İslam dini konusunda derinlikli çalışmaları bulunan Josepf Schacht (ö. 1969) "İslâm Dini bir mimarî kimliği ne arzu ne de talep etmiştir" demektedir. Aslında bu yargı doğru olmadığı gibi tamamen yanlış da değildir. Doğru değildir çünkü mimarinin İslam diniyle, daha doğrusu dinle bir ilgisi yoktur, sorun o dinin mensuplarıyla ilgilidir.
Peki ya Marx Weber (ö. 1920), bir şehir kimliğiyle İslam’ın
doğduğu Mekke hakkındaki olumsuz izlenimlerinde haksız mıdır? O'nun, yaşadığı
dönemde Hicaj bölgesini ziyaret eden ve orada bir süre kalan C. Snouck
Hurgroneje (ö. 1936)’nin Mekke üzerine yazdıklarını (muhtemelen Mekka in the
latter Part of the Nineteenth Century olmalı) derinlikli olarak okumuş
olduğu anlaşılıyor. Weber, Mekke’nin tam bir şehir karakteri sergilemediğini
dile getirir (The City s. 88).
Mekke bir şehir miydi, Kuran’ın ifade ettiği ümmü’l-kura
bir metropol müydü ya da Hz. Peygamberin yaşadığı şehir bir "şehir devlet" modeli
miydi? Bu soruların kökenine inilmedikçe Kur’an’ın anlaşılma ihtimali de o
kadar zordur. “Asrı Saadette Devlet Bütçesi” üzerine, doldurma malzeme
ile üretilmiş koca koca kitaplar yazan ilahiyatçıların, popülaritesi yüksek bu
tür çalışmalar yerine 7. Yüzyıl Mekke’sinin sokaklarını, caddelerini ve evlerini
konu alan çalışmalar yapmak niçin kimsenin aklına gelmiyor. Aslını itiraf etmek gerekirse geliyor ama bilinçli olarak bu
konulara girmiyorlar. Çünkü karşılaşacakları manzaranın hiç olumlu olmayacağını
ve ideolojik pozisyonlarını destekleyecek bir verinin çıkmayacağını biliyorlar. Oysa Mekke şehrinin gerçek bir kent profili çıkarılmadıkça, ne Hz.
Peygamber’in yaşamı ne de o’nun getirdiği vahyin, Kur’an’ın, sağlam bir zeminde anlaşılma imkanı olacaktır. Şimdi gelin birlikte, Mekke’nin 7. Yüzyılda sokaklarına bir bakalım ve Kur’an’ın nasıl bir
şehre indiğini görmeye çalışalım.
Ancak elimizde bir ölçüt olmalı: Bu ölçüt; sosyoloji ve felsefe
tarihinin en köklü ayırımlarından biri olan köy-kent çelişkisidir. Bu göre köy doğal olanı,
kent ise doğal olmayanı yani yapay olanı ifade edecektir.
Elbette
önce insan faktöründen başlamalı. Zira bir şehri şehir yapan orada yaşayan
insanların kapasitesi, bilinç düzeyleridir. Ya da daha farklı söylenecek olursa bir şehri yapılar doğurur ama bir siteyi yapan oranın yurttaşlarıdır. Dolayısıyla fiziki yapısından
başlamadan önce Mekke’nin 7. Yüzyılda ne kadarlık bir nüfusu
barındırdığına bakılmalı.
Her alanda olduğu gibi burada da ciddi abartmalar söz konusudur. Hamidullah 10 bin rakamını vermektedir. (İslam Peygamberi, Trc. S. Tuğ, 1/27). Bir kısım araştırmacılar Mekke’nin o dönemde nüfusunu 25.000’e kadar çıkarmakta eğilimindedirler. (J. Chelhod, Hicret Öncesi Mekke'de Kapitalizm, s. 310). Ancak bu rakamın aşırı şişirme olduğu çok açıktır; zira 16. Yüzyıl kayıtlarında bile 15. 000 civarında bir rakamdan söz edilirken altıncı ve yedinci yüzyıl Mekke’si için bu rakam tahminlerin çok çok üstünde bir rakamdır ve gerçekliği bulunmamaktadır. Elimizde bir kısım verilerden tahmini olarak bir rakam çıkarmak mümkün: Mekke için ölüm kalım savaşının verildiği Uhud’da neredeyse eli silah tutan tüm Mekkeliler bu savaşa katılmalarına rağmen toplam sayı 3.000’i geçmemektedir. Ancak bu savaşa katılanların en az 2. 000’i ücretli ve sağdan soldan toplama askerlerden meydana geliyordu. Mekke’de yaşayanların sayısının bin olduğu varsayılırsa yaşlı, çocuk ve kadınlarla birlikte hepi topu 5. 000’i geçmiyor olmalıdır. Zaten ağırlıklı olarak salt bir kabileye ait şehir de bu kadar bir nüfusa ancak sahip olabilir.
Peki bu beş bin kişilik nüfus içinde bilinç düzeyleri
açısından toplumsal farklılıklar var mıdır? Yoktur; zira okuma yazma kültürünün hiç olmadığı bir toplumda toplumsal sınıf bilincinden de söz edilemez. Belki sosyolojik
olarak en fazla hürler ve köleler ya da Kureyşliler ve Kureyşli olmayanlar gibi
doğal ayırımlar vardır, hepsi bu kadar. Böyle bir toplumda şehir üzerine
yapılacakların ne derece sınırlı olacağı tahmin edilebilir, zira kenti kent
yapan en önemli oluşumlardan biri olan sivil toplum doğal değildir, yapaydır.
Mekke’de Kabe dışarda tutulacak olursa insan elinin
kente değdiği herhangi bir yapı neredeyse yoktur. Dolayısıyla “Mekke Kabe’den
ibarettir” diye bir yargı cümlesiyle işe başlasak aslında pek çok şeyi anlatmış
oluruz. Zira Kabe ve o’nu kuşatan kutsal bölge, paranteze alınırsa Mekke diye
bir yerleşim alanının varlığı bile sorgulanır hale gelebilir. Kabe’ye bağlı
olarak tüm şehir bir kutsallık ağıyla örülmüştür. Arafat, Mina, Müzdelife, Safa
ve Merve, Zemzem kuyusu, Makam-ı İbrahim yanında putların bulundukları alanlar
da buna dahil edildiğinde şehirden geriye zaten pek bir şey kalmaz.
Dolayısıyla biz burada meseleye salt şehir açısından baktığımızdan, Mekke’nin
kutsallığını konu dışı tutmaktayız.
Mekke yüksek dağlar tarafından çevrili dere ve dağ yollarının bulunduğu geçitleri olan bir vadi üzerinde kurulmuş; bir şehir için yerleşime hiç de elverişli olmayan, çorak ve verimsiz bir arazi üzerinde kurulmuştur. Mekke’yi bir fincana benzeten Yakut el-Hamevi (ö. 626/1229) haksız sayılmaz:
- “Mekke, iki dağ arasında alçak bir zemin olduğundan fincana benzediği için böyle adlandırılmıştır.” (سميت مكة لأنها بين جبلين مرتفعين عليها وهي في هبطة بمنزلة المكوك). (Yakut, Mucemul-buldan, 5/182).
Tüm antik kentlerin olmazsa olmazlarından kale ve sur, insan elinin kente değdiği ilk yapılar olmasına karşın bunlar Mekke’de hiç olmamıştır. Söz konusu kutsal kent bizzat Kuran tarafından “güvenli kent” (Tin, 95/3) ifadesiyle anılması boşuna değildir; ayeti, bir kale ve sur ihtiyacına gerek olmadığının bir teminatı olarak anlamak mümkündür.
- “Mekke güvenli kent olması nedeniyle orayı Arapların ya da bir düşmanın savaş ihtimaliyle korunması için kale, sur ve burç gibi bir korunağa ihtiyacı olmamıştır” (ان هذه المدينة الامنة لم تكن ذات حصون وبروج ولا سور يقيها من احتمال غزو الاعراب او اي عدو لها) (C. Ali, Mufassal, 4/8)
İslami
kaynakların çoğunda şehir ikiye ayrılmış olarak sunulmakta ve bu ayırım çok
eskilere, Cürhümlüler zamanına kadar götürülmektedir: Bu
ayırıma göre; şehir, yukarı (ma’lat) ve aşağı (mesfele) olarak doğal olarak ikiye ayrılmış ve fakat yapay hiç bir müdahalede bulunulmamıştır. Hz. Peygamber dönemi de dahil sonraki yıllarda da yeni
bir düzenleme yapıldığına dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.
İslam
gelmeden önce de şehrin tamamına Harem deniyordu. Kusay (ö. 480)
zamanına kadar şehrin sınırları, Hz. İsmail’in koyduğu söylenen sınır taşları (ensab)
ile çevrili olduğu söylenmektedir. Mekke’nin fethinde bu sınır taşlarının bizzat
Hz. Peygamberin emriyle yenilendiğine bakılırsa hala şehrin kale ya da sur ile hiç tanışmadığı çok nettir.
Şehirde
öldürücü sıcaklar nedeniyle aşırı sineklerin türediği ve bunun da sık sık veba
salgınını tetiklediği bilinmektedir. Dahası sıcakların yanında bir anda göğün
delinmesi gibi yağmurların sel felaketlerine neden olduğu ve selin ardından
şehirde bir kısım salgın hastalıklar ortaya çıkması da bu bağlamda
düşünülmelidir.
Suyun altına denk kıymette olduğu bir yerin normal şartlar altında şehir olma şansı da yoktur. Su kaynaklarındaki yetersizlik tarımı mümkün kılmıyordu. Kuran'ın ifadesiyle çorak bir yerdi. Özellikle sonbaharda aşırı yağan yağmurlar nedeniyle kazılan kuyularda su biriktirildiği anlaşılıyor. Kusay’ın su havuzları oluşturduğu dile getirilir. Kerru Adem ve Humm kuyuları Kabe’nin hemen yanında bu iş için su doldurulan yerlerdi. Zemzem kuyusunun yanında, Hz. İbrahim kuyusu, Rumma, Sire, Rava, Acul kuyuları gibi başka 40 kadar kuyu isminden de söz edilmektedir ki bunlar doğal kazanımlardır. Bu kuyuları sistemli su kanallarına dönüştürmek ise şehre yapılacak bir katkıydı ve fakat ne Mekkelilerin bunu gerçekleştirecek kapasiteleri ne de şehrin doğal şartları buna elverişliydi. Oysa İslam gelmeden uzunca bir zaman önce güneyde Yemenliler kurdukları su kanallarıyla yaşadıkları coğrafyayı yemyeşil bir ülke haline getirmişlerdi.
Aşırı sıcaklar; Mekke’nin yazgısıydı. Yeni ve modern imkanlara rağmen hac mevsiminde aşırı sıcaklar nedeniyle her sene binlerce hacı adayı ölürken 7. Yüzyıl Mekke’sinde sıcaklık nedeniyle ölümler hakkında kaynaklarda pek fazla bir bilgi yok. Ancak sel felaketleri nedeniyle oldukça ayrıntılı bilgiler nakledilmektedir.
Aslında sadece peygamber dönemi değil, Cahiliye döneminden 20. Yüzyılın başlarına kadar Mekke’de doğal sel felaketleri biteviye devam etmiştir. Her sene düzenli sellerle şehrin altı üstüne gelmiş ve fakat bir türlü bu seller engellenememiştir. Yüzyıllar boyunca neredeyse her seneye en az 3-4 büyük sel felaketinin düştüğü kentte onlarca can kaybı yanında evler, hayvanlar yok olup gitmiştir. Peygamberin yaşadığı dönemde yaşadığı anlaşılan Seylü Farre (Farre sele kapılan ve ölen bir kadının adı) denen sel felaketi Kabe’nin içine kadar dolmuş, makam-ı İbrahimi yerinden koparıp sürüklemiş ve selin ardından şehirde salgın hastalıklardan çok sayıda insan ölmüştür. Kaynaklarda Mekke’nin sellerine dair anlatılanlar oldukça ürkütücüdür. Şu ifadelere bakar mısınız: Son hacıya varıncaya kadar alıp denize sürükledi, dağlara çıkanlar dışında kurtulan olmadı, yumurta büyüklüğünde dolu yağdı, Kabe’nin içindeki kandillerin üzerine kadar yağdı ve insanlar beytullahı yüzerek tavaf etti, insanların üzerine binalar çöktü, iki adam boyu derin su birikintisi oluştu, Kabe’nin bazı kapılarını söktü çıkardı, tavaf alanındaki kandillere kadar ulaştı, 60 kişi öldü, 100 kişi öldü, 180 kişi, 1000 kişi öldü, yüzlerce ev yıkıldı, 800 ev yıkıldı, 1000 ev yıkıldı, sayılamayacak kadar çok ev yıkıldı, evler çöktü ve içindekiler öldü, sular Kabe’deki minberin 2/3’üne kadar ulaştı, sular Kabe’nin kapısına kadar ulaştı, Kabe’nin anahtarları seviyesine kadar çıktı, sel birçok hacıyı, eşyasını ve develerini alıp götürdü, Sel suları ev, dükkan, toprak ne varsa önüne katıp sildi süpürdü, Kabe'nin içi deniz gibi oldu, Haremde namaz kılınması tatil edildi. Bazı insanlar yüzerek tavaf etti.
