Ana içeriğe atla

Kuran ve Samiler -I-

 Başlıkta yer alan Samiler, Irak ve Suriye başta olmak üzere Arabistan’dan Afrika’ya kadar uzanan coğrafyada özellikle Mezopotamya ve Orta Doğu halkaları için kullanılan etnik ve ırksal bir adlandırma olsa da din ve inanç bağları da baskın olan büyük bir gelenektir. Samiler (semitic), tarih içinde Akadlar, Babilliler, Asuriler, Amurrular, Aramiler, Süryaniler, Ken‘aniler, Nebatiler, Fenikeliler, İbraniler, Araplar ve Habeşler gibi çok geniş toplulukların tamamını kapsayan bir çatı kavramdır. Birbirinden bunca farklı topluluğun bu kavramın altında ele alınması, 19. yüzyılda başlayan arkeolojik belgelerin çözümlenmeye başlamasıyla özellikle bu kavimlerin dilleri arasındaki benzerlik karşılaştırmalı çalışmaların yapılmasıyla ortaya çıkmıştır.

Ancak bizi burada ilgilendiren Sami dillerinin ve ırklarının tarihsel süreçteki gelişimi değil, özellikle din ve inanç bağlarıdır. Kur’an’da Sami topluluklarına ilişkin onlarca hatta yüzlerce ayet; onların kimlikleri, peygamberleri, din adamları, mabetleri ve inanç biçimleri hakkında çok detaylı bilgiler vermektedir. Bu nedenle Samilere ilişkin vurguların Kuran’da ne denli büyük bir yekûn tuttuğunun açığa çıkarılması ve gösterilmesi gerekmektedir.

Daha açık ifade etmek gerekirse, Kuran -neredeyse- baştan sona Sami topluluklarının dinleri ve geleneklerinin anlatıldığı bir metindir yargısı hiç de abartılı görülmemelidir. Bunun için Kuran’da geçen toplulukların kimliklerine bakmak yeterlidir: Yahudiler, İsrailoğulları, Hristiyanlar, Müslümanlar, Müşrik Araplar, Hanifler ve Sabiiler hep Sami topluluğunun üyeleridir. Bu adlandırmaların bazısı etnik ve ırksal bazısı ise din ve inanç merkezli tanımlamalardır. Kuran'da bu toplulukların dışında kalan istisnai tek anlatım Rum suresinde açıkça ifade edilen Bizanslılar ile ima edilen İranlılardır. İranlıların Sami olmamalarına karşın özellikle Rumlar (Bizanslılar), her ne kadar Sami ırkından olmasalar da kavramın dinsel içerimleri göz önüne alındığında en azından bu savaşa katılan Bizanslı askerlerin bölge halklarından oluşu dikkate alındığında onların da Samilerden olduğu varsayılabilir. Zira üçüncü yüzyılın sonunda Bizans devleti bir Sami dini olan Hristiyanlığı benimsemişlerdi. Kuran’da anlatılan savaşın meydana geldiği bölgenin Hicaz coğrafyasına yakınlığı ve savaşa katılanların ağırlıklı olarak bu bölgede yaşayan Samiler olduğu dikkate alındığında genel yapıya ters bir durum söz konusu değildir. İranlılara gelince, onlar da Sami topluluklarından olmasalar da yaşadıkları coğrafya Mezopotamya ve Ortadoğu olduğundan Samilere komşu halklar olduğu söylenebilir.

Kuran’da bir defa geçen Mecusilik dışarda tutulacak olursa Kuran’da anlatılan büyük toplulukların neredeyse tamamına yakını Mezopotamya ve Ortadoğu menşeli Samilerden oluşmaktadır. Onların dışında Kuran’da herhangi bir topluluğa doğrudan atıf yapılmamaktadır. Mesela Kuran ayetlerinde uzak doğu dinlerine yapılan herhangi bir atıf bulunmadığı gibi Afrika kıtası, Kuzey Asya, Avrupa ya da daha uzak coğrafyadaki dinlere dair de bir atıf bulunmamaktadır. Mekke’nin politeist anlayışı karşısında çok sert tepkiler veren Kuran ayetleri, politeizmin çok daha katmanlı bir yapıya sahip Antik Yunanlıların çok tanrılı inanç biçimlerine de herhangi bir atıfta bulunmamaktadır. Kuran’ın geldiği çağda Mekke’ye uzak sayılan bölgelerde alabildiğine yaygın olan Budizm, Hinduizm ya da Konfüçyanizm gibi dinlere dair de hiçbir şey söylenmemektedir.

