Kur'an’da, Hz. Musa’dan sonra, en çok zikredilen ikinci peygamber Hz. İbrahim’dir. Ondan bu denli çok bahsedilmesinin (69 kez) bir kısım nedenleri olmalıdır. Genel bir çerçeve sunmak için önce ondan nasıl bahsedildiğine kısaca bakalım: Daha genç yaşında iken Güneş'e, Ay'a, yıldızlara tapmadığı, Hanif olduğu ve Allah'ı tanıdığı, kendilerine bile faydası olmayan putları kırdığı, babasının adının Azer olduğu, ateşe atıldığı ve ateşin onu yakmadığı, kuşları diriltmek için onları dört bir yana dağıttığı, ailesini verimsiz ve ıssız bir coğrafyaya (Mekke) bıraktığı, oğlu İsmail ile Kabe’yi inşa ettiği, tüm insanları hac etmeye davet ettiği, gördüğü bir rüya üzerine oğlunu kurban etmeye kalktığı, Lut kavmine gelen elçilere endişelendiği, özellikle evlatlarından peygamberler gönderildiği, İshak, Yakup, Yusuf ve esbat olarak nitelenen kutlu bir soya sahip olduğu, onlara kitap verildiği, bunun için kendi soyuna dua ettiği, soyundan imamlar gelmesini istediği ve nihayet çok ilerlemiş yaşına rağmen çocuk sahibi olduğu anlatılmaktadır.
Bu anlatıların içinde en dikkate
değer hususlardan biri Hz. İbrahim’in soyuna yapılan vurgudur. Bu, nedensiz
değildir. Zira Araplar soya bağlı bir toplum olduğundan, Kur'an tarafından soylarının
Hz. İbrahim ve oğlu İsmail ile irtibatlandırılacağı ana kadar bundan pek haberdar
oldukları söylenemez. Dolayısıyla çölde yaşayan kimliksiz Araplar için Hz.
İbrahim ve İsmail bölgedeki diğer Sami topluluklara karşı bir ayrıcalık ve
üstünlük tanınmış olmalıdır.
Kur'an ve Samiler arasındaki ilişkinin
açığa çıkmasında temel dinamiklerden birinin Hz. İbrahim olduğu anlaşılıyor. Bu
açıdan onun önemli bir izlek olduğunda kuşku yoktur. Bu izleğe işaret etmeden
önce önemli bir ayırımın hatırda tutulması gerekmektedir: Samilerin üç büyük
kolundan İbraniler, İsrailoğulları ve Yahudiler çoğu zaman eşanlamlı kelimeler
olarak görülüp birbirinin yerine kullanılmakta dahası bu üç topluluğun tek bir
milletin farklı adlandırmaları olduğu varsayılmaktadır. Ahmet Susa, Araplar
ve Yahudiler adlı kitabında haklı olarak bu varsayıma itiraz etmekte, delillerini ve
gerekçelerini ilmi olarak ortaya koymakta ve bunun doğru olmadığı,
olamayacağını dile getirmektedir. (s. 11-12)
Bu üç topluluk zamansal bir
farklılık nedeniyle birbirinden kesin çizgilerle ayrılmaktadırlar. Hz.
İbrahim’in adına nispet edilen İbraniler; Hz. Yakup dönemine kadar geçen
zamansal bir süreçte yaşayanları, İsrailoğulları, adı İsrail olan Hz. Yakup
peygamberden sonrasında yaşayanları ve nihayet Yahudiler ise çok daha sonraki
bir dönemi ifade etmektedir. Bu kullanımlar içindeki en anlam yüklü kelime olan Yahudi adlandırması, Hz. Süleyman’dan sonra İsrailoğullarının
ikiye bölünmesiyle güneydeki Yahuda krallığının ortaya çıkmasıyla birlikte
dolaşıma girmiştir.
Hz. İbrahim isminde birinin
gerçekten yaşayıp yaşamadığı, din ve kutsalın itibar edebileceği bir sorun değildir. Üç kutsal kitap açısından da Hz. İbrahim peygamber yaşamıştır
ve bunda en ufak bir tereddüt yoktur. Sorun dini metinlerden ziyade tarih,
etnoloji, filoloji, antropoloji ve arkeoloji gibi bilimlerin ortaya koyduğu
veriler açısından geçerli olabilir. Aslında tarihi bir şahsiyet olarak Hz.
İbrahim’in izleği iki türlü takip edilebilir. Biri filoloji ve arkeoloji
biliminin verileri üzerinden diğeri ise etnoloji, antropoloji ve diğer sosyal
bilimler üzerinden. Biz ikincisini göz ardı ederek, ilkine odaklanacağız. Hemen
belirtilmelidir ki bu bilimlerin verileri arasında tam bir uygunluk yoksa da
yer yer arkeoloji ve filolojinin kesiştiği alanlar bulunmaktadır.
Filolojik verilerin en önemli
göstergesi bizzat İbrahim ismi ile ilgilidir. Buna göre; Hz. Nuh’un üç oğlundan
biri olan Sam’ın soyundan gelen Eber’in Hz. İbrahim’in büyük dedesi olduğu,
İbrani ifadesinin de onun soyuna nispetle İbrani (İvri) dendiği,
konuştuğu dilin de İbranice (İvrit) olduğu söylenmektedir. Bir diğer
görüş ise İbri ya da Hibri ifadesinin MÖ. 15-14. Yüzyıllarda
Filistin'de görülen göçebe bir kabilenin adı olarak "öte tarafın insanları"
anlamına geldiği ve bunun Fırat ve Ürdün nehirlerinin öbür kıyısından gelmiş
olan göçebeleri ifade ettiğidir.
İbrahim ismi Abram (Awram)
olarak zamanla Abraham (Avraham) şekline dönüşmüş ve kelimenin anlamındaki
“ulu ata” ve “milletlerin babası” anlamıyla üç dinin kutsal metinleri
tarafından da teyit edilmektedir. Bu anlamı teyit eden arkeolojik buluntular da
mevcuttur. Milattan önce 14 ve 13. Yüzyıllara ait bulunan Şamra metinlerinde abrm
ve abirami şeklinde kullanımlara rastlanmakta, ayrıca Sami dillerinden
Akadca’nın bir lehçesi olan Ebla dilinde (günümüzde Halep ile Hama arasında
yer alan, Tel Mardikh denen bölge) bulunan yazılı belgeler de bunu
desteklemektedir. (National Geographic, Aralık1978, s. 731). Buna göre
bu bölgedeki ülkenin üç büyük kralından biri olan Ebrium’un 80
bin koyunu, altın ve gümüş geliri olan bir ülkenin kralı olduğu söylenmektedir.
Dolayısıyla filoloji ve arkeolojinin verileri Mezopotamya tarihi ile Kutsal
Kitap anlatılarını ortak bir noktada buluşturuyor görünmektedir.
Hz. İbrahim, Yahudi kutsal metinlerinde Allah’ı ilk tanıyan
kimse olarak takdim edilmiş, tek tanrıcılığın ortaya çıkmasıyla ona yüklenen
misyon üç monoteist din tarafından “ulu ata” vurgusuyla zaman içerisinde her üç dinin
kutsal metinlerinde “ortak ata”ya dönüşmüştür. Bu vurguyu görebilmek için
Tevrat, İnciller ve Kur'an’a biraz detaylı bakalım: Talmut başta olmak üzere
Yahudi kutsal metinleri, Hz. İbrahim hakkında en çok malumat veren kaynakların
başında gelmekte ve özellikle Tevrat’ta “ortak ata” şu ifadelerle dile
getirilmektedir:
·
“Avram yüzüstü yere
kapandı. Tanrı ‘Seninle antlaşmam şudur” dedi. ‘Birçok ulusun atası olacaksın.