Onlarca senedir bu doğal felaket karşısında; şehre insan eliyle, yapay hiçbir şey yapılmadığını anlamak için 19. Yüzyılın sonunda bir Osmanlı alimi olan Eyüp Sabri Paşa’nın yazdıklarını okumak yeterlidir:
- "Mu‘alla tarafında, altına müteaddit kahvehaneler yapılmış bir ceviz ağacı var idi. Suların iptidayı seyelanında, kahvehanelerde bulunan halk ki 150 neferden ziyade olduğunu rivayet ederler, hevl-i canla mezkur ceviz ağacının üstüne çıkmışlar idi. Seylin seyelan u cereyanı kesb-i şiddet eylediği sırada, gölgesinde beş on bab kahvehane bulunan koskocaman ceviz ağacını kökünden söküp Babısafa önüne kadar sürdüğünden, ağacın ağsān-ı himayetine iltica etmiş olan (ağacın dallarına yapışan) biçarelerin kaffesi garik-ı seyl-i memat olmuşlardır. (boğularak ölmüşlerdir).
Bunlardan başka, seylin tarafeyn-i mecrasına tesadüf eylemiş
olan buyut u dekakinin yüz elli kadarı münhedim (yıkılmış) ve bunların içinde
bulunan nüfus-ı mechulu’l-mikdarın (bilinemeyecek kadar bir nüfus) cümlesi boğulup mun‘adim (yok) oldular. Mekke-i mu‘azzama
şehr-i şehir-i mukaddesinin cihet-i cenubisinde kain birke-i Yemaniyye ise
devabb-ı mutenevvi‘a (çeşitli hayvan) laşeleriyle dolmuş ve mecra-yı seylde beş bin kadar
hayvan, telef olduğu derece-i subuta varmış idi.” (E. Sabri, Miratül-harameyn,
2/794).
Hz. Ömer döneminden sonra Emevi, Abbasi halifelerinin ve nihayet Osmanlı padişahlarının şehre dönük bir kısım imar faaliyetlerinin hiç biri işe yaramamış, şehrin bu talihsizliğini önlemeye yetmemiştir. Şehrin iklim ve coğrafi olarak yaşama elverişli olmaması bahane olarak ileri sürülemez, zira asırlardır deprem kuşağında yaşayan Japonların bugün ülkeyi nasıl yaşanabilir kıldıkları ortadadır.
