Ana içeriğe atla

Kur'an ve İranlılar -VI-

İlkel toplumların ölüm sonrası düşüncesine dair modern antropolojik kayıtlardan haberi olmayan kimi ilahiyatçılar, İslam öncesi Mekkeli müşriklerde ahiret inancının olmadığını ileri sürmelerinin tipik bir örneği şu satırlardır:

·       “Kısacası İslam öncesi cahiliye Arapları arasında kıyametin kopması, öldükten sonra dirilme ve yaptıklarından hesaba çekilerek sonunda cennete veya cehenneme gitme diye bir anlayış mevcut değildi.” (Mesut Okumuş, “Kuran ve Sünnette Dünya ve Ahiret Hayatına Bakış”, Diyanet İlmi Dergi, s. 126)

Peki kesin bir yargıyla ifade edilen bu satırlar doğru mudur?

Öncelikle belirtmek gerekir ki modern dönemde gelişen bir kısım ilmi gelişmelerden habersiz, dinler tarihi başta olmak üzere, antropoloji, mitoloji, etnoloji gibi disiplinlerden bigâne, Kuran’ı sadece literal anlamıyla okuyup yorumlayan ilahiyatçıların bu yargılarına güvenilemez.

Evet, Kuran’da bir kısım ayetlerde Mekkeli müşriklerin ahireti inkâr ettiğine yönelik ifadeler vardır ancak tam tersi onların bunu kabul ettiklerine yönelik çok daha fazla ayet bulunmaktadır.

Mekkeli müşriklerin ahirete inanmadıkları yönünde bir algı bulunsa da en ilkel toplumlardan itibaren ölüm ve sonrasına dair bir inancın gerekliliği, Cahiliye dönemi Arapları gibi ilkel bir toplumun da bundan azade olmadıkları/olamayacakları çok açıktır. Kur’an’da buna işaret eden oldukça fazla örnek bulmak mümkündür. Mesela sadece ahirette putların şefaatinden söz edilmesi (Enam 6/94) onlarda belli bir ahiret anlayışının varlığını çok açık biçimde göstermektedir. Hz. Peygamberin yaşamında, ona muhalefet eden Kureyşlilerin algısında da buna dair oldukça örnek göstermek mümkündür. Mesela sadece Ebu Leheb’in tutumundaki radikal değişikliğin nedenlerinden biri olarak gösterilen “babası Abdulmuttalib’in öte dünyadaki durumu” hakkında peygamberin sözleri bu konuda bir fikir vermektedir. Zaten erken dönem kaynaklarından İbn Habib (ö. 245/860), Cahiliye Araplarının inançları konusundaki genel algıyı çok açık biçimde ifade etmekte ve “Arapların çoğunun öldükten sonraya (ba’s) inandıklarını” söylemektedir. (كان اكثر العرب يئمنون بالبعث) (Muhabber, 322).

Kısaca Cahiliye dönemi Arap’ının bir şahsın ölmesinden sonra cesedine gösterdiği saygı, kabre konurken gerçekleştirilen törenler, defnedilmesi esnasında okunan dualar, ölünün yanına defnedilen bazı eşyaların varlığı, kabir üzerine kesilen akira denen bir nevi kurban, arkasından okunan mersiyeler, hatta kimi mersiyelerde kullanılan ifadeler, yine onların öte dünyada şefaatin imkânı gibi bir dizi adet, gelenek ve görenekler onlarda ahiret inancının olduğunu göstermektedir.

Ancak öldükten sonra dirilmenin imkânı bağlamında Kuranda yer alan az sayıdaki bir gurup ayet, tüm Mekkeli müşriklere değil, özel bir sınıfa işaret ediyor görünmektedir:

·       (وَقَالُٓوا اِنْ هِيَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوث۪ينَ). “Dediler ki: "dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Biz diriltilecek değiliz.” (En’ām 6/29).

·       (قَالُٓوا ءَاِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَ ). “Andolsun bu tehdid bize de bizden önce atalarımıza da yapıldı. Bu, evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir.” (Mu’minûn 23/82)

·       (وَقَالُوا مَا هِيَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَٓا اِلَّا الدَّهْرُۚ وَمَا لَهُمْ بِذٰلِكَ مِنْ عِلْمٍۚ اِنْ هُمْ اِلَّا يَظُنُّونَ). “Dediler ki: "Ne varsa dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helak etmiyor." Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar.” (Câsiye 45/24)

·       (ءَاِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًاۚ ذٰلِكَ رَجْعٌ بَع۪يدٌ). “Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (tekrar bedene döneceğiz)? Bu, uzak bir dönüştür.” (Kaf 50/3)

Bu ayetler, tamamı olmasa da bazı Mekkeli müşriklerin bu dünya hayatından başka bir hayatın olmadığını ve sadece belli bir zaman yaşama sahip olduklarını iddia etmelerini eleştirmektedir. Bu açıdan öte dünya yaşamının yokluğuna hükmedip, un ufak olmuş kemiklerden yeniden diriltmenin olmayacağına dair iddialarının yersiz olduğu ve bunun ancak bir zandan ibaret olduğu dile getirilmektedir.

Özellikle Casiye suresinde geçen Dehr kavramı bir başka surede yinelenmekte ve farklı bir bağlamda ikinci kez tekrar edilmektedir.

·       (هَلْ اَتٰى عَلَى الْاِنْسَانِ ح۪ينٌ مِنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُنْ شَيْـًٔا مَذْكُورًا). “İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? (İnsan 76/1).

Ulema, Kuranda iki kez geçen ve zaman anlamına gelen dehr kavramından hareketle Mekke’de bu inanca sahip kimselerin varlığından söz etmekte ve bunlara dehriler demektedirler. İşte meseleye bütüncül bakmamanın neticesi olarak, Mekkelilerin ahirete inanmadıkları yönündeki yorumlar da daha ziyade bu ayetler bağlamında genel bir hükümmüş gibi sunulmaktadır. Oysa kaynaklar, ikili bir ayırımla, Mekke’de etkili ama çok az bir gurubun ölüm sonrası yaşamı inkar ettiklerini, halkın büyük çoğunluğunun ise bunun tersine ahirete inandıklarını söylemektedirler.

Alusi (ö. 1924), Mekke’de Dehriler adında bir gurubun varlığından söz etmekte, “bilindiği gibi Dehriler Mekke’de var olan bir akıma mensuptular” demektedir. Bu kimseler "her şeyin faili olarak zamanı görüyor, zaman ve maddenin ezeli ve ebedi olduğunu iddia ediyorlardı.” (Alusî, Buluğu’l-ereb, 2/227)

Kur’an’ın indiği toplum yeknesak olmayıp değişik inanç biçimleri onlarda da vardı. Bunlara tek kelimeyle müşrik dense de mesela Şehristanî (ö. 548/1153) onları muattıla ve muhassıla olmak üzere iki farklı gruba ayırmaktadır. Yine muattılayı da her şeyi zamana yani dehre bağlayanlar ile yaratıcıyı kabul edip öldükten sonra dirilmeyi reddeden gruplar olmak üzere ikili bir taksime tabi tutmakta, yukarıda verilen ayetlerin de bu iki grup hakkında nazil olduğunu söylemektedir. (Şehristani, Milel, 3/651-652). Benzer şekilde Makdisi (ö. 355/966) de aynı ayırımı yapmaktadır. (el-Bed' vet-tarîh, 4/31). Feyyumî ise farklı iki gruptan; dehriler ile müşriklerden söz etmektedir. (Feyyumî, Fi'l-fikri'd-diniyyi'l-cahili, s. 270-273).

 Peki kimdir bu dehriler?

Kuşkusuz bu iki gruptan en etkili olanı Dehriler, toplum içerisinde işgal ettikleri sosyal statü nedeniyle tabiri caizse sesi en gür çıkanlardı. Dolaysıyla onların düşünceleri daha çok eleştiri konusu edildiği için, daha sonra gelen müelliflerce tek düşünce buymuş gibi bir algının oluşmasına neden olmuş görünmektedir. Dehr kavramı hicri üçüncü asırdan sonra bir anlam değişimine ve genişlemesine uğramış; geçen zaman içinde kavramın anlamı öylesine farklılaşmıştır ki İslam dünyasında özellikle Halku’l-Kuran tartışmalarının alev almasıyla birlikte zındık kavramı dehr kavramı ile eşitlenmiş ve ilahi kelamı mahluk görenler zındık olarak nitelenmişlerdir. Zaman içinde kadercilik, ahireti inkar ve dinden dönme (irtidad) ile ilişkili olarak çok geniş bir yelpazede ilhadi ve zındıklık hareketlerinin tamamı için özel bir adı olmuştur.  

Zındık kavramının etimolojisi İslam öncesi döneme uzanmaktadır. Kelime Süryanice zaddiq ve Aramice zaddik kelimesinden dönüşerek Pehlevice’ye intikal etmiştir. Bu Farsi/İrani kavramın anlamı ise İslam kaynaklarındaki gibi olumsuz değildir. Zend, Avesta’nın yorumu (Avesta ud Zend) demek olup, Zerdüşt’e kadar geri gitmektedir. Ancak İslam kaynaklarında daha ziyade Zerdüştiliğin içinde bir sapma olarak değerlendirilen Maniheizm ve Mazdekizm özelinde kullanılmıştır.

İşte yukarıda verilen ayetlerde söz konusu edilen bu bir gurup Kureyşli için kullanılan kelimelerden biri de zındık (zendik) tabiridir. Bu bağlamda İbnu’l-Kelbī, (ö. 204/820), İbn Habib, (ö. 245/860) ve İbn Kuteybe (ö. 276/890) gibi erken dönem kaynaklarının Kureyşli zındıklara atıf yapmaları boşuna değildir.

Kuran’ın nazil olduğu dönemde; Sasanilere tabi olan Laḫmi devletinin başkenti olan Hire’de ağırlığı İranlılar oluşturmaktaydı.
Kuran nazil olmadan önce Sasani kralı Kubad, 6. yüzyılın başlarında Zerdüşti bir sapma olan Mazdek’in anlayışını Hire yoluyla Arap yarımadasına yayma girişiminde bulunmuş ve Hire’de yönetimi değiştirmişti. Bu bölgeye gidip gelen bazı Kureyşliler buradaki dönemin İranlılarının inançlarından etkilenmiş olmalıdırlar. İşte Kureyşli zındıklar denen kimseler bunlardır. Bu inanç biçimi en temelde Sasani-Zerdüşti ve Mecusi geleneğinin düalist yapısına muhalif bir tutum olarak ortaya çıkmış ve menşe olarak yine İrani bir karaktere sahip zurvanizm (sınırsız zaman) fikriyle ilişkilendirilmiştir. Zurvan bu anlamda dehr kavramıyla da örtüşmektedir. Izutsu (ö. 1993) semantik yöntemle dehr kavramını daha serbest bir yorumla “diktatör bir patron”a benzetmektedir. “Dehr denen bu diktatör patronun yönetimi, insanın son nefesine kadar sürer. Ölüm, insanın hayatı boyunca zulmü altında inlediği bu zalim diktatörün son darbesidir.” (Izutsu, Kuranda Allah ve İnsan, s. 6).

Peki Kureyşli bu zındıklar kimlerdir?

İbnu’l-Kelbī ve İbn Habib, Kureyşli bu zındıkların tek tek isimlerini vermektedir: ‘Ukbe bin Ebī Muayṭ, Ubey b. Halef, en-Nadr b. el-Ḥāris, Münebbih b. Ḥaccāc, Nübeyyeh b. el-Ḥaccāc, el-As b. el-Vāil, el-Velīd b. Müğīre. (Mesalib, s. 156). İbn Habib, bu isimlere Ebu Süfyān b. Harb’ı eklemekte ve onun da bu akımdan etkilendiğini söylemektedir. (Muhabber, s. 161).

Hulasa, çok sonraları sistemli bir ifadeye dönüştürülen âlemin kıdemi ve zamanın ezeliliğine dair düşüncenin Kureyşli bu zındıklara nasıl ulaştığı ve Kuranda bu konuya temas edilmesi yukarıda dile getirilenlerden kısmen anlaşılmış olmalıdır. Mecusi geleneğinin ana bünyesinin dışında kalanları tasvir etmede kullanılan zendig kavramının, zamanı sınırsız gören bir düşünceyle sıkı bir bağlantısı olmalıdır. Cahiliye Araplarından, en azından, küçük bir gurubun her şeyin zaman (dehr) içerisinde yok olacağını iddia etmeleri ve bu bağlamda ahiret söylemini olumsuzlamaları arasında bir ilişkinin var olduğu anlaşılmaktadır. Zira zurvan sınırsız zaman olarak dehrle aynı özellikleri taşımaktadır. Sasani Mecûsîliğinde hem kozmoloji hem de eskatolojiyi anlamlandırma bağlamında işlevsel bir kavram olarak kullanılan zurvan, düalitenin iki tarafının asli kaynağı olması bakımından dinî edebiyat tarafından açıkça kabul edilmediği de bilinmektedir. Hıristiyan reddiyecilerin Mecûsî geleneğini eleştirmede kullandıkları önemli bir argüman olan zurvan miti ise bu düşüncenin Mecûsî geleneğine aykırı bir biçimde var olduğunu ve bunun da Kureyşli bazı kimseleri etkilediği anlaşılmaktadır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...