Artık adın Avram değil İbrahim olacak. Çünkü seni birçok ulusun atası yapacağım.
Seni çok verimli kılacağım. Senden uluslar doğacak ve krallar senin soyundan
çıkacak.” (Tekvin 17:4-6)
Hristiyan kutsal metinlerde de “ortak ata” vurgusu hakimdir:
· “Öyleyse şunu bilin ki İbrahim’in gerçek oğulları iman edenlerdir. Kutsal Yazı, Tanrı’nın öteki uluslarına göre aklayacağını önceden görerek İbrahim’e: ‘Bütün uluslar senin aracılığınla kutsanacak’ müjdesini önceden verdi.” (Galatyalılara Mektup 3:7-8)
· “Tanrı İbrahim’e şöyle demişti: ‘Senin soyunun aracılığıyla yeryüzündeki bütün halklar kutsanacak.” (Resullerin İşleri 3/25;
·
“Tanrı İbrahim’ vaatte
bulunduğu zaman, üzerlerine ant içecek daha üstün biri olmadığı için kendi
üzerine ant içerek şöyle dedi.” (İbranilere Mektup 6/13).
·
“ve ona sünnet ahdini verdi
böylece İbrahim İshak’ın babası olup onu sekizinci günde sünnet etti ve İshak
Yakub’un, Yakup da on iki büyük ataların babası oldu.” (Resullerin İşleri
7:1-8).
·
“Ey babamız İbrahim, “acı
bana!” diye seslendi” (Luka 16:24)
·
“Böylelikle atamız İbrahim,
yalnız sünnetli olmakla kalmayan ama kendisi sünnetsizken sahip olduğu imanın
izinden yürüyen sünnetlilerin de babası oldu.” (Romalılara 4:1-12)
“Ortak ata” vurgusu Kur'an açısından da benzer nitelikler
taşımaktadır:
·
"Bir zamanlar Rabbi
İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince,
'Ben seni insanlara önder yapacağım' demişti.” (Bakara 2/124)
·
“(İbrahim’in duası) Neslimizden
de sana teslim olan bir ümmet çıkar…” (Bakara 2/128)
·
“Andolsun ki, biz onu
dünyada beğenip seçmiştik, ahirette de o iyilerdendir.” (Bakara 2/130)
·
“Senin tanrın ve ataların İbrahim,
İsmail ve İshak’ın tanrısı olan tek tanrıya kulluk edeceğiz, biz ona teslim
olanlarız.” Bakara 2/133)
·
“İbrahim ne Yahudi ne de Hristiyan’dı;
dosdoğru bir Müslümandı. Müşriklerden de değildi.” (Ali İmrân 3/67)
·
“Doğrusu insanların İbrahim’e
en yakın olanı ona uyanlar, bu peygamber ve müminlerdir.” (Ali İmrân 3/68)
·
“Atalarım İbrahim, İshak ve
Yakup'un dinine uydum.” (Yusuf 12/38).
· “…babanız İbrahim'in dini(ne uyun). O (Allah) bu (Kur'a)ndan
önce(ki Kitaplarda) da bu(Kur'a)nda da size "müslümanlar" adını verdi…”
(Hacc 22/78).
·
“İşte bunlar (…) İbrahim ve
İsmail’in (Yakub) soyundan olup kendilerine doğru yolu gösterdiğimiz ve
seçtiğimiz kimselerdir.” (Meryem 19/58)
·
“İbrahim ve onunla beraber bulunanlarda,
sizin için güzel bir örnek vardır.” (Mümtehine 60/4).
