Kuran’da üç yerde (Bakara 2/62, Maide 5/69, Hacc 22/17) geçen Sabiiler, Sami topluluklardan biri olarak Yahudiler ve Hristiyanlarla birlikte Allaha ve ahirete inandıkları dile getirilen istisnai tek topluluk. Peki bunlar kimdir, nerede ve ne zaman yaşamışlardır? Bu soruların cevabı büyük ölçüde bize Samilerin Kur’an’da izleğini takip etmek bakımından oldukça ilginç veriler ortaya koyacaktır. Kuran’da haklarında verilen tek bilgi, ehl-i kitap olarak nitelenmeleridir. Ancak dikkat çeken husus, Kuran bazı topluluklardan olumsuz söz ederken her üç ayette de Sabiilerden olumlu bahsetmekte ve onlardan “kurtuluşa erenler” olarak söz etmektedir.
Sabiilerin gerçekte kim oldukları bu
kadar az bir bilgiden çıkarılabilir görünmüyor. Bununla birlikte Kuran nazil
olduğunda muhatapları onları biliyor ve tanıyor olmalıydılar. Çünkü eğer
bilmeselerdi sorarlardı. Sorduklarına dair bir iz yok. Oysa gerek Kuran’ın
kendisi gerekse muhataplar, bilinmeyen ya da anlaşılmayan şeyleri sorduklarına
dair pek çok örnek var. Mesela ilk muhatapların İsra suresinde (17/110) geçen “İster
Allah’a ister rahmana dua edin” ayetinde geçen rahman kelimesini ilk
kez duyduklarında onun başka bir tanrı olabileceğini zannetmiş ve sormuşlardır.
Benzer başka örnekler de var. Bundan Mekke ve Medinelilerin, Sabiilerin kim
olduklarına dair asgari düzeyde de olsa bilgileri bulunduğu pekala
varsayılabilir.
Hadis kaynaklarında da Sabiilere
dair bazı bilgiler geçmekte ancak bu bilgiler onların kim olduklarından ziyade
Sabii kelimesinin Arap toplumunda kullanımıyla ilgilidir. Mesela Buhari ve
Müslim’de geçen bir hadiste, Ebu Leheb’in Hz. Peygamberin atalarının dininden
döndüğü için “onun bir Sabii olduğu”nu söylediği nakledilmektedir. (Buhari,
l/89; Müslim, 4/19). Benzer söylemler başka bazı sahabeler için de kullanılmaktadır.
Mesela Ebu Zer’in Mekkelilere “Sabii dediğiniz şu kişiyi bana gösterir
misiniz?” dediği, Hz. Ömer’in Müslüman olduğunda bazı Kureyşlilerin ona “Ömer
de Sabii oldu” dediği (Buhari, Menakıb, 35), yine Müslüman olan bir sahabeye Ubey
b. Halef’in “sen de mi Sabii oldun?” diye baskıda bulunduğu ve onu İslam’dan
döndürdüğü kaynaklarda geçmektedir.
Hz. Peygamber’in yaşamında Sabii
dinine mensup herhangi biriyle karşılaştığına dönük hiçbir bilgimiz yok. Mekke
ve Medine’de yaşayanlardan da herhangi bir karşılaşma olduğunu bilmiyoruz. Birazdan
görüleceği üzere eğer böyle bir karşılaşma gerçekleşmiş olsaydı İbn Abbas başta
olmak üzere, erken dönem tefsir kaynakları onları nitelerken çok belirsiz
ifadeler kullanmazlardı. Kaynaklarda geçen bilgilerden hareketle en erken
karşılaşmanın muhtemelen Emevilerin iktidara geldiği bir döneme denk düştüğü
anlaşılıyor: Ziyad b. Ebihi’nin (ö. 53/693) Irak valisi olduğu sıralarda
gerçekleşen bir olayda Ziyad’ın onları peygamberlere inandığı, günde beş vakit
namaz kıldığı için onlardan cizyeyi bile kaldırmak istediği ancak kulağına
meleklere tapındıkları yönünde bilgiler gelince bundan vazgeçtiği
kaydedilmektedir. (Taberî, 2/36; Kurtubi, 2/161).
