına dönemin en parlak sanatçıları katıldı: Boticelli (ö. 1510), Michelangelo, Leonardo dé Vinci, Raphael, Donatello (ö. 1466), Titian (ö.1576), Dürer (ö.1528), Vasari ve diğerlerinin katılımıyla Rönesans’ın bedenleşmesi sağlandı. Aslında tüm bu isimleri önceleyen Dante Aligarh (ö. 1321) ve “kurnaz Floransalı” namıyla tüm Avrupa’yı sallayan Machiavelli’nin de buralı olması hiç şaşırtıcı değildir. Tüm bu isimler resim ve heykel sanatıyla mimari arasında büyük bir analoji kurdular. Buna göre mimarinin iki temel prensibi vardı: biri antromoporfik diğeri ise resimdi. “Mimarların elinden çıkan mekân da resim gibi bakışın mekanına (perspektif) dönüştü. Mimar Brunelleschi (ö. 1446) tarafından yaptırılan vaftizhanede perspektif gözler önüne serildi.” (H. Belting, Floransa ve Bağdat, s. 178).
- Diğer İtalya kentleri de Floransa ve Viyana’dan geri değildi. Torino gibi orijinal Roma profilinin hala görünür olduğu kentlerde yeni stil o kadar organikti ki geçmişin reddi değil de onun bir devamı gibiydi. Pisa ve Floransa paralı asker kiralayan ilk kentler oldu. Cenova’da inşa edilen yeni cadde (strada nuova) göz kamaştırıcıydı. Padova’da bir pasaport sistemi geliştirildi. Bazı bölgelerde hancıların tutmakla yükümlü olduğu günlük gezgin listesini bizzat kent dükü inceliyordu.
- Kent devriminin gerçekleştiği en önemli ülkelerden biri de Hollanda’ydı. Modem düzene geçişin en iyi örneklerini Hollanda kentleri verdi. Hollanda kentinin teknik gelişimi suyun sadece iletişim ve ulaşım için değil, aynı zamanda arazinin şekillenmesinde de kullanıldı. Su toprak yüzeyine çok yakın olduğu için kentlerdeki evler kazıklar üstüne inşa edildi. Karma çiftçilik ve bahçecilik ileri tarım anlayışı için bir model haline geldi. Genel olarak tuğlalı kır evleri, güzellik ve plan bakımından, diğer ülkelerdeki çağdaşlarından çok ileriydi.
- Yeniçağın simge kenti hiç kuşkusuz Amsterdam’dı. Kentin iç planlaması bir yana yeniçağın neredeyse tüm gelişmelerine ev sahipliği yaptı. Kozmopolit yapısıyla, benzersiz bir şekilde bir araya gelmiş olan kurumlar, kişilikler ve fırsatlar bileşkesiydi. Büyüme dönemi boyunca Amsterdam, 19 yüzyıldaki kısa bir dönem hariç hiç kötüye gitmedi. Burası, özel ve kamusal teşebbüsün birbirini tamamladığı bir karma ekonominin ortaya çıkardığı bir örnekti. Özgürlükler başkenti oluşu nüfus hareketlerinden de belliydi: 1567’de 30.000 civarında olan nüfus, Descartes ve Spinoza gibi isimlerin de yaşadığı 1630’larda 115.000’e ulaşarak neredeyse yetmiş yıldan az bir süre içinde dört kat büyüdü.
- İlk kez bu yüzyılda kentin batıdaki gelişmişliği Amerika kıtasına da sıçradı. Artık Yeni çağın sonlarına doğru Amerikan kentleri de batı kentlerindeki gelişmişlik seviyesine yaklaşmaya başladı. Bunların ilki Washington’du. Belli bir plan dahilinde saray tipi bir kent olarak tasarlandı. New York’un ünlü Manhattan’ı daha o zamanlar özel bir alan olarak tahsis edildi. İnsanları Manhattan’a getiren her transit hat kentin gayri menkul değerine eklendi. Çevresindeki kara parçasındaki nüfus arttıkça buradaki mülkün değeri de arttı.
- Yeniçağda sistemin iki silahı vardı: Ordu ve bürokrasi. Bu ikisi merkezileşmiş bir despotluğun maddi ve manevi destekçileriydi. Her iki unsur da etkisini, büyük ölçüde daha geniş ve daha nüfuz edici bir güce, kapitalist sanayinin ve finansın gücüne borçluydu. Büyük ve güçlü yeni ordular, savaşı ara sıra meydana gelen bir olay olmaktan çıkarıp daimî bir faaliyet haline getirdi. Bütün yasalar sıkıyönetim yasası haline geldi. Olağanüstü hal ve sıkıyönetim gibi kavramlar ilk defa bu dönemde literatüre girdi.
- Çan sesi Orta çağ kenti için neyse, boruların sesi, trampetlerin gümbürtüsü de bu yeni dönemin karakteristik sesi oldu. Muzaffer bir ordunun seyircinin üzerinde azami etki oluşturacak şekilde geçeceği bulvarlar inşa edilmesi, Paris ve Berlin gibi yeni başkentlerin vazgeçilmezi oldu. Hem simgesel olarak hem de pratik açıdan bu bulvarların tasarımı her şeyin “denetim altında” olduğunu gösteriyordu.
- Hareket ve hızın merkeze gelmesi, her şeyi saran mekânın fethedilmesi ve yeni bir güç istencinin sonucuydu. Yeni moda, hareketin devinimini artırmak ve hızlandırmaktı. Artık yeni dünya tekerlekler üzerinde dönecekti. Kütle, hız ve zaman daha Newton yasasını formüle etmeden çok önce toplumsal işleyişin kategorileriydi. Yürürken göz ayrıntılarla uğraşır, fakat yürüyüş hızının üstündeki hızlarda hareket görünen birimlerin tekrarlanmasını talep ediyordu.
- Yeni çağ kentleri saray tipinde yükseliyordu. Saray tarzı hayat her yere yayıldı. Palazzo sözcüğü bir lordun, tüccar veya prensin ikamet ettiği her türlü muhteşem binayı niteliyordu. Sarayın iki yüzü vardı: kente bakan yüzünde haraç, vergiler, ordu komutası ve devlet organlarının denetimi; kır tarafında ise sarayın gövdesini oluşturan ve kralın cömertçe dağıttığı aylıkları ve ikramiyeleri alanlar. Kutsal hakka sahip mutlak hükümdar Tanrı’nın yerini gasp ederken Meryem Ana’nın yerini kralın karısı aldı.
- İktidar ve haz, saray üzerinden içselleştirildi ve daha yaygın hale geldi. Sömürgecilikle Avrupa kentlerine akan altın ve gümüşler, aşırı lüks, muazzam giderler, ölçüsüz israf, yenilik ve sansasyon furyası, büyüyen bir ekonomiyi işler halde tutmak için kentlerde büyük karnavallar düzenlendi. Saray eğlenceleri kentin tamamını etkisi altına aldı. Aristokrasi arasında revaçta olan yemekli parti ve balolar yayılmaya başladı. Sarayın etkisi en çok eğlence, sahne gösterisi ve şovmenlik alanlarında güçlüydü. Salıncaklar ve atlıkarıncalar, sarayın fıskiyeli havuzları eğlence bahçelerinde ortaya çıktı. Bir zamanlar Tanrı’ya ilahiler okuyan koro, konser ve balo salonlarına taşındı.
- Yeni kent kompleksinin ana unsurları fabrika, demiryolu, maden ocağı ve kenar mahalleydi. Bu unsurlar kenti oluşturan doğurgan aktörlerdi. Bunlar kentin her bir geleneksel kavramını değiştirmedeki başarılarını üst sınıfların dayanışmasının görünür bir biçimde çözülmesine borçluydu.
- Bir yandan fabrikalar diğer yandan demiryolları ormanları katlediyor, topraklar delik deşik ediliyordu. Kunduz, bizon, yaban güvercini gibi hayvanların kökü kazınıyordu. Bu dönemde kenar mahalle önemli bir kavram haline geldi. Kentlerin evriminde kenar mahalle, yarı-kenar mahalle ve süper-kenar mahalleler doğdu.
- Fabrika, yeni kent organizasyonun çekirdeğiydi. Hayatın diğer bütün ayrıntıları ona tabiydi. Fabrikalar genellikle en iyi yerleri kapıyordu, özellikle de pamuk sanayii, kimya sanayii ve demir sanayii su kenarına kuruluyordu. Dokuma tezgâhları gücünü merkezi buhar makinesinin çalıştırdığı kayıştan alıyordu.