Görüldüğü üzere üç kutsal kitapta
aynı vurgu farklı bağlamlarda dile getirilmektedir. Bu durumda Sami topluluklarından
üçü (Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık) açısından Hz. İbrahim ortak bir
ata ve kopmaz bir bağ oluşturmaktadır. Burada sadece Kur'an’ın “o ne
Yahudiydi ne de Hristiyandı” denmesinin nedeni boşlukta kalmaktadır. En
makul yorumlardan birine göre, Arap toplumunun Yahudiliği Hz. Musa ile
Hristiyanlığı ise Hz. İsa ile ilişkilendirmesi neticesinde Hz. İbrahim’in zamansal
açıdan bu iki topluluktan önce yaşamış olmasıdır.
Arkeolojik
bulgulara gelince; Hz. İbrahim’in yaşadığı dönemin Sümerlerin tarih sahnesinden
çekildiği döneme denk düştüğü anlaşılmaktadır. MÖ. 2300-2200 ya da
1900-1800’ler arasında yaşadığı tahmini olarak dile getirilse de uzmanlar onun
yaşadığı dönemi genelde milattan önce 20. Yüzyılın biraz öncesi ve biraz
sonrasına tarihlendirmektedirler. Bu tarih aralığı Sümerlerin tarih sahnesinden
tamamen çekildikleri ve sahneye Sami toplulukların çıkmaya başladıkları bir
döneme denk düşmektedir. Bu dönemde Sami topluluğu olan Akadlar ve hemen ardından
Asurlular büyük imparatorluklar kurarak tarih sahnesindeki yerlerini
almışlardır.
Arkeolojik veriler
-aksi yönde iddialar bulunsa da- Hz. İbrahim’in gerçek bir kişilik olduğu yönündedir.
Söz konusu kazılardan üç tanesi zikredilmeye değerdir: İngiliz arkeolog S. L.
Woolley tarafından gerçekleştirilen ve daha ziyade Yahudi kutsal metinlerini
doğrulamak amacıyla yapıldığı anlaşılan bu kazılara göre Hz. İbrahim’in hayatı
hakkında dile getirilenler kısaca şöyledir: Kaldelilerin Ur kentinde doğduğu ve
burada ateşe atıldığı sonra Harran’a oradan Filistin’e hicret ettiği bir süre
sonra da Mısıra gidip tekrar Filistin’e geri döndüğü ve nihayet burada vefat
ettiği, bu tarihin de yaklaşık olarak milattan önce 20 yüzyılın biraz öncesinde
olduğu dile getirilmektedir. Woolley söz konusu görüşlerini Abraham (1935),
Ur of The Chaldees (1952) ve Excavation at Ur (1955) isimli
kitaplarında ayrıntılı bir şekilde, zaman ve mekan boyutlu olarak ele almıştır.
Bir diğer
arkeolojik kazı Roma Üniversitesinden İtalyan arkeolog Paolo Matthie tarafından
1964 yılında başlamış, söz konusu kazıda bulunan yazılı belgeler 1974-75 yılların
yayınlanmıştır. (National Geographic, Aralık1978, s. 731). Buna göre arşivin
ele geçtiği saray, Mezopotamya'da hüküm süren Akad krallarından Sargon (MÖ. 2334-2279)
veya torunu Naram-Sin (MÖ.2254-2218) tarafından yakılıp yıkılmıştır. Sarayda
ele geçen su mermerinden bir testi kapağı üzerinde, Mısır firavunlarından I.
Pepi (MÖ. 2289-2255)'nin ismi kabartma (kartuş) halinde yazılı bulunmuş ve kral
Ebrium adı bu belgelerde geçmektedir. Bulgulardan biri de Mezopotamya’daki
Ur kentinden başka bir Ur kentinin daha var olduğu, buranın da Urfa/Harran
olabileceğidir.
Üçüncü ve son
olarak Amerikalı arkeolog James B. Pritchard, Ancient Near Eastern Texts
Relating to the Old Testament adlı yapıtında, Sakkara'da ele geçen ve Mısır’da
VI. Hanedanlık dönemine (MÖ. 2350-2000) tarihlenen bir kabartmada, Hz.
İbrahim’e nispet edilen sünnet geleneğinin izlerine işaret etmektedir. Söz
konusu kabartmada sünnet operasyonu hiyeroglif bir yazıtla betimlenmekte ve
şöyle denilmektedir: “Sıkı tut, bayılmasına izin verme.” (JB. Prıtchard, 1969, s.
