Ana içeriğe atla

Kur'an ve Samiler -VII-

Kuran’da bir defa geçen Baal putu aslında Sami topluluklarının hem inanç biçimlerine, kültür ve sosyal yaşamlarına ilişkin önemli ipuçları vermekte hem de Kuran açısından çok geniş erimde farklı kıssalara serpiştirilmiş fazla sayıda bağıntı içermektedir. İsrail oğullarