Modern dönem Kuran çevirilerinde en sorunlu pasajlardan biri Buruc suresi 4. Ayetinde geçen “Ashabu’l-Uhdud” ifadesidir. Çevirmenlerin yetersizliği genel kitleyi de etkilemiş hem ayette geçen "kutile" ifadesine verilen yanlış anlam hem de öznenin doğru tayin edilememesi nedeniyle “işkence yapanlar” ile “işkence yapılanlar” yer değiştirmiştir. Kur'an Mealleri'nde çeviri sorununun en tipik örneklerinden biri olan bu ayet, Dücane Cündioğlu’nun bu konuda yazdığı bir eleştiri yazısından sonra (“Kuran Adına Konuşmanın Vebali”, Haksöz Dergisi, Ekim 1994, sayı: 43, sh. 43-46) kısmen düzeltilebilmiş ama yine de genel okuyucunun zihnindeki karışıklık tamamen ortadan kalkmamıştır. Bu facianın faili olan Ashabul-Uhdud “işkence yapanlar" olarak tanımlanınca Yemenli Yahudileri, “işkence yapılanlar” olarak tanımlandığında ise Necranlı Hristiyanları kastetmesine rağmen bu tarihsel bilgi dikkate alınmadığından “hendek sahipleri” anlamına gelen ifade “hendeğe atanlar” mı yoksa “hendeğe atılanlar” mı olduğu noktasında bir kördüğüme dönüşmüştür.
Bu ifadenin geçtiği Buruc suresi 4-11. Ayetler arasındaki pasaj, 6. Yüzyılda, Yemenlilerin neden olduğu büyük bir facianın hikayesini anlatmaktadır. Olay, Necran’da yaşayan Hristiyanların kuyularda yakılmak suretiyle öldürülmelerini konu edinen büyük bir katliamın hikayesidir. Aslında karışıklık sadece modern dönem çevirilerinde görülmemekte, klasik dönem tefsirlerinde de zaman zaman bu karışıklığı besleyen rivayetler yer almaktadır. Peki “kuyuya atanlar” ya da “kuyuya atılanlar” bu kadar önemli midir? Şüphesiz önemlidir, çünkü Kuran’dan çok kısa bir süre önce yaşanmış tarihsel bir olayın daha dil düzeyinde anlaşılamamış olması içerikteki tarihsel hakikat sorununu ötelemiştir.
Konu üzerinde hem meal hem tefsirlerde görülen karışıklıklara dair önce bazı örnekler verelim: Daha yakın bir dönemde, Süleyman Ateş, mealini ilk yayınladığında; “Ashabu’l-Uhdud” için “Öldürüldü hendeğin (içine atılan) adamları” şeklinde bir anlam vermiş ancak daha sonra mealinin yeni baskılarında hatasını düzelterek “Ki kahroldu o hendeğin adamları” demek zorunda kalmıştır. Modern dönem müfessirlerinden Hamdi Yazır (ö. 1942) da ayetteki “kutile” lafzının “öldürüldü” şeklinde hakikî anlamda kullanılmasının câiz görüldüğünü (Hak dini, 9/103) belirtmektedir ki bu durumda olayın failleri Yemenliler olmayıp Necranlı Hristiyanlar olmaktadır. Klasik dönem müfessirleri arasında konu hakkında en geniş bilgiyi veren Taberi (ö. 310/923), Ashabu’l-Uhdud kavramından kimlerin kastedildiğinin net olarak anlaşılmadığını, bu konuda farklı görüşlerin bulunduğunu söylemektedir. (Camiül-beyan, 24/270). Benzer kafa karışıklığı cinayetin faillerinin kimliğine yönelik yorumların çeşitliliğinde de görülmektedir: Buna göre klasik tefsirlerde, bunların Habeşliler, Nabatlılar ya da İsrailoğulları gibi farklı coğrafyalarda yaşayan topluluklar oldukları yönünde birbirinden oldukça farklı görüş ileri sürülmüştür. (Suyuti, Dürrü’l-mensur, 15/ 332- 334).
Oysa söz konusu olay, tarihi veriler açısından oldukça açık ve nettir. Buna göre; milattan sonra 525 senesinde Yemende hüküm süren Himyeri devletinin Yahudi dinini benimseyen Zünüvas, dinini komşu bölgelere yayma girişiminde bulunmuş, Arap yarımadasında en fazla Hristiyan’ın yaşadığı Necran, doğal olarak en büyük hedef haline gelmişti. Necranlılar teklifi reddettiler. Bunun üzerine Zünüvas, beraberinde 120 bin kişilik Yemenli ile Mekke’nin güney batısında yer alan Necran bölgesinde yaşayan Hristiyanlara dinlerini bırakıp Yahudiliğe geçmemeleri nedeniyle büyük bir saldırıya geçti. Bölgeye gelen Yemenliler ilk başta yaklaşık iki bin kişilik bir kalabalığı bir kiliseye doldurarak ateşe verdiler. Tek Tanrılı din savaşlarının ilk ve en ilkel örneklerinden biri olarak kayıtlara geçen bu savaşta, her türlü vahşet denendi. Yemenliler, kazdıkları uzun ve derin hendeklere odun doldurarak Hıristiyanları içine atıp diri diri yaktılar. Öldürülen Hıristiyanlar arasında toplumun lideri Haris b. Ka’b başta olmak üzere, rahipler, piskoposlar, çocuklar ve kadınların da içinde bulunduğu binlerce kişi bulunuyordu. (Irfan Shahid, The Martyrs of Najrân, s. 46-64).
Kuran’da Peygamber kıssalarının dışında, Yemenlilerin gerçekleştirdiği birbirine yakın dönemlerde gerçekleşen iki büyük saldırı yer almaktadır. Bunlardan biri Fil suresinde geçen Ebrehe ve ordusunun Mekke'ye saldırması diğeri ise Ashabu’l-Ahdud’dur. Aslında, bu iki olayın farklı surelerde ve bağlamlarda ele alınmasına rağmen tek bir hadisenin iki yüzü gibidir. Ne yazık ki gerek Fil suresinde anlatılan ve Hristiyan Yemenlilerin başına gelenler gerekse Buruc suresinde Yahudi Yemenlilerin Necran’da yapıp ettikleri birbiriyle yakından ilgili olmasına rağmen bunu dikkate alan, tarih, sosyoloji ve antropolojinin verileriyle konuyu inceleyen çalışmalar yapılmamıştır. Bu iki olay, Kuran tarihi ve doğrudan Hz. Peygamber’in verdiği mücadele açısından hayati önemde olmasına karşın bu açıdan üzerinde durulmamıştır.
Oysa bu iki olayın ilkinde Yemenli Yahudiler, Necran’da yaşayan geniş bir nüfusa sahip Hristiyanlar üzerinde büyük bir katliam gerçekleştirmişler ve ardından Arap yarımadası cehenneme dönmüştür; ikincisi ise buna bağlı olarak gelişmiş ve bu defa Hristiyan Yemenliler benzer bir katliam için Mekke’ye, Arap paganları yok etmek için saldırmışlardır. Bu iki olayın etkileri hem Mekke açısından hem de Yemen açısından sanılandan büyük olmuştur. Bu iki olayın ardından Yemen belini bir daha asla doğrultamamı ve o eski ihtişamlı dönemine bir daha kavuşamamıştır. Kısa zaman aralıklarıyla Yemen'de önce Yahudiler sonra Hristiyanlar yönetime gelmiş, hemen ardından Sasanilerin bölgeye inmesiyle Mecusilik de etkin bir duruma gelmiş, kısa bir zaman sonra Hz. Peygamber'in ortaya çıkmasıyla bu defa İslam dini bölgeye hakim olmuştur. Yaklaşık yüzyıllık bir zaman dilimi içinde gerçekleşen tüm bu gelişmeler ile tarihte Yemen'in bir benzerini göstermek zordur.