Her ne kadar kaynaklarda özellikle
Halid b. Velid’in onların yaşadıkları yakın bir bölgede, Cezime kabilesi halkını
İslam’a davet ettiğinde onların "döndük, döndük (veya dinimizi değiştirdik)"
(صبأنا صبأنا) dedikleri (Buhari, Meğazi 58)
nakledilmekteyse de bu bilgi Sabi kelimesinin anlamı ile ilişkili olup
kimlikleriyle irtibatlı olmamalıdır. Çünkü kelimenin (sabi/ç. sabiûn)
kökeninde “dinini terk edip başka bir dine geçen” anlamı ağır basmaktadır. Yani
Araplar, dinini değiştiren bir kişiye “falanca Sabii oldu” (صبا
فلان) derlerdi. Kelime Arapça bir isim olup topluluğun asıl ismi “bilgi
ve hikmet” (gnost) anlamına gelen Mandenlerdir.
Görüldüğü üzere yukarıdaki
rivayetler Sabiilerin kim olduklarını değil, Mekke toplumunda kelimenin yaygın
olarak dolaşımda olduğuna işaret etmektedir. Kelimenin kök anlamı olmasa da
terimsel olarak Kuran’da kullanımı, siynkronik ve diyakronik
anlamlarının ne denli büyük bir değişime uğradığını göstermesi bakımından oldukça
önemlidir. Zira birazdan görüleceği üzere kelime Kuran’da olumlu bir anlamda
geçmesine karşın (siynkronik), aradan geçen birkaç asır sonrası dönemde
tamamen olumsuz bir anlam (diyakronik) kazanmıştır.
Kurandaki anlamına şimdi biraz daha yakından bakıp, ilk müfessirlerin kelimeyi nasıl yorumladıklarına bakalım.
- İlk Kuran müfessiri olarak görülen İbn Abbas (ö. 68/687), Sabiiliğin Hıristiyanlığın bir mezhebi ya da en azından Yahudilik ve Hıristiyanlık arasında bir grup olduğunu söylemektedir. (Suyuti, 1/396; Hazin 1/50)
- Tabiin dönemi müfessirlerinden Mücahid (ö. 103/721) “Sabiilerin dinleri Yahudilik ve Mecusilik arasında bir dindir” demektedir. (Taberi, 2/35; Kurtubi, 2/161; Suyuti, 1/396).
- Tabiin müfessirlerinden Said b. Cübeyr (ö. 94/713) “Hristiyan ve Mecusilerin arası bir dinleri vardır.” (Suyuti, 1/396).
- Katade b. Diame (ö. 117/735) de “Sabiilerin meleklere taptıklarını, Zebur okuduklarını, beş vakit namaz kıldıklarını ve güneşe tazimde bulunduklarını” iddia etmektedir. (Kurtubi, 2/161)
- Hasan Basri (ö. 110/728) de “Sabiilerin dini Yahudilik ve Mecusilik arasında bir dindir” dediği ayrıca onların meleklere tapan, Zebur okuyan ve kıbleye doğru namaz kılan kimseler olduğunu naklettiği de söylenmektedir. (Kurtubi, 2/161, İbn Kesir, 1/433).
- Tabiin dönemi müfessirlerinden Süddi (ö. 127/745) “onlar ehl-i kitabdır” demektedir. (Kurtubi, 2/37; Sealibi, 1/252; Suyuti, 1/397)
- Vehb b. Münebbih’in (ö. 114/732), Sabiilerin Allah'tan başka bir ilahın olmadığına inandıkları görüşünü savunduğu, onların belirli bir şeriatlarının olmadıklarını söylediği kaydedilmektedir. (İbn Kesir, 1/433)
- Erken dönem isimlerinden Ebu Zenad (ö. 130/749)’ın onların Babil bölgesinde özellikle Kusa denen yerde yaşadıkları bilgisi yanında peygamberlere inandıkları senede bir ay oruç tuttukları ve günde beş vakit namaz kıldıklarına dair verdiği bilgiler hayli önemlidir. (İbn Kesir, 1/433)
Görüldüğü üzere, ilk dönem
müfessirlerinin zihninde de tam bir açıklık bulunmamakta, yapılan betimlemeler olumluluk
açısından Kur’an ile paralellik sergilemektedir. Sabiilerin Yahudilik,
Hristiyanlık ve Mecusilik arasında bir dini gurup oldukları belirtilmekte,
dinlerinin temel özellikleri arasında meleklere tazim ettikleri, Zebur
okudukları, peygamberlere inandıkları, namaz kılıp oruç tuttukları ve her
şeyden önce Allaha inandıkları söylenmektedir.
Gelin şimdi erken dönemde, ilk müfessirlerin verdiği bu anlamlar karşısında daha sonraları, geç dönemde yazılan tefsirlerde müfessirlerin meseleye nasıl yaklaştıklarına ve ayette geçen bu topluluğu yorumlama tarzlarına bakalım:
- Taberi (ö. 310/923), erken dönem müfessirlerinin tüm görüşlerini nakletse de konu hakkındaki genel değerlendirmesi olumsuzdur ve “onların dinlerinin olmadığı” yargısında bulunmaktadır. (Taberi, 2/35)
- Kurtubi (ö. 671/1273), tevil ehlinin bu konuda ihtilaf ettiklerini zikrettikten hemen sonra onların dinlerinin olmadıkları yargısını dile getirmektedir. (Kurtubi, 1/35)
- Maturidi (ö. 333/944) tefsirinde “aslında onlar hakkında söylenenlerde ihtilaf vardır” dese de onları zındık ve putperest olarak nitelemekten geri durmamaktadır. (Matürîdî, Tevilat, 1/147).
- Maverdi (ö. 450/1058) onların Yahudi ve Hristiyan dininden ayrılanlar olduğunu söylemektedir. (en-Nüket, 1/133).
- Hazin (ö. 741/1341), tefsirinde genel görüşleri zikrettikten sonra onların yıldızlara taptığını söylemektedir. (Lübab, 1/50).
- Osmanlı müfessiri Ebussuud Efendi (ö. 982/1574) de onların yıldızlara taptıklarını söylemektedir. (İrşad, 1/108).
- Zemahşeri (ö. 538/1144) Keşşaf’ta onları Yahudilik ve Hristiyanlıktan ayrılan ve meleklere tapan bir gurup olarak nitelemektedir. (Keşşaf, 1/277).
- Çok daha geç dönem müfessirlerden Fahreddin Razi (ö. 606/1210), Mefatih’de konuyu oldukça muhtasar geçmekte ve erken dönem müfessirlerinin görüşlerini kısaca özetledikten sonra “onların yıldızlara taptıkları”nı doğruya en yakın görüş olarak belirtmektedir. (Razi, 3/113).