326). Yaşamının bir bölümünü Mısır’da geçirmiş, sünnet geleneğinin de
başlatıcısı olan Hz. İbrahim bu açıdan büyük önem taşımaktadır.
Tüm bu arkeolojik verilere rağmen Hz.
İbrahim’in nerede ve ne zaman yaşadığı yine de çok açık ve net değildir. Kur'an’da
buna dair bir bilgi bulunmamaktadır. Niçin ateşe atıldığı ve ateşe atan kişinin
Nemrut olup olmadığı da belli değildir. Oysa bu konular özellikle Yahudi kutsal
metinlerinde (Tevrat, Tanah, Mişna, Talmud, Midraş, Aggadik) bir roman kurgusu
içerisinde sunulmaktadır. Ne var ki Hz. İbrâhim’le ilgili Yahudi kutsal
metinlerinde teferruatlı bir şekilde yer alan bu ilk bilgilerin içinde pek çok
tutarsızlıklar vardır. Daha da önemlisi Yahudi kutsal metni Tevrat’ın dayandığı
Yahvist, Elohist ve Ruhban metinlerinin yazılı form kazanmaları Hz. İbrahim’in
yaşadığı dönemden çok uzun bir zaman sonra şekillenmesi nedeniyle büyük
belirsizlikler taşımaktadır. Yahvist metin milâttan önce dokuz yüz, Elohist metin
milâttan önce sekizinci yüzyılda, Ruhban metni ise milâttan önce dört yüzlerde
yazıldığı düşünülürse arada en az 1500 yıllık büyük bir zaman farkı ortaya
çıkmaktadır. Tevrat’ta Hz. İbrâhim’le ilgili bilgilerin Bâbil esareti devrine
ait rivayetler olduğu, esaret sonrası dönemde Ruhban metni yazarının buna bazı
ilâveler yaptığı, Doğu krallarıyla ilgili Tekvîn’in 14. Babının çok daha sonraları
Helenistik dönemde eklendiği yönündeki bilgiler dikkate alındığında Hz. İbrahim
hakkında dile getirilenlerin güvenilirliği tartışmalı hale gelmektedir.
Kur'an’da dahil
olmak üzere tüm kutsal kitaplar ile tarih ve arkeoloji biliminin verilerinin
bir türlü mutabakat sağlayamadığı konulardan biri de Hz. İbrahim ile dönemin
krallarından Nemrut arasındaki korelasyondur. Nemrut ile Hz. İbrahim’in
yaşadığı zaman dilimi tam olarak kesişmemektedir. Bir diğer sorun ise Nemrudun
kimliğidir. Kur'an’da Nemrut’un adı zikredilmiyor. Siyer ve İslam tarihi
kaynaklarında Nemrut’un ne zaman yaşadığı da belirsizdir. Bu yönüyle onun Hz.
İbrahim’in çağdaşı olması üzerinde kuşkular bulunmaktadır.
Tarihi veriler, Nemrut’un her ne kadar milattan önce 2350’lere tarihlendirilen I. Sargon olabileceğini söylese de MÖ. 500‘lü yıllara tarihlendirilen Buhtunnasr (Nebukadnezzar) ile Nemrut arasında bir soy ilişkisinin varlığı, büyük bir zaman farkını ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca kanunları ile meşhur Hammurabi ile Asur krallarından I. Tukulti-Ninurta (MÖ. 1233-1199)’nun da Nemrut olabileceği, yine kaynaklarda onun Sümerlilerin savaş tanrısı Ninurta ya da ünlü Gılgamış destanının kahramanı ve Babil’in güçlü Tanrısı Marduk, İran’ın mitolojik kahramanları Dahhak ya da Keykavus’un da Nemrut olabileceği söylenmektedir. Taberi başta olmak üzere İslam kaynaklarında İbrahim’in Tanrısı ile savaşmak üzere dört kartalın taşıdığı bir sandığa oturarak göğe yükseldiği (Tarih, 1/300-301) yönündeki mitolojik anlatılar da buna eklenince Nemrut'un mitolojik bir kahramanı mı yoksa Mezopotamya’nın güçlü krallarından biri mi olduğu yönünde hayli kafa karıştırıcı bir tablo ortaya çıkmaktadır.
Hz. İbrahim ile
ilgili bir diğer sorun; Mezopotamya’da, Filistin ve Mısır’da yaşadığına ilişkin
çok sayıda belge ve bulgu bulunmasına rağmen onun Hicaz bölgesinde yaşadığına
ilişkin (Kur'an dışında) hiçbir arkeolojik belge ve bulgu bulunmamaktadır. (R.
Firestone,“Abraham's Journey to Mecca…”, Studia
Islamica, 1992, s. 5-24) Üstelik filolojik kayıtlar açısından da durum pek
iç açıcı değildir. Arapların İslam gelinceye kadar çocuklarına İbrahim ve
İsmail isimlerini verdiklerine dair hiçbir iz yoktur. Bunun tek istisnası
Medine döneminin sonlarına doğru bizzat Hz. Peygamberin küçük yaşta ölen oğluna
verdiği İbrahim ismidir. İşin daha ilginç yanı ise Kur'an ve Hz. Peygamberden
sonraki ilk asırlarda da Araplar arasında İbrahim ve İsmail isimleri pek yaygın
olmamıştır. Bu isimler ancak çok daha sonraları İslam’ı seçen İranlılar ve
Türkler tarafından dolaşıma sokulmuştur.
Tüm bu belirsizliklere rağmen, Kur'an’da İbrahim
ve İsmail isimlerinin Kabe ile ilişkilendirilmesinin özel bir nedene dayandığı
anlaşılmaktadır. Buna göre Kur'an, soya bağlı Arap toplumuna sağlam bir soy bağı
vermek istemektedir. Sami topluluklar içinde özel bir yeri olan İsrailoğulları
karşısında Arap kimlik ve kültürünü İsmailoğluları üzerinden inşa etmek
anlaşılabilir olduğu gibi Arap yarımadasında özellikle Yahudilerden kesin bir
kopuş yaşanması istenmiş de olmalıdır. Kur'an'daki Hz. İsmail’e az sayıdaki vurgu
karşısında siyer kaynaklarında onunla ilgili çok sayıda atıf bu bağlamda ayrıca
düşünülmelidir. Hz. İbrahim’e yapılan bu bolca atıf karşısında siyer kaynaklarının oğul Hz. İsmail’i ön plana çıkarma girişimleri imparatorluk
sürecinde devletin Araplaştırma politikalarının bir ürünü olarak görünmektedir.
Bu arada Hz.
İbrahim’in hepi topu iki-üç kez geldiği Mekke’ye nasıl intikal ettiği, hangi
güzergahı kullandığı konusunda fazla bir bilgi bulunmasa da onunla ilgili
haberlerin bölgede dolaşıma girmesi, konumuz açısından çok daha önemlidir. Zira
bu intikal aynı zamanda Samilerin Arab yarımadasına nasıl intikal ettikleri ya
da Samilerin ilk yurtlarının neresi olduğu sorunuyla da yakından ilgilidir.
Samilerin asıl
vatanları hakkında belli başlı dört teori vardır: Babil, Arab yarımadası,
Afrika ve Ermenistan-Kafkaslar hattı. Bu görüşler içinde özellikle Arap yarımadasını
işaret eden uzmanlar bunu iki türlü temellendirmektedirler: Bir gurup orta
Arabistan ve Necid bölgesini esas alarak Samilerin ilk vatanı olarak burayı
gösterirken daha büyük bir gurup güney Arabistanı, Yemen’i işaret
etmektedirler. Aslında Afrika diyenler de meseleyi bu son görüş ile
irtibatlandırmakta; Samilerin Afrika kıtasından Mendeb boğazını geçerek önce
Yemene ulaşıp burayı yurt edindiklerini, daha sonra Babil topraklarına dağıldıklarını
söylemektedirler. Arap Yarımadasının orta kesimlerinin Samilerin vatanı
olduğunu ilk kez dile getiren Aloys Sprenger (ö. 1893)’e itiraz eden daha geniş
bir oryantalist grup ise güneydeki Yemen bölgesinin ilk vatan olduğu ve buradan
hareketle bereketli hilale dağıldıklarında ısrar etmektedirler. Bu gurubun
başını çekenlerden İngiliz oryantalist John B. Philby (ö. 1960), The
Background of Islam adlı eserinde bu bölgenin Araplar için insan
fabrikası olduğunu ileri sürmekte ve şöyle demektedir:
·
“Ben, Güney Arabistan
topraklarını şu anda Sami adıyla bilinen bu halkın asıl vatanı olarak
görüyorum. Bu halk, diğerlerinden bildiğimiz diliyle yani Arapçayla ayrılmaktadır.
Bu Samiler, hiç şüphesiz Araptı ve Arapça konuşuyorlardı. Paleolitik çağdan
sonra kuraklık yüzünden Güney Arabistan’daki eski yurtlarını terkederek,
Bereketli Hilal taraflarına göç dalgaları halinde gitmeye mecbur kalmış;
Suriye, Irak ve Filistin’e ulaşıncaya kadar kara ve deniz yolunu kullanmış; göç
ederken değerli eşyalarının tamamını yanlarına almıştır...” (The
Background of Islam, 1949, s. 9).
İleri sürülen dikkat
çekici görüşlerden biri de Nemrut ve Samilerin tamamının Yemenli olduğu
görüşüdür.
Bu bilgiler
ışığında konuyu bağlayacak olursak, Hz. İbrahim’in karısı ve oğlunu Mekke’ye
getirip bırakması esnasında burada yaşayan Cürhüm kabilesinin varlığı aslında
Samilerin Hicaz bölgesine nasıl intikal ettiğinin de ip uçlarını vermektedir. Hz.
İbrahim’in Filistin’den gelerek karısı ve oğlunu buraya bıraktığında buranın yerleşik
halkı Cürhümlülerin Mekke’ye gelmeden önce Yemen’de yaşadıkları tüm İslam
kaynakları tarafından dile getirilmektedir. Dolayısıyla Hz. İbrahim ve onunla
ilgili anlatıların tamamının, Mezopotamya-Mekke hattında hangi güzergahın takip
edildiğini de göstermektedir. Oğul İsmail zamanında
Mekke’ye yerleşen Cürhüm kabilesinin Yemenli olduğu ve onlarla birlikte bir yaşam
alanını paylaştıkları dikkate alınacak olursa Mekke’nin sosyolojik olarak
gelecekte nasıl bir şekil alacağına dair de önemli bir perspektif ortaya çıkmaktadır.
Bu kanaati
destekleyen verilerden biri de sadece İslam dünyasında değil Batı dünyası için
de sosyolojinin kurucu atası olarak kabul edilen İbn Haldun (ö. 808/1406)
tarafından, ünlü tarih kitabı el-İber’de, Cürhümlüler hakkında dile
getirdiği şu tespittir:
· “Cürhümlüler aslen Yemenlidir ve onların konuştukları dil Hz. İbrahim’in dilidir.” (واما جرهم فكانت ديارهم باليمن وكانوا يتكلمون بالعبرانية) (İbn Haldun, el-İber, 2/32).
Yorumlar
Yorum Gönder