Mekke’yi ana bir güzergâh olarak çevreleyen yolların durumu da pek iç açıcı değildi ve insan elinin değdiği pek söylenemezdi. Doğal olarak oluşmuş, yapay olmasına ilişkin kaynaklarda bir bilgi bulunmamaktadır. Kuzeye, güneye ve batıda Kızıldenize açılan üç geçit vardır: Bu geçitler Mekke’nin giriş-çıkış kapılarıydı. Güneyde babul-mesfele Yemen yoluna, kuzeyde babul-mal’at, batıda babuş-şebike ise Medine ve Şam yoluna açılırdı. Bunlar Mekke’nin dört ana yoluydu. En büyük caddesi tariku uzma’dır. Burası Iraka giden yoldur. Mesfele dışındaki iki yol da sarp yokuşlar üzerindedir. Mekke’yi kuzey ve güneye bağlayan tek ana yol vardır. Bu yol iki tali yol ile bağlanır (Hacun ve Keda). Bu yollar dışındaki yollar sarp yokuş ve derelerden geçtiği için hayvanlarla birlikte geçmek bile bazen imkansız derecede zordu. Ancak bir insanın yaya yürüyebileceği yollardı. Deniz ulaşımında ise Mekkeliler geçitleri kullanarak ancak denize ulaşabilirlerdi. En yakın deniz 100 km ilerideki Kızıldeniz’dir. Burada bir liman vardı ve buraya giden yolda Mekkelilerin erzak temini çok güç şartlarda ancak gerçekleşebiliyordu. Tüm bunlara rağmen, nasıl oluyorsa, pek çok kaynakta şehir, kıtaları birbirine bağlayan uluslararası yolların kesiştiği bir kavşak noktasında yer alıyordu, anlamak mümkün değil.
Peki
fiziki şartların tüm olumsuzluğuna karşın Mekke’nin sokaklarında kamu binaları
var mıydı, park ve oyun alanları, mezarlıklar, çarşı ve pazarları, tuvalet,
hamam vb. mekanları nasıldı, şimdi de kısaca buna bakalım:
Kabe’den sonra Mekke’nin tek kamu binası sayılabilecek Darunnedve’den özellikle modern dönemde öylesine aşırı yorumlarla abartılmaktadır ki sanırsın karşımızda Pentagon cesametinde bir bina var. Buraya öyle anlamlar yüklendi ki "Mekke şehir devletinin parlamentosu" en hafif olanıydı. Oysa şimdi tozu bile kalmamış bu yer, sıradan bir 7. yüzyıl Mekke eviydi. Gerçeklikten kopuk modern dönem yorumları hakikati de büyük bir sis perdesi arkasında görünmez kılıyordu.
Kaynaklarda
Mekke’de çarşı pazar olduğuna dair çok sayıda kayıt var ancak bunlar
sanıldığı gibi Orta çağ kentlerinde görülen çarşı-pazarlar gibi değildir. Öylesine
kapı önüne konmuş, bir sergi üzerinde bile sergilenmeyip yerde ya da bir taşın
üzerinde doğal olarak sergilenen eşya ya da ürünlerden ibarettir. Bir kısım
evlerde ürün sergilendiği ve satıldığına yönelik kayıtlar da bulunmaktadır.
Arapça’sı “mal sevkedilen yer” anlamına gelen sûk (ç. esvâk); çarşı, pazar ve panayır için kullanılan ortak bir kelime olarak Kur’an’da iki yerde geçmektedir (el-Furkān 25/7, 20). İslam kaynakları bir şehrin içindeki suk’lardan bir de yıllık panayırlardan söz etmektedirler. Hz. Peygamber’in ilk tebliğe başladığı sıralarda bir kısım panayırlara gidip İslam’ı anlattığı bilinmekteyse de bunlar (Ukaz, Zülmecaz, Mecenne) Mekke’nin dışındadır. Buralar şehir kapılarının dışında veya çevredeki önemli bir yolun yakınında açılan taşra pazarlarıdır ve kırsal kesim için semt pazarı işlevi gördüğü gibi bedevîlerle Mekkelileri de buluştururdu. Ancak şehrin içindeki sûk’lar belli bir ihtiyatla karşılansa da özellikle hac mevsiminde, çevredeki bedevilerin ve küçük yerleşim birimlerinin ihtiyaçlarını karşılamaları gibi sebeplerle hareketli canlı bir pazara dönüştürdüğü söylenebilir. Şehrin içinde “Mekke çarşısı” (Hazvere) denen ve bir çarşıdan, babasının Abdülmuttalib'e buradan bir elbise aldığından söz edilmektedir. Her gün açık olduğu yönünde kısıtlı bilgiler varsa da ayrıntılı malumat yoktur. Yine kaynaklarda merkezi çarşıların dışında, sukul-leyl, sukus-sağir, sukul-kuseyb, suku harem, sukur-rakik gibi bir çok pazar ismi geçse de bunlar peygamberin vefatının hemen sonrasında gelişen ve açılan yerler olmalıdır. Kölelerin satıldığı Suku’r-rakik adı verilen bir pazarın ise Hz. Peygamber döneminde de olduğu anlaşılıyor. Zira peygamberin amcası Abbas’ın Safa ve Merve arasındaki evinin önünde böyle bir yerin bulunduğundan kaynaklar bahsetmektedir.
Peki sokak aralarında dükkan var mıydı? Ticaretin çok gelişmiş olduğundan söz edilmekte ve gerek hadis kaynaklarında gerekse siyer kaynaklarında ticari alış verişin olduğuna dair oldukça rivayet bulunmakla birlikte bu ticaretin bir mekanda yapıldığına ilişkin fazla bir rivayet bulunmamaktadır. Mesela az önce geçen ve peygamberin kısa bir süre ortaklık yaptığı Saib'in bu ticaretin bir mekanda mı yoksa evde mi gerçekleştiği çok açık değildir. Hz. Peygamberin Mekke’de bir demircinin dükkanına gittiği yönündeki bilgiler de bilinen anlamda düzenli işleyen bir mekan olup olmadığı çok net değildir. Bazı kaynaklarda Mekke’de rüzgarla çalışan bir değirmenin yapıldığına dair kayıtlar bulunsa da muhtemelen peygamber sonrası dönemde olmalıdır. Ayrıca değirmenden bahseden Ezraki buranın düzgün çalışmadığından devre dışı kaldığını söylemektedir.. (Ezraki, Ahbar Mekke, s. 599).
Şehri kuran en önemli unsurların başında mezarlıklar ve türbeler gelir. Mekke’de o gün için Kabe'yi bir türbe olarak dışarda tutarsak buna ilişkin bir kayıt yoktur. Çok sonraları Selefiliğin bir ideolojiye dönüşmesiyle mezarlıklar tamamen ortadan kaldırıldıysa da peygamber döneminde Mekke’de mezarlıkların varlığı biliniyor. Mesela Kabe’nin tam karşısında Mekke mezarlığı bulunuyordu ki buraya Hacun mezarlığı da denilirdi. Muteyyebun’un (Yukarı Mekke’de) ve Ahlaf’ın (Aşağı Mekkede) ayrı ayrı mezarlıkları vardı. Kaynaklarda başka mezarlıkların bulunduğu zikredilse bile en azından bunların bir kısmı kuşkuludur. Mesela Nasara mezarlığı adıyla bilinen bir mezarlık gerçekten var mıydı bunu bilmiyoruz. Zira adından da anlaşılacağı üzere bir Hristiyan mezarlığının olması için Mekke’de en azından böyle bir nüfusun varlığını destekleyecek veriler bulunması gerekirdi. Ancak mesela Abd (köle) mezarlığı vardı ve burası kabile anlayışının hüküm sürdüğü bir yer için gayet makuldür.
Bir
şehir için olmazsa olmaz yerlerden biri de mesire alanları'dır. En
azından Mekke’de bir mesire alanı ya da çocukların oyun
oynayabilecekleri alanlarının varlığı kuşkuludur. Dağ etekleri ve kuyu
kenarlarında Mekkelilerin hoş vakit geçirdikleri yerler olduğuna dair çok az sayıda kayıtlar olsa da bunların kamusal alanlar
olmadığı daha çok kuyu kenarlarındaki yeşil alanlar olduğu söylenebilir. Dolayısıyla
insan elinin değmediği ve herhangi bir düzenlemenin yapılmadığı yerler mesire
alanı olamayacağı gibi oyun alanları da olamaz. Mekkeli çocuklar oyun oynamıyorlar
mıydı? Oynasalar bile bu, doğal bir zemininde gerçekleşiyordu. Mesela çocukların Ebu
Cehil karpuzu denen topa benzer bir meyveyle gurup halinde kerk adı
verilen bir oyun oynadıkları yine kaynaklarda geçmektedir.