- Bulvar, barok kentinin en önemli simgesi ve temel unsuruydu. Bulvar esas olarak bir resmi geçit yeriydi, seyircilerin kaldırımlarda veya pencerelerde ordunun uygun adım muzaffer geçişini seyrettikleri ve etkilenip korktukları yeni bir mekân formuydu. Orta çağ kentinde üst sınıflarla alt sınıflar caddede, pazaryerinde ve katedralde bir araya geliyordu. Geniş bulvarların ortaya çıkmasıyla birlikte bu sınıflar arasındaki ayrım kent içinde belli bir biçim kazandı.
- Kent planının çizgisel evriminde tekerlekli araçların hareketleri önemli bir rol oynadı. Tekerlekli aracın kente girişi, üç yüzyıl sonra demiryollarının gelişmesinde olduğu gibi önceleri direnişle karşılandı. Orta çağ kenti caddelerinin ne boyutu ne de ara bağlantıları böyle bir trafiğe uygundu. İngiltere’de arabaların kent içinde dolaşmaları tepkilerle karşılaştı, bira arabalarının kent caddelerinde dolaşmaları durumunda döşemelerin bozulacağı iddia edildi. Fransa’da meclis, Paris sokaklarında araçların dolaşmasını yasaklaması için krala yalvardı.
- Kentin en küçük birimi olan evlerin içinde de büyük değişimler oldu. Evlerin kat sayısı yükseldi. Biri bodrum katı olmak üzere binalar iki kattan beş kata çıktı. Kuzeyde ısınma teknikleri evin içinde bir dizi özel odanın ayrılmasına imkân vermiyordu. İlk kez bu dönemde ev halkının her biri diğerlerinden perdeyle değil, kapıyla ve odayla ayrıldı: Çocuk odası, yatak odası, yemek odası, misafir odası, çalışma odası ortaya çıktı. Ev, yemek yenen, eğlenilen, ikincil olarak da çocukların yetiştirilmesine yarayan bir yer olarak işyerinden giderek ayrıştı.
- Gösterişçi tüketim ritüelini zenginleştiren yeni bir durum gelişti ve evlere mobilya girdi. Orta çağ evinin araç ve gereçleri zorunlu olanlarla sınırlıydı. Hepi topu üzerine oturulacak sandalyeler ve uyunacak yataklar vardı. Mobilyanın evlere girişi bu dönemde oldu. Malikanelerin sayısı arttıkça mutfak, pis işlerin yapıldığı bulaşık odasından ayrıldı; mutfağın toplumsal işlevlerini oturma odası üstlendi. Hizmetçiler genellikle mutfağa bitişik bir hücrede yatıyordu. Hem oturmak hem de sohbet etmek için misafir odasının evlere girmesi 18. yüzyılı buldu.
- Orta çağın vazgeçilmez dış mekanlarından hamam eski işlevselliğini büyük ölçüde yitirdi. Firenginin kasıp kavurduğu kenti hamamlar besliyordu. İtalyanca banyo (bagnio) genelev anlamıyla ilişkiliydi. Ancak hamam bir zorunluluk olarak evlerin içine girince beraberinde diğer teknikleri de getirdi. Tuvalete suyun girmesi önemli sıhhi bir gelişim oldu. Oysa daha önce evlerin içindeki helalar susuzdu. Bazı evlerde tekerlekli lazımlıklar kullanılıyordu. Sifon ve havalandırma bacası çağın sonlarında evlere girdi.
- Eski tip kentlerde, özellikle kıta Avrupa’sındakilerde zenginle yoksul, büyükle küçük genellikle aynı mahallelerde bir arada bulunurdu. Orta çağın vazgeçilmezi mahalle ve semt devam etse de temel birim olmaktan çıktı ve yerini artık değeri cephe uzunluğuyla ölçülebilen tek başına yapı arsası aldı.
- Yeni kentlerinin ve köylerinin kalbi, common adı verilen meydandı. Bu meydanlar, genelde İspanyol plaza'sından daha geniş olan, koyun ve sığırlarının belediyeye bağlı bir görevli olan hayvan bekçisinin gözetiminde güven içinde otladıkları açık alanlardı. Meydanın etrafında, en baştan itibaren, kamu binaları, yani toplantı evi, belediye binası ve daha sonraları da okul oldu.
- Onlarca devrimin sıkıştığı bu dönemde batı toplumunun siyasal düzeni yerle bir oldu. Üç büyük ülkedeki devrimler birbirini takip etti: İngiliz, Fransız ve Amerikan devrimlerini mutlakiyetçiliğin çökmesi, feodal mülklerin kaldırılması, devletin sekülerleşmesi, lonca ve belediyeler tarafından konan kısıtlayıcı uygulamaların kalkması izledi.
