Yahudi kutsal metinlerine göre peygamberlerin sayısı yaklaşık 50’yi bulurken bu rakam Kuran’a göre, üçü ihtilaflı olmak üzere, toplamda 28’dir. Yarı yarıya bu oran, İsrailoğullarının nübüvveti kurumsallaştırmasıyla ilgili olmalıdır. Kuran’da adı geçen peygamberlerin, İslam kaynaklarındaki kronolojik sıralaması, Hz. Adem’den itibaren şöyledir:
1.
Adem -
2.
İdris -
3.
Nuh -
4.
Hud Arap
5.
Salih Arap
6.
İbrahim İsrailoğulları
7.
Lut İsrailoğulları
8.
İsmail Arap
9.
İshak İsrailoğulları
10. Yakup İsrailoğulları
11. Yusuf İsrailoğulları
12. Eyüp İsrailoğulları
13. Şuayb İsrailoğulları
14. Musa İsrailoğulları
15. Harun İsrailoğulları
16. Davut İsrailoğulları
17. Süleyman İsrailoğulları
18. Yunus İsrailoğulları
19. İlyas İsrailoğulları
20. Elyesa İsrailoğulları
21. Zülkifl İsrailoğulları
22. Zekeriya İsrailoğulları
23. Yahya İsrailoğulları
24. İsa İsrailoğulları
25. Üzeyir İsrailoğulları
26. Lokman -
27. Zülkarneyn -
28. Muhammed Arap
Görüldüğü üzere listede 28 isim vardır ve bunların büyük
çoğunluğu İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdir. Adem, İdris, Nuh gibi
isimler ilk insan ve ilk peygamberler olarak ortak kabul edilirse Kuran’da
geçen 25 peygamberin yaklaşık ¾’ünün İsrailoğullarına gönderilmiş peygamberler
olması tesadüf olmamalıdır. Listede Hz. İsmail ve Hz. Muhammed dışında Araplara
peygamber olarak gönderilen sadece iki isim yer almaktadır: Hud ve Salih
peygamberler. Kuran açısından Hz. İbrahim, Musa, Davud, Süleyman ve İsa
nübüvvetin köşe taşı mesabesindeki isimler olmasına karşın Üzeyir, Lokman ve
Zülkarneyn’in peygamberliği ihtilaflıdır. Son iki ismin Arap coğrafyasıyla
ilişkisi olmasına karşın peygamberlikleri şüpheli olduğundan, Araplara
gönderilen peygamber sayısı sadece dört tanedir.
Bu bilgiyi teyit eden, Hz. Peygamberden bir hadis nakledilmektedir ki buna göre Ebu Zer’in sorduğu bir soruya Peygamberin cevabı şöyledir:
- “Peygamberlerden dört tanesi Araptır. Hud, Salih, Şuayb ve Ey Ebu Zer (dördüncüsü de) senin peygamberindir.” (منهم اربعة من العرب؛ هود و صالح و شعيب و نبيك يا ابا ذر). (İbn Hacer, Fethül-bari, 10/172).
Muhaddisler hadisin senedinde problem olduğunu söylese de içerik
açısından Kuran’da geçen peygamberlerin kimliğine yönelik bir perspektif sunduğu
açıktır. Ancak bizim verdiğimiz listede İsrailoğullarına gönderildiği söylenen Şuayb’in
burada Arap olduğu zikredilmektedir. Kuran açısından onun Hz. Musa ile yakın ilişkisi
(kayınpederi) dikkate alındığında onun Arap olsa bile Araplara mı yoksa
İsrailoğullarına mı gönderildiği belli bir ihtiyatı gerekli
kılmaktadır.[1]
Yukarıdaki listede asıl sorulması gereken çok daha hayati
sorun; Mekkeliler niçin kendilerini Hz. İsmail’in soyundan geldiklerini
söylemektedir de İsmail’den çok önce yaşayan büyük ataları Hud ve Salih
peygamberle ilişkilendirmemektedirler. Atalar kültünün kutsal sayıldığı bir
toplumda, İsmail’den çok önce yaşayan ve halis Arap olduğunda hiçbir kuşku
bulunmayan Hud peygamber dururken, Yahudilerin de atası olarak kabul edilen Hz.
İbrahim ve oğlu İsmail ile irtibat kurma konusunda niçin bu denli ısrarcı ve
istekli olunmuştur. Gerçekten incelenmeye değer bu olgunun çözümlenebilmesi
için Hud ve Salih Peygamberin uzak atalardan (arab-ı baide) olmasının bir
etkisinin olup olmadığı ya da hicret sonrası Medine’sinde İsrailoğulları ile
yüz yüze gelmenin Hz. Peygamber’de nasıl bir etki bıraktığının tavzih edilmesi gerekmektedir. Peygamberliğin kurumsal olarak İsrailoğulları
(İshak) ile İsmailoğulları arasında paylaşılmasına rağmen İsrailoğulları
peygamberlik açısından sadece kendi kitaplarına göre değil Kuran’a göre
de tartışmasız açık ara büyük bir üstünlüğe sahiptir. Dolayısıyla İsrailoğullarının
karşısında bir İsmail oğullarından söz edilebiliyorsa bu biraz da Hud ve Salih
sayesindedir.
Gerçi her iki peygamberin İsrailoğullarına gönderildiği yönünde bazı kayıtlar varsa da[2] en azından yaşadıkları bölge itibariyle ya da İslam kaynakları açısından onların Arap olduğu ve Arap coğrafyasında yaşadıklarında herhangi bir şüphe yoktur. Üstelik Yahudilerin kutsal metinlerinde bu iki peygamberden bahsedilmemektedir. Taberi (ö. 310/923), Tevrat’ta Ad ve Semud’dan bahsedilmemesini zımnen onların Arap olmasıyla ilişkilendirmektedir ki çok haklıdır. Ayrıca Taberi, Arapların İslam gelmeden önce Hud ve Salihi bilmiyorlardı diyenlerin hata ettiklerini de söylemektedir.
- “Tevrat ehline gelince onlar derler ki: Tevrat; Ad, Hud, Semud ve Salih'ten bahsetmemiştir. Bu kişilerin şöhreti Cahiliye ve İslam dönemlerinde İbrahim'in şöhreti gibidir.” (فاما اهل التوراة فإنهم يزعمون ان لا ذكر لعاد ولا ثمود ولا لهود و صالح في التوراة، وامرهم عند العرب في الشهرة في الجاهلية والاسلام كشهرة ابراهيم و قومه.). (Taberi, Tarih, 1/232).
Hud ve Salih
peygamberin İsrail oğullarına ve onların yaşadıkları bölgelere ve topluluklara
değil de Araplara ve Arap yarımadasına ve burada yaşayan topluluklara peygamber
olarak gönderilmesi Kuran açısından istisnai bir durumdur. Zira her iki
Peygamber ve kavimleri uzak atalardan (arab-ı baide) olmanın yanında birbirinin
ardılı iki topluluktur. Gerçi Salih peygamberin, Hz. İsa’dan sonra yaşadığına
yönelik bazı kayıtlar bulunsa da bu, Arap tarihçiliğinin dikkatsiz ve
özensizliğiyle ilgili olmalıdır.
Kuran çok açık bir şekilde Ad ve Semud kavimlerini
birbirinin ardılı olarak peş peşe zikretmektedir. (Ankebut 29/38, Fussilet
41/13, Necm 53/50-51). Bu kullanımların hepsinde önce Ad kavmi hemen ardından
Semud kavmi ifadesi geçmektedir. Bir ayet hariç (Hakka 69/4) her zaman Ad
kavminin ismi Semud’dan önce gelmektedir. Buradan hareketle müfessirlerin çoğu
zaten onların birbiri ardından gelmiş iki topluluk olduğu yönünde ortak görüş
bildirmişlerdir. Özellikle Hud peygamberin gönderildiği kavme birinci Ad (Ad-ı
ûla), onlardan sonra gelenlere de ikinci Ad (Ad-ı uhra) kavmi denilmektedir. (Zemahşeri,
Keşşaf, 6/368).
Her ikisinin de Hz. İbrahim’den önce gönderilen peygamber
oldukları ve özellikle Hud peygamberin Nuh peygamberin soyundan geldiği
ensab müellifleri tarafından gösterildiği gibi Cahiliye Arapları Hud ve Salih
peygamberi çok iyi biliyor olmalıdırlar. Zira Ad ifadesinin kadim (eski)
değil akdem (en eski) anlamında sıklıkla darb-ı mesel olarak
kullanıldığı biliniyor. Bu kadar da değil, Hud’un Arapça konuşan ilk kişi
olduğuna yönelik bilgiler yanında özellikle Kuran’da hiçbir peygamber ve
kavmine iki ayrı sure tahsis edilmezken Hud suresi ve Ahkaf suresi gibi iki müstakil
Kuran suresine ad olarak konulması üzerinde durulmayı gerektirecek kadar önemli olmalıdır.