- Tefsir tarihinin modern dönemde en iyi ürünlerinden biri olan Elmalılı H. Yazır (ö. 1942), Sabiileri “batınilik iktisab etmiş eski bir mezhebdir” şeklinde tanımlamakta ve “mezheb-i mahsusa mensub bir taifeye, bir millete isim olarak ıtlak edilir ki bu manaca kelimenin aslı Arabi olup olmadığı muhtelefun fihtir” demektedir. Elmalılı daha sonra “Arab da gerek bunlara ve gerek müşabihlerine sapık veya nucum-perest manasına “sabi” ıtlak etmişlerdir” dedikten sonra uzun uzun yıldız tapıcılığına dair bilgiler nakletmekte, “nucuma teabbud ettikleri”, “abede-i evsan oldukları”nı belirterek onların mümeyyiz vasıflarını dört başlık altında özetlemektedir: “Demek ki Sabie’nin evsaf-ı mumeyyizesi şu dörtte hulasa olunur: 1. Aslında bir din-i münzelden iktibas ve inhiraf. 2. Ruhaniyet taassubu, tabir-i aharla taabbud-i melaike. 3. Taabbud-i nucum. 4. Taabbud-i esnam.” Yani yoldan çıkmış, meleklere, yıldızlara ve putlara tapanlardır. Ayrıca Elmalılı şöyle demektedir: “Abbasiye devrinde Yunan asarını Arapça’ya terceme eden Sabit b. Kurre gibi feylesof ve mutercimler bunlardan idi”, “O Harranda kaim Sabieden idi.” (Hak Dini, 2/699-720)
Görüldüğü üzere erken dönem
müfessirler ile üçüncü ve dördüncü asırdan itibaren yazılan tefsirler arasında
çok ciddi bir eksen kayması görülmektedir. Belli başlı bilinen tefsirlerden
seçtiğimiz bu örnekler aşağı yukarı hepsinde tekrarlanmaktadır. O nedenle modern
döneme kadar yazılanları son derece kuşatıcı bir biçimde özetleyen Elmalılı
üzerinden söylenenleri değerlendirecek olursak şunlar söylenebilir: Öncelikle pek
çok tefsir kaynağında “Yahudilerin bir koludur, Hıristiyan mezhebidir, Yahudilerle
Hıristiyanlar ya da Yahudilerle Mecusiler arasında bir mezhebdir” şeklinde yer
alan bilgiler Sabiiliğin bir mezhep olduğunu söylemektedir ki bu görüş asla doğru
değildir. Çünkü Dinler tarihi açısından bir dinin din olabilmesinin en temel koşullarından
olan tanrı ve öte dünya inancı, peygamber ve kutsal kitap, bir de ritüellerinin
olması şartı Sabiiliğin bir din olduğunu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak denli ortaya
koymaktadır. Hz. Yahya’yı peygamber olarak gördükleri, ginza adında
kutsal kitapları bulunduğu, ibadetleri olduğu ve bizzat Kuran tarafından Allaha
ve ahiret gününde inandıkları söylenmektedir. Dahası Kur’an’da Yahudilik,
Hristiyanlık ve Mecusilik ile birlikte adının açıkça anılması onun müstakil bir
din olduğunu zaten doğrulamaktadır.
İkinci ve çok daha önemli konu ise
şudur: Sabiilerin yıldızlara taptıkları ya da putperest oldukları bilgisi doğru
değildir ve yanlış bir bilgiden kaynaklanmaktadır. Zira erken dönem tefsirlerin
tamamının onları ehl-i kitap olarak görüp, Yahudi ve Hristiyanlarla eşit tutmaları,
daha açık ifadeyle onların “la ilahe illallah” dedikleri çok açıkça söylenmesine
rağmen sonraki kaynakların neredeyse tamamı onları putperest olarak
nitelemektedirler. Peki bu denli köklü bir anlam değişiminin nedeni ne
olabilir?
Bunun kültürel ve sosyolojik başka
nedenleri olmakla birlikte en kestirme cevabı siyasaldır. Çünkü Emevi iktidarı
ile başlayan ve sonrasında Abbasi imparatorluğunun kurulmasıyla kültürel
etkileşim tamamen siyasal erkin kontrolüne girmiş ve bu durum bölgede çok büyük
kırılmalara neden olmuştur. Özellikle halife Me’mun (ö. 218/833) döneminden
sonra sadece müfessirler değil pek çok İslam alimi Sabiileri putperest olarak
nitelemişlerdir ki bunun başlıca nedeni Arapların Mekke ve Medine’den bereketli
hilalin verimli topraklarına çıktıklarında reel politiğin bir gereği olarak burada
yaşayan topluluklara uyguladıkları şiddetli baskıdır.