Tarihte Mainliler, Sebeliler, Himyeriler, Katafanlılar gibi yüksek kültür ve uygarlık üreten Yemenliler, bir daha böylesine büyük medeniyetler inşa edemediler. Kısaca her iki olayın gerçekleştiği dönem Yemen için tam bir felaketle neticelendi. Bernard Lewis (ö. 2018) Yemen’in bu çöküşünü çok açık ifadelerle dile getirir:
·
“IV. ile VI. yüzyıllar
arası bir gerileyiş ve bozuluş devri oldu. Güneybatıda Yemen medeniyetleri
çöktü ve yabancı hâkimiyet altına girdi. Refahın kayboluşu ve güney
kabilelerinin kuzeye göçleri, Arap millî geleneğinde tek bir olayla, Ma'rib su
bendinin yıkılarak harabiyetin doğması menkıbesiyle belirtilmiştir. Kuzeyde,
önceki mamur sınır devletleri Roma İmparatorluğu'nun doğrudan doğruya
hâkimiyeti altına girdi yahut düzensiz göçebe hayatına döndü. Yarımadanın hemen
her tarafında mevcut şehirler geriledi veya ortadan kalktı; göçebelik her yerde
ticaret ve ziraatın zararına yayıldı.” (B. Lewis, Tarihte Araplar, s.
41)
Ashabu'l-uhdud konusuna dönecek olursak, olayın önemi, özellikle Hz. Peygamberin içinde yaşadığı dönemi ve dolayısıyla coğrafyayı bütünüyle belirlemiş olmasıdır. Fil suresinde anlatılan Hristiyan Yemenlilerin Mekke’ye saldırısı olmasaydı tarihin nasıl cereyan edeceğini kestirmek elbette zordur; ancak Kureyşlilerin bölgenin en güçlü kabilesi haline gelmesinde bu olay son derece belirleyici olmuştur. Yahudi Yemenliler eğer Necran’a saldırmasalardı muhtemelen Ebrehe ve ordusu da Mekke’yi hedef almayacaktı. Daha özelde söylenecek olursa, Kabe’yi yıkmak için gelen Ebrehe’nin yaptırdığı kilisenin (Kulleys) Sana’da değil, Necran’da olduğuna yönelik güçlü deliller dikkate alındığında Ashabu’l-Uhdud olarak nitelenen Yahudi Yemenlilerin de dolaylı olarak Kabe ve Mekke’nin yükselişiyle doğrudan ilişkilendirmek mümkündür.
Kaynaklarda geçen bilgilere göre Necran Kabesi (Deyrü Necrân) olarak da isimlendirilen Kulleys, Necran’da öldürülen Hristiyanlar anısına yapılmıştır. Bu mabedin San'a, Zafar ve Necran'da olduğuna yönelik farklı görüşler içinde en güçlüsü Necran olduğu anlaşılmaktadır. Ebrehe, kiliseyi ibadet yeri olmanın yanı sıra bir hac merkezi olarak tasarlamış ve Necran, rakipsiz bir hac merkezi olması ve burada Ashabu’l-Uhdud’un öldürdüğü masum insanlar (şehitler) nedeniyle diğerlerine göre daha önceliklidir. Kulleys’in San'a dışında başka bir yerde inşa edilmiş olabileceği, San'a ile ilgili kaynaklarda yer alan bazı ifadelerle de desteklenmektedir. Yâkût el-Hamavi (ö. 626/1229), İslam öncesi San'a'nın aslında Zafar olduğunu belirtirken, Dineverî (ö. 282/895) eski zamanlarda bu şehrin Damar olarak adlandırıldığını söylemektedir. Bu bağlamda önemli olan, bu ifadelerin San'a'nın eski zamanlarına dair doğru ya da yanlış olup olmaması değil, Orta Çağ yazarlarının Ebrehe'nin başkentine dair şüphe duymalarıdır ve bu şüpheler alternatiflerin dikkate alınmasını haklı çıkarır.
Kısaca Mekke’nin yakın tarihinde, reel politiğin bu denli iç
içe olduğu bu ilişkiler ağı dikkate alınmadan, ne Hz. Peygamber’in verdiği
mücadele ne de O’nun tebliğ ettiği Kuran’ın tekevvün ve teşekkül ettiği zemin
doğru anlaşılabilir.
Yorumlar
Yorum Gönder