- Antik çağ ve Orta çağın ticareti yeni çağla birlikte hem biçim olarak hem içerik olarak değişti. Daha önce hiçbir dönemde görülmeyen bir form kazandı. Para ve güce yönelik soyut bir aşkla ortaya çıkan kapitalizm, sadece kendi çıkarlarının arkasında koşmakla bütün kavramsal çerçeveyi değiştirdi. Bu değişimin etkileri çok büyük oldu. Ulusal ölçekte kentte her şey ticarete döküldü. Çarşı alışverişi, heyecan verici bir hal aldı.
- Yeni güçleri temsil eden kurumun adı kapitalizmdi. 17. yüzyıla gelindiğinde kapitalizm bütün dengeleri değiştirdi. Bu zamandan itibaren kent büyümesinde temel olarak sermayedarlar ve onların isteklerine hizmet eden toprak sahipleri etkili rol oynamaya başladı. Londra ve Amsterdam gibi gittikçe zenginleşen nehir ve deniz kıyısındaki liman kentlerinde yeni standartlar ve idealler karlılık ve verimlilik adıyla her türlü ticari faaliyeti işleme soktu.
- Klasik kapitalist teoriye göre kar söz konusu olunca özel çıkarlar kamunun çıkarlarından önce gelirdi. Pazarın değişken şartlarından herkesten önce avantaj sağlamak için gerekli haberleri toplayacak bir kâtip ve ücretliler ordusu ihtiyacı ortaya çıktı. Bunun ilk dışavurumu olan yer borsaydı. Borsa, daha 13. Yüzyılda büyük çaplı ticari alışverişin yapıldığı bir merkez olan Brugge’da bir bankanın adı olarak dolaşıma girmişti. İlerleyen zaman içinde daha da gelişti ve yayıldı. Artık borsa başta olmak üzere, ulusal banka ve ticaret borsaları yeni kapitalist düzenin katedralleri oldu.
- Kapitalist modelde insani sabitelerin yeri yoktu; yalnızca hırs, açgözlülük, kibir, para ve güç arzusu vardı. Kapitalizm, yoksulluğun kutsallığını reddederek kendini tümüyle tüketilebilir malların ve ölçülebilir kazancın artışını sağlamaya adadı. Buna bağlı olarak Avrupa’da yeni bir kültürel özellikler kompleksi şekillendi. Adına merkantilizm denen yeni bir ekonomi ortaya çıktı. Klasik kapitalizmin bir alt dalı olan bu anlayış, Avrupa kentlerinin milli ekonomi modeli olarak çok iş gördü.
- Sabit pazar ortaya çıktığında hem üretici hem de tüketici anonimleşti. Ticaret uluslararası bir mahiyet kazandı. Hızlı mübadele ve dağıtım için malların hareketliliği piyasa ekonomisini tetikledi. Okyanusları bir göl haline getiren deniz ulaşımı başta olmak üzere, karasal olarak demiryollarının kentleri bir ağ gibi kaplamasıyla bu süreç daha da büyüdü. Posta arabası, tren ve nihayet tramvayın icadıyla birlikte tarihte ilk kez toplu taşımacılık başladı.
- Ticaretin hayat suyu olan moda aynı zamanda taşra kasabalarındaki geleneksel iş kollarının büyük oranda ölümüydü de. Bu kasabalar yavaş yavaş uzaktaki anonim pazar için üretim yapmak ya da sanayilerini tamamen kaybetmek durumuyla karşı karşıya kaldı.
- Klasik dünyanın ticaret anlayışına yeni bir mekân dahil oldu: Mağaza. 18. Yüzyıla gelindiğinde orta çağ kentinin halk pazarlarıyla dükkanları sürekli çalışan özel mağazalara evrildi. Burası teşhir edilen her şeyin satılık olduğu bir fuara dönüştü. Mağaza, ticaretin en canlı kurumu haline geldi. Bir süre sonra bazı mağazalar, en azından alt orta sınıf semtlerinde caddelere satış tezgâhları açmak zorunda hissetti. Oysa yeni kent planında pazar alanının yeri yoktu. Mağazaları bir süre sonra pasajlar izledi. Buralar, birçok mağazanın yanında, kafe, ofis, restoran gibi başka mekanların eklenmesiyle büyük bir toplanma yerine ev sahipliği yaptı.
- Yeni bir üst sınıf kurumu olan otel, adını Fransa’daki kent sarayından almakla kalmadı, onun temel işlevlerinden olan konukseverlik işini de üstlendi. Bugün de Roma’daki en lüks otellerin eski saraylar olması tesadüfi değildir. Roma ve Padova, ticari kullanım amacıyla yeni otelleri saray modelinde inşa eden ilk kentler oldu. Padova’daki otelin aynı anda iki yüz atı barındıran ahırı vardı.
- Modem anlamda müze, 15. yüzyıl gibi erken bir tarihte İtalya’da yaygın olan bir uygulamayla, para ve yazıların koleksiyonuyla başladı. Bu koleksiyonları birkaç yıl sonra yenileri izledi. Yeniçağın sonlarına doğru, British Museum’un açılışı popüler kültürde bir dönüm noktasıydı; zira, teşhir sadece sahip olan kişinin özel zevki olmaktan çıktı ve halk eğitimi için bir araç olma imkânı kazandı.
- Büyük ressam ve heykeltraşların hiç de azımsanmayacak katkılarıyla kentlerin içeriği tamamen değişti. Yaş ve tuğla yol döşemeleri, taş merdivenler, heykelli çeşmeler ve anıt heykeller gibi sokak mobilyaları kentin dört bir yanına dağıldı. Yarattıkları kontrastla eski cadde ve binalar başka bir görünüm kazandı. Estetik nitelikler kente girdikçe temanın kendisi Orta çağ teması olarak kalsa da orkestraya yeni enstrümanlar katıldı ve kentin gerek ritmi gerekse tonal rengi bütünüyle yenilendi. Rönesans sanatı özel salon ve galerilere taşınınca duvar freskinin yerini şovale aldı. Yeni kent planlamacılarının sahne tasarımcısı olmaları tesadüfi değildi.
- Ortaçağ kenti kapalı düzen anlayışı ile en kötü tarafıyla klostrofobik duygular uyandırıyordu. Oysa mutlakıyet kenti tam tersine, agorafobik (açık alan korkusu) duygular barındırıyordu. Mekân, sürekli hareket halinde lime lime edilmesiyle ancak giderilebilen bir boşluk korkusu yaratıyordu.
- Yiyecek tedarikindeki muazzam artış, nüfusu da artırdı. Köyler büyüyerek kasabalara dönüştü, kasabalarsa daha büyük yerleşim alanlarına. Kent merkezlerinin nüfusu da büyüdü. 500 binin üzerinde hayli kent ortaya çıktı. Ticari nedenlerle kentsel büyüme zorunlu hale geldi. Varşova, Berlin, Kopenhag, Roma ve Lizbon’un nüfusu 100.000’in üzerine çıktı. İki yüz binin üzerine çıkan Londra, Napoli, Milano, Viyana, Palermo, Sen Petersburg gibi kentlerin sayısı daha da arttı. 18. Yüzyılın sonlarında Napoli 433.930, Paris 670.000 ve Londra 800.000 oldu.
- Fabrika ve makinenin kente girmesinin olumsuz yanları da oldu. Çağın sonlarına doğru pek çok kenti duman kapladı. Fabrika bacalarının çoğalmasıyla kentlerinin çoğunun havası bozuldu. Çevreye insan verimini düşüren zehirli ve kötü kokular yayıldı. Maddi kayıplar yanında hastalık, sağlık kayıplarına çeşitli psikolojik sorunlar eklendi.
- Kentteki dumana, daha önce olmayan gürültü de girdi. Yeni kentin kendisi çevresi ile birlikte azami gürültü yaratma üzerine kurulmuş gibiydi: İlk fabrikaların düdük sesi, lokomotifin çığlığı, eski buhar motorunun tangırtıları ve fokurtuları, kayışların gıcırtı ve şakırtıları, dokuma tezgahlarının tak tukları, çekiç sesleri, bantların hışırtıları, bu gürültü patırtıya işçilerin birbirlerine bağırışları eklendi.
- Yeniçağın sonlarına doğru kent mekânsal olarak artık sadece yerin üzeriyle yetinmekten çıktı. Artık yeryüzünün sınırları yerin altına ve üstüne doğru genişlemeye başladı. Yerin üzerine doğru yükselen gökdelenler için 19. Yüzyılı beklemek gerekse de yerin altı metrodan çok önce kömür ocakları sayesinde kömür kentlerle doldu.
Yorumlar
Yorum Gönder