Bu yönüyle en azından Kuran
açısından olumlu bir anlamda kullanılan Sabii kelimesi yaklaşık iki asır sonra,
ilerleyen tarihlerde (diyakronik) olumsuz bir anlama dönüşmüş ve dolayısıyla
kelimenin anlam tarihi dikkate alınmadığından büyük sorunlar ortaya çıkmıştır. Bu
zamansal farkı takip edebilmek için sadece müfessirler üzerinden değil farklı
bir alanda fıkıhtan da gözlemlenebilir. Bunun en bilinen örnekliği Ebu Hanife (ö.
150/767) ile öğrencileri arasındaki görüş farklılığıdır. Zira daha erken
dönemde yaşayan Ebu Hanife Sabiileri ehl-i kitap olarak görürken, öğrencilerinden
Abbasi döneminin büyük kadısı Ebû Yûsuf (ö. 182/798) ve İmam Muhammed (ö.
189/805) onları ehl-i kitap kapsamında sayılamayacağını savunmuşlardır.
Aslında yukarıdaki sorunun cevabı
Elmalılı’dan yapılan en son atıfta, Harran’da yaşayan Sabit b. Kurre’nin Sabii
olmasıyla ilgili verdiği bilgide yatmaktadır. Ancak bu bilginin tefsir dışı
İslam kaynaklarınca desteklenmesi ve de açıklanması gerektiğinden şimdi konuyu
biraz daha açık kılmak için Abbasi döneminde yaşayan İbn Nedim (ö. 385/995)’in
ünlü Fihrist’inde yer verdiği bilgilere bakalım: Hayatının son günlerinde
sefer çıkan halife Me’mun, uğradığı bir güzergahta karşılaştığı uzun saçlı,
tuhaf kıyafetli guruba kim olduklarını sormuş, Harranlı olduklarını söyleyen bu
kimselere tekrar ederek Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi olup olmadıkları sorusu
karşısında onlardan hayır cevabı alınca, bu defa peygamber ve kutsal kitapları
olup olmadığını sormuş, onların buna cevap vermemesi üzerine de hiddetlenerek
öyleyse putperest kabul edileceklerini böylece kanlarının helal olacağını
söylemiştir. Bu karşılaşmadan sonra Harranlılar bu badireden çıkmanın tek yolunun
kendilerini Kuranda adı geçen Sabiiler topluluğu olarak nitelemekten geçtiğine
karar vermişlerdir. (Nedim, Fihrist, s. 1000)
İşte bu tarihten sonra tüm İslam
kaynaklarında bolca kullanılmaya başlanan Harranlı Sabiiler ifadesi gerçek
Sabiiler ile eşitlenmiştir. Bu buluşma aslen Keldani olan Harranilerin
Sabii ismiyle şöhret kazanmalarının başlangıcı olarak gösterilmiş ve tamamen
politik bu tutumdan sonradır ki İslam kaynaklarında Sabiilerin kimliğine
yönelik çok ciddi bir eksen kayması yaşanmıştır.
Bu tarihten sonradır ki yazılan
eserlerin neredeyse tamamında Sabiiler yıldızlara tapan putperest kimseler
olarak anılmışlardır. Başlı başına ele alınması gereken bu meseleyi şimdilik
bir yana bırakarak sadece şu kadarı belirtilmelidir ki Kuran müfessirlerinin
bile onda geçen bir topluluk hakkında sadece bilgi eksikliği değil aynı zamanda
yanlış bir bilgi verilmesinin nedenleri üzerinde ayrıca durulmalıdır. Çünkü sorun
müfessirler ya da genel manada ulemadan bağımsız olarak en temelde doğrudan
siyasal erkin tutumuyla yakından ilgilidir. Yönettiği insanlar hakkında hiçbir bilgisi
olmayan yöneticilerin varlığı, Abbasi hanedanı içinde seçkin bir konuma sahip
olan halife Memun ile sınırlı değildir. Ondan yaklaşık bir asır sonra Abbasi
halifesi olarak tahtta oturan Kahir-billah (ö. 339/950), ünlü Şafii fakihi
İştahri (ö. 328/940)’ye Sabiilerin kim olduklarını sorması Müslümanların
Sabiîlerle ilk temas üzerinden çok uzun bir süre geçmesine rağmen onlar
hakkında hala belirsizlikler olması hayli düşündürücüdür.
Bu olumsuz tabloya rağmen sonraki dönem
İslam alimleri arasında Sabiilerle ilgili daha gerçekçi ve doğru değerlendirmeler
yapanlar da vardır. Bunların başında onlarla aynı bölgede yaşadığı anlaşılan Biruni
(ö. 453/1061) gelmektedir. O, güney Mezopotamya’da (bugünkü Irak sınırlarında)
oldukça dağınık vaziyette yaşadıklarını ve Harranlıların halife Me'mun’dan önce
Sabii ismini kesinlikle taşımadıklarını söylemektedir. Biruni, gerçek Sabiilerin
milattan önce 6. Yüzyılda, kral Buhtunnasır (Nabukadnezzar) döneminde Kudüs'ten
Babil'e sürülen Yahudilerin burada yerleşen kalıntıları olduğunu söylemektedir.
(Biruni, Asaru’l-bakıye, 188, 314.)
Bu arada Harranlıların Abbasi
Aydınlanmasında tıp, felsefe, edebiyat ve çeviri hareketlerinde önemli rolleri
olan kimseler olarak tanındıkları ve bunlar arasında özellikle Sabit b. Kurre (ö.
288/901) gibi kimselerin yaşamı hakkında bilinenler halife Memun dönemine
ilişkin kayıtları doğrulamamaktadır. Zira Sabit b. Kurre, Müslüman olmayı reddettiği
gibi Harran paganizmini de hararetle savunmaya devam etmiştir. Harran gibi suyu
kıt bir bölgede yaşamış olmaları dikkate alındığında su ile ilgili oldukça
merkezi bir konuma sahip Sabiilerin bir diğer adının muğtesile (yıkananlar)
olması dikkate alınırsa Sabiilerin Harranlılar olamayacakları aksine Dicle ve
Fırat arasında güney Mezopotamya’da suya yakın bir yerleşim alanında yaşıyor
oldukları kolaylıkla çıkarsanabilir.
Modern dönemde Sabiilerin halen
yaşayan mensupları oldukları anlaşılınca konu hakkında daha detaylı çalışmalar
yapılmaya başlanmış ve onlar hakkındaki sis perdesi kalkmaya, daha açıklık
kazanmıştır. Buna göre kaynaklar Sabiilerin tarihini çok daha gerilere kadar
götürseler de özellikle MÖ. 3. yüzyılda Filistin bölgesinde yaşadıkları anlaşılmaktadır.
Bu tarihten önce yaşasalar bile etkileri ile tarih sahnesine çıkışları bu
tarihten sonradır. Zira bu tarihten birkaç asır önce yazıya geçirilen Yahudi
kutsal kitabı Tevrat’ta Sabiiler hakkında hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Eğer
bir din olarak var olsalardı Yahudilerle aynı bölgede yaşayan bu din mensupları
hakkında mutlaka ondan bahsedilirdi. Daha ilginci ise her ne kadar Elçilerin
İşleri kitabının 19. Bölümü 1-5 arasında bahsedilen pasajların onlar
olabileceği bazı uzmanlar tarafından dile getirilse de Hristiyan kutsal kitabı
İncil’de de doğrudan onları konu edinen bir bilgi bulunmamasıdır.
Özetle Mandenler ya da
Nasuralılar olarak tanımlanan bu din mensupları Nasura
adlandırmasından da anlaşılacağı üzere tıpkı Hz. İsa’nın ve dolayısıyla
Hristiyanlığın Yahudi menşeli olması gibi Sabiiler de Yahudilerle aynı
coğrafyada yaşayan bir topluluk olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Kendilerini
Hz. Yahya ile ilişkilendiren bu topluluk zamanla güney Mezopotamya’ya doğru göç
etmiş ve daha önce Babil sürgünü neticesinde buraya yerleşen ve bir daha geri
dönmeyen Yahudiler başta olmak üzere buradaki diğer topluluklarla etkileşimde
bulunmuş, Hristiyanlığın ortaya çıkmasıyla da yeni bir kimliğe bürünerek
ezoterik bir cemaat olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bölgesel şartların
sürekli çalkantılı olması nedeniyle milattan önce başlayan göçler hiç durmamış,
miladi ilk yüzyılın muhtemelen ilk yarısında Yahudiler Sabiilere karşı sıkı bir
takibat ve sindirme hareketi başlatmış, bunun neticesi olarak Kudüs ve
havalisinde pek çok Sabii öldürülmüştür. Katliamdan kurtulabilen Sabiiler
çareyi bu bölgeden kaçarak doğuya doğru göç etmede bulmuşlar; bu göçler hem
Sabiilerin kutsal metinlerinde hem de Sabiilik dışı kaynaklarda anlatılmıştır.
Göç sürecinde Sabiilere İran'da hüküm süren Part hanedanı çok yardımcı olmuş,
Part kralı 3. Artabanus (Erdevan)'un (MS. 79–81) himayesinde önce dağlık
Adiabene bölgesine yerleşmiş, ancak bölgede var olan Yahudi kolonisinin
bölgenin hâkim ailesi üzerindeki etkisini artırmasıyla, bu durumdan rahatsız
olan Sabiiler tekrar göç kararı alarak Fırat ve Dicle sahillerinden güneye,
bataklık bölgelere doğru hareket etmişler ve oraya yerleşmişlerdir. Sasaniler
dönemine kadar bu bölgede bir bakıma altın çağlarını yaşayan Sabiiler, Partların
himayesi altında pek çok tapınak ve yerleşim merkezi oluşturmuşlar, Part
hanedanının bu iyiliğini ise hiçbir zaman unutmamışlar; hatta zamanla kral
Artabanus'u bir bakıma semavi varlık mertebesine çıkarmışlardır. Partların Sasaniler
tarafından yönetimden uzaklaştırılmasıyla Sabiilerin altın çağı son bulmuş,
İslam gelmeden üç asır önce, MS 3. Yüzyılda, Sasani İmparatorluğu başrahibi
Kartir döneminde Mecusiliğin resmi din olarak kabul edilmesini müteakip
imparatorlukta azınlığı teşkil eden Yahudilik, Hristiyanlık, Budizm ve benzeri
pek çok din mensubu gibi onlar da çok sıkı bir takibata uğramışlar; pek çok tapınakları
yıkıldığı gibi yerleşim yerleri de tarumar edilmiştir. (Ayrıntılı bilgi için
bk. E. Drower, The Mandaeans of Iran and Iraq ve Ş. Gündüz, Sabiiler
Son Gnostikler).
Netice olarak, Kuran’ın Sabii dediği
kimseler Harranlı Sabiiler olmayıp, asıl yerleşim yerleri Filistin olup daha
sonra göç ettikleri güney Mezopotamya’da yaşayan Mandenlerdir ve onlar hakkında
söylenecek en kesin yargılardan biri onların Sami topluluklardan olduklarıdır.
Zira onların Samilerden olduklarının en önemli göstergelerinden biri konuştukları
dilleridir. Mandence, Batı Sami Dil gurubunun kuzeybatı dalından olan
Aramice’nin bir lehçesidir. Ayrıca inanç biçimlerinden yaşam tarzlarına
varıncaya kadar Sami toplulukların tüm özelliklerini yansıtan Mandenler,
ezoterik yapıları ile gnostik karakterli bir cemaat olarak asırlarca Sami
coğrafyasında yaşamış ve bugün de az sayıda da olsa mensuplarıyla yaşamaya
devam etmektedirler.
Yorumlar
Yorum Gönder