6. ve 7. yüzyıl Mekke’sinde hamam olmadığı gibi tuvalet de yoktur. Mekkeliler tuvalet ihtiyacını doğal bir şekilde buldukları her yerde karşılıyorlardı. Bazı kayıtlar harem bölgesi dışına çıktıklarını söylese de aksini gösteren örnekler de vardır. Hatta kısmen Medine döneminde meydana gelmiş olması muhtemel bir olayda, birinin mescidin içinde idrarını yaptığına dair kayıt kütüb-sitte gibi sahih kaynakların tamamında geçmektedir:
- “Bir bedevi gelip, mescidin köşesine idrarını yaptı. İnsanlar ona engel olmaya kalkıştıklarında, Nebi, buna izin vermedi. Bedevi işemesini (bevletmesini) bitirdiğinde, Nebi, büyük bir kova ile su dökülmesini emretti ve su döküldü.” («جاء أعرابِيُّ، فبَالَ في طَائِفَة المَسجد، فَزَجَرَه النَّاسُ، فَنَهَاهُمُ النبِيُّ صلى الله عليه وسلم فَلمَّا قَضَى بَولَه أَمر النبي صلى الله عليه وسلم بِذَنُوب من ماء، فَأُهرِيقَ عليه».) (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80; Müslim, Taharet, 98-100; Ebû Dâvûd, Taharet 136; Tirmizî, Taharet 112; İbni Mâce, Taharet 78).
Aslında
Mekkelilerin tuvalet diye bir mefhumlarının olmadığına dair onlarca
kayır bulunmaktadır. Ancak biz biri Hz. Peygamberin bizzat şahsı ile ilgili diğeri de Kureyşlilerin genel özelliklerini yansıtan iki örnekle yetineceğiz:
Hz. Peygamberle ilgili olanı şöyledir:
- “Hz. Peygamberin karyolasının altında hurma kütüğünden bir çanağa tuvaletini yapar, sonra da yatağın altına koyardı.” (كان للنبي صلعم قدح من عيدان يبول فيه و يضعه تحت السرير). (Ebu Davut Taharet 23; Nesai, Taharet 28).
Mekkelilerin
tuvalet ihtiyacı için, şehrin özellikle belli bölgelerini kullandıkları
anlaşılıyor. Kaynaklarda bilhassa Fadıh, Muğşi, Muğammes denen
bölgelerin adları geçmektedir.
Kureyşliler hakkında olan kayıt ise Kuran’da Fil suresinde de anlatılan, Ebrehe’nin Kabeyi yıkmak için Mekke’ye saldırmasına neden olan bir olay dolayımında zikredilmektedir. Buna göre Ebrehe, Kabe’nin Araplar arasındaki önemini azaltmak için San‘a’da Kulleys (ekklessia) adında içi mozaik mermerlerle döşeli muhteşem bir kilise yaptırdı. Buna karşılık vermek isteyen Mekkelilerden birkaç kişi gidip buraya pisledikleri (احدث فيها) ve elleriyle yaptıkları pislikleri mabedin duvarlarına sürmeleri söz konusu savaşın nedeni olarak gösterilmektedir. (İbn Hişam, Sire, 1/61). Burada, mabedi yaptığı dışkıyla kirletebilecek denli bir şuursuzluğun sadece psikolojik nedenleri değil aynı zamanda sosyolojik ve toplumsal izdüşümleri de başlı başına ele alınması gereken bir konudur.
Kaynaklarda bölük pörçük verilen bilgiler ışığında tahmini olarak bazı çıkarımlarda bulunabiliyoruz. Cadde, kaldırım, bilinen anlamda sokak bile o günün Mekke’si için oldukça lükstür ve bunu tahmin etmek hiç de zor değildir. Belki sadece mahalle anlamına gelebilecek bir yer olarak şi’b denilen bir mekân söz konusudur olabilir ki burası da insan eliyle tanzim edilmiş bir bölgeyi tanımlamaz; daha ziyade kabilenin daha alt bir biriminin yaşadığı doğal bir bölgeyi ifade eder. Yani yine yapay değildir, insan eli değmemiştir.
Mekke’nin sokaklarında dolaşmaya devam edeceğiz.
Yorumlar
Yorum Gönder