Ayrıca pek çok erken dönem kaynakta hem Hud hem de Salih
peygamberin Mekke ile ilişkilendirildiği hatta orada öldükleri ve gömüldükleri
yönünde bilgiler bulunmaktadır. (Taberi 1/232; Ezraki, 1/30). Bu bilgilere
ihtiyatla bakmak gerekse de her iki ismin Mekke ve Medine’ye çok uzak
olmayan bölgelerde yaşadıkları rahatlıkla söylenebilir.
Peki neresidir bu bölge? Hud peygamberin Yemen bölgesinde yaşadığına ve bu bölgeye peygamber olarak gönderildiğine yönelik hiçbir ihtilaf yoktur. Ad kavminin Ahkaf (الأحقاف) denen bölgede yaşadıkları bizzat Kuran tarafından ifade edilmekte (Ahkāf 46/21). Bu ayeti açıklayan müfessirler bu bölgenin Yemen’de olduğunda ittifak halindedirler.
İhtilaf Salih Peygamberin yaşadığı Hıcr bölgesiyle ilgilidir ki bu bölge güneyde değil kuzey tarafındadır. Buna göre Semud kavminin yaşadığı Hıcr ya da Medain-i Salih denen yerlerin bugünkü Medine ile Şam arasındaki Vâdilkurâ denilen, sarp kayalıklarla çevrili bölge olduğu söylenmektedir. Ancak kökenleri Hz. İsmâil’den önceki döneme dayanan Semudluların Âd kavminin devamı kabul edildiği, bu nedenle “ikinci Âd” denilmesi dikkate alındığında onların da Yemenli olduğu çıkarsanabilir. Gerçi Hz. Peygamberin Tebuk seferine çıkarken Hıcr denen bölgeye uğradığı yönündeki bilgiler buranın güneyde değil kuzeyde olduğuna dair belli bir çekinceyi gerekli kılsa da anlaşıldığı kadarıyla Semudlular, Himyeriler tarafından Yemen’den sürüldükten sonra bu bölgeye (Hıcr) yerleşmiş olmalıdırlar. (Beyyûmî Mehrân, Dirasat tariyye, 1/265-267). Son zamanlarda yapılan araştırmalar da bunu teyit eder mahiyettedir. Gerek Semudlulardan kalma kitabelerin Yemen’deki Müsned yazısıyla olan sıkı ilişkisi gerekse onlara ait çok sayıda oyma yazıların bulunması Semudluların aslen Yemenli olduklarını göstermektedir. (Cevad Ali, Mufassal, 1/329).
Her iki peygamberin Şam ya da İskenderiye kenti gibi
yerlerde yaşadığı yönündeki bilgiler ise daha çok Ad ve Semud’un yaptığı
görkemli binaların, dağlarda kayaları yontarak yaptıkları geniş ev ve sarayların,
kısaca şehircilik açısından benzeri görülmemiş yapıların bu bölgelerde olmasıyla ilgilidir.
Oysa bu gerekçe Yemen için çok daha geçerlidir çünkü burası tarih ve kültür
zenginliğiyle Arap yarımadasının en mamur bölgesi olduğunda en ufak bir şüphe
yoktur.
Zaten peygamberlerin çıktığı bölgelere dikkat edilirse genelde gelişmiş veya gelişmekte olan yerler olduğu görülür. Bu yönüyle Yemen, tarih boyunca uygarlık merkezlerinden biri olmuş, dünya ticaretinin merkezlerinden biri olmasıyla Arap yarımadasının diğer bölgeleriyle kıyas kabul etmeyecek denli önemli bir yerleşim alanıdır. Ticaretin burayı ayrıcalıklı kılması bir süre sonra Kureyş’in ticaret ile öne çıkmasıyla Mekke’de de görülmektedir.
[1] İbn Teymiyye, Şuayb’ın Hûd ve Sâlih gibi Arap olduğunu,
Mûsâ’nın ise İbrânî soyundan geldiğini söylemekte ve Kuran’da geçen suyun
başında bekleyen kızların babasının ne Şuayb ne de onun kardeşinin oğlu
olamayacağını ileri sürer (İbn Teymiyye, Kıssatü Şuʿayb, I,
63-64).
[2] Hud peygamberin İsrailoğulları ile ilişkisinden söz
eden bazı kaynaklar Hud kelimesinin bizzat Kuran’da Yahudi olmak anlamına
kullanıldığı (Bakara 2/111, 135, 140), söylenmektedir. (Rağıp, hvd md.).
Yorumlar
Yorum Gönder