Şimdi Kuranda geçen Sami topluluklarına bakalım. Öncelikle Kuran’ın en önemli muhataplarından biri olan Mekkeli müşrik Araplar kendilerini ortak ata İbrahim ve oğlu İsmail’e nispet etmeleri yönüyle en temelde Sami topluluğun üyeleridir. Mekkeli Araplar onlarca (hatta yüzlerce) ayette yerilmekte, inanç ve yaşam biçimleri teferruatlı bir şekilde ele alınmaktadır. Aynı şekilde kendilerini Hz. İsmail ve babası İbrahim’e nispet eden Hz. Muhammed ve Müslümanlar da Kuran’da yüzlerce ayetle söz konusu Samilerin bir kolu olmaktadırlar. Mekke’de yaşayan az sayıdaki Hanifler topluluğu da Hz. İbrahim’in bakiye-i diniyesi ile amel eden Araplar olduğu için onlarda Sami topluluğun üyeleridirler.

Kuran’da hud ya da yehud ifadeleri ile anılan Yahudiler en büyük Sami topluluğunu oluşturmaktadırlar. Ayetlerde ikinci bir adlandırma ile ayrıca ele alınan İsrailoğulları da en temelde Yahudi ve Sami topluluklardandır. Ancak bu iki kavram arasında bir fark gözetilir. İsrailoğulları zamansal olarak kadim dönem Samilerini ifade ederken, Yahudilik daha çok Babil sürgünü ile başlayan ve özellikle Hicaz bölgesinde yaşayan Sami toplulukları ifade etmektedir. Kuranda nasara olarak geçen Hristiyanlar da Sami geleneğe ait bir topluluktur. Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar dışında kalan istisnai topluluklardan biri olan Sabiiler, Kuranda kendilerine sadece üç yerde atıf yapılmaktadır. Bu topluluğun İbrani ya da İsrailoğullarından olup olmadıklarına dair bir işaret bulunmasa da Samilerden oldukları kesindir.

Bu kavramların dışında daha ikincil derecede Sami topluluklarına temas eden ifadeler yer almaktadır. Mesela onların din temsilcileri ve kurumlarına yönelik ifadeler de bulunmaktadır. Öncelikle Kuranda geçen peygamberlerin neredeyse tamamı Sami peygamberleridir. Hz. Peygamber de dahil Hz. İbrahim, İshak, İsmail, Yakup, Yusuf, Musa, İsa vb. isimlerin hepsi Sami geleneğinin peygamberleridir.

Peygamberler dışında din adamı sınıfını temsil eden kavramlar arasında göze çarpan ifadeler şunlardır: havariyyun, kıssısin, ahbar, rabbaniyyun, ruhban gibi bir dizi kavram nihayetinde Sami toplulukların din amaları sınıfına gönderide bulunmaktadır. Buna göre; ahbar; Tevrat’ı iyi bilen alimler anlamına gelmekte; rabbani; Hz. Harun'un soyundan gelenlere verilen bir isim; kıssısin, savami (manastırlar) sakinlerine verilen bir isim olup, daha çok mabette münzevi ibadetle uğraşanlar Hristiyan din adamları anlamına gelmektedir. Havariyyun ifadesi Kuranda Yahudiler için kullanılan İsrailoğulları ifadesini hatırlatırcasına Hristiyanlar için benzer bbir kullanıma sahiptir. İsrailoğullarının on iki kabileden meydana gelen bir topluluk olmalarına karşın havarilerin sayısının da 12 olması tesadüf olmamalıdır.

Sami topluluklara gönderi de bulunan başka genel kullanımlar da vardır: Ehl-i kitap, ehl-i İncil ve ehl-i zikr bunlardandır. Özel olarak Hıristiyanları ifade etmek için ehl-i İncil (Maide, 5/47) terkibi yer almaktadır. Kuranda iki ayette ehl-i zikr (Nahl, 16/43; Enbiya, 21/7) terimi kullanılmış, bununla Tevrat ve İncil hakkında bilgi sahibi olan, Yahudi ve Hıristiyan bilginleri kastedilmiştir.

Yahudilerin ve Hristiyanların din adamları topluluğuna yapılan bu atıflar yanında mabetlerine yapılan atıflar da bulunmaktadır. Modern dönemde Hristiyan kilisesi ya da Yahudi sinagogları ifadesi geçmez ancak bunların yerine benzer başka ifadeler geçmektedir ve bunlar özellikle 7. Yüzyıl Hicaz bölgesinde görülen mabetlerdir. Samilerin din adamları sınıfı için kullanılan terimlerin yanında ibadet yerleri için özel kullanımlar da bulunmaktadır. Savami, biye, salavat (Hacc, 22/42) kelimeleri böyledir. Yahudilere ait bu mabet isimleri yerel adlandırmalar olarak Kurana intikal etmiştir. Hicaz Yahudileri dışındakiler bu isimlendirmeleri kullanmamaktadırlar. Buna göre Biya; kubbesi olan mabetler için kullanılırken, salavat ise Sinagog anlamına gelen "Tısaluta'' kelimesinden türeyen bir isimdir. (A. Jeffery, The Foreign Vocabulary of the Quran, s. 89). Savami ise köken olarak Habeşçe bir kelime olup genel olarak manastırlar (deyir) için kullanılmaktadır. (Jeffery, s. 201).

Tüm bu kavramları daha genişletmek mümkündür. Ancak biz Kuran’da geçen özellikle ehl-i kitap kavramını konumuz açısından çok daha önemli buluyoruz. Ehl-i kitab’ın kimler olduğu yönünde dile getirilen bir tebliğde şöyle denilmektedir:

·       “Ehl-i kitap Yahudiler ve Hristiyanlar değildir. Peki kimdir ehl-i kitap? Bu soruya, tebliğin değişik yerlerinde söylediğimiz gibi "Muhammed ümmetidir" diye cevap vereceğiz. Zira Kur'an-ı Kerim gerçek Ehl-i Kitab'ın, Allah'ın, insanlara uzattığı imdat eli (Hablullah) olan Kur'an-ı Kerim'e tabi ve "onun ehli" olanların, yani "Gerçek müminlerin vasıflarını birçok ayet-i kerimesinde bize bildirmiştir ki bunları tek tek sayıp dökmek bu tebliğin sınırlarını aşar. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki bu vasıflar tamamen "Muhammed ümmeti"nin vasıflandır.” (B. Çetiner, “Ehl-i kitap kimdir?”, Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Kitab, Tartışmalı İlmi Toplantı, 2007, s. 287)

2007 yılında Altunizade Kültür Merkezinde düzenlenen ilmi bir toplantıda sunulan bu tebliğde dile getirilenler tevilin “tam bir sıvama” aracına dönüştürüldüğünün çarpıcı örneklerinden biridir. Söz konusu tebliğin sahibi, Kuran’da geçen bu ifadenin Samilerin iki kolundan Yahudileri ve Hristiyanları işaret etmediğini aksine Müslümanları kastettiğini söylemektedir. Bu yorum denemesi, alanı tefsir olan birinin Kuran ayetlerine karşı “ne vereyim abime!” (anything goes) sakilliğiyle en azından bir ciddiyetsizlik örneği, daha fenası ise metnin anlamını tahrip etmesidir. Yazarın binlerce ilahiyat öğrencisine aktardığı bu paha biçilmez (!) yorum ile Kuran çalışmalarına ne denli önemli katkılar sunduğu ise bahs-i diğerdir. 


Peki kimdir ehl-i kitap? 

Kuran'da İbrahim ismi geçmekte fakat İbraniler ifadesi geçmemektedir. Aynı şekilde Samiler ifadesi de geçmemektedir. Ancak biz Kuran’da geçen ehl-i kitap ifadesinin kitapla belli ünsiyeti ifade etmesi nedeniyle içerim ve çağrışımlarının Samileri karşılamaya imkan veren bir ifade olduğunu düşünmekteyiz. Zira yazının başında ifade edilen genel Sami toplulukların gerek kutsal kitaplara sahip olmaları gerekse uygarlığın merkezi olan Mezopotamya bölgesinde okuma yazma ile olan ünsiyeti dikkate alındığında ehl-i kitap ifadesinin Samileri karşılayacak şemsiye bir kavram olduğunu düşünüyoruz. Kuran’da bu ifade en üst kavram olarak hem Yahudileri hem Hristiyanları kapsadığı gibi Sabiileri de kapsamaktadır. O nedenle bu kullanımın Kuran’da ele alınışına biraz daha ayrıntılı bakmak gerekiyor.

Kuranda farklı yerlerde geçen Tevrat, İncil, Zebur ve suhuf olarak anılan kutsal kitapların tamamı Sami halklara verilen kitaplar olması yönüyle dikkat çekicidir. Kuran’da ehli kitap kavramının konumlanması farklı açılardan tasnif edilebilirse de genel hatlarıyla şu başlıklar altında ele alınabilir:

1.   Kuran’ın onların devamı, tasdik edicisi olarak gösteren ayetler

2.   Onları olumlayan ayetler

3.   Olumsuzlayan ayetler.

Kuran ehl-i kitabı her ne kadar bir tutmasa da (2/85) aşağıdaki tablo Kuran ile Yahudi ve Hristiyan kutsal metinlerdeki ortak noktalara işaret etmektedir.

1. Allah'ın birliği            (İsra, 23);                                  (Çıkış 20/3-4)

2. Anne-babaya saygı    (İsra 17/23.)                            (Çıkış 20/12)

3. Öldürmeme                (Nisa, 4/29)                              (Çıkış 20/13)

4. Zina ve hırsızlık         (Nur 24/30; Hacc 22/30)        (Çıkış 20/14-17)

5. Yalancılık                   (Nur 24/11-19)                         (Çıkış 23/1)

6. Allah sevgisi              (Bakara, 2/165)                       (Tesniye 5/9)

7. Yalan şahitliği            (Maide 5/32)                            (Çıkış 20/14-17)

8. Kötülük yapmama     (Hucurat 49/12)                      (Çıkış 23/2)

9. Yardımlaşma,             (Nisa 4/36)                               (Levilliler 29/34)

10. Haksızlık,                 (Nisa 4/127, Duha, 93/ 9)      (Çıkış 22/22)

11. Ölçüye riayet,           (Mutaffifin 83/ 1-3)                  (Levilliler 19/35)

Kuranda otuzdan fazla ayette; “kitap ehli” (اهل الكتاب), “kendilerine kitap verilenler” (اوت الكتاب) (2/101), “kendilerine kitap verdiklerimiz” (اتيناهم الكتاب) (2/121, 146), “kitaptan pay verilenler” (اوت نصيبا من الكتاب) (3/23) geçmektedir. Ayrıca “ilim verilenler” (اوت العلم) (17/107), “zikir ehli” (اهل الذكر) (16/43), “İncil ehli” (اهل الانجيل) (5/47) gibi kullanımlar yanında "önceki sayfalar" (87/18) "öncekilerin kitapları" (26/196) ifadelerinin de ehl-i kitabı kastettiği anlaşılmaktadır.

Terim, Kuranda ümmilerin karşıtı (“ehl-i kitap olmayanlar”) bir bağlamda kullanılmaktadır. Bu kullanım hem kutsal bir metne sahip olmama anlamında hem de okunacak herhangi bir kitapla ünsiyeti olmayanlar anlamına gelmektedir. Buna göre ümmiler okuma yazma bilmeyen Arap Samileri, ehl-i kitap ise okuma yazmayı bilen Arap olmayan Samileri ifade etmektedir. Kavramın Yahudi, Hristiyan (ve en fazla Sabii)ler dışında başka dinsel grupları ifade ettiğine yönelik herhangi bir veri bulunmamaktadır. En'am 6/156'da, Kur'an vahyi ile ilişkili olarak geçen "Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi” ifadesinde söz konusu edilen iki topluluğun Yahudiler ve Hıristiyanlar olduğu müfessirler tarafından çok açık bir biçimde dile getirilmiştir.

Ehl-i kitap ifadesinin gerek Kuran pasajlarından gerekse hadislerden anlaşıldığı kadarıyla Hicaz bölgesi Araplarının terminolojisine ait bir terim olduğu anlaşılıyor. Ancak kavramın kapsamını genişletenler yanında daraltanlar da bulunmaktadır. Örneğin, bazıları, Yahudi ve Hıristiyanların ehl-i kitab olarak tanımlamasına sınırlama getirme eğiliminde olmuş; sadece kendilerine Tevrat ve İncil gelen İsrailoğullarına has bir niteleme olduğunu belirtip bu boya dahil olmayan Yahudi ve Hıristiyanların kavram dışında tutmuşlardır. Bazıları din değiştirerek sonradan Yahudi ve Hıristiyan olanların ehl-i kitap arasında sayılamayacağını ifade etmişler, bazıları da yalnızca Hz. Peygamber dönemi öncesi yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlara yönelik olduğunu vurgulamışlardır. Bunlara göre Hz. Peygamber’den sonra Yahudi ve Hıristiyanlığa girenler kesinlikle ehl-i kitab sayılmazlar demişlerdir. Dolayısıyla terimin kapsamına giren sadece İsrailoğullarından olan Yahudi ve Hristiyanlar ya da Hz. Peygamber dönemindeki Yahudi ve Hristiyan topluluklar tanımlamaları bizim açımızdan birinci dereceden önem taşımamaktadır. Her iki halde de Sami olan bu iki topluluğa işaret etmesidir.

Bu sınırlamalarda dikkat edilmesi gereken noktalardan biri ehl-i kitap ile İsrailoğulları ifadesini eşleştirmemektir. Zira Medine’de yaşayan Yahudiler İsrailoğulları boyuna mensup değillerdir. Bunlar genelde sonradan din değiştirip Yahudi olan Araplardır. Benzer şekilde Rum suresinde anlatılan ve ehl-i kitap olarak yorumlanan Bizanslı Hristiyanlar da ehl-i kitaptır ancak İsrailoğulları boyundan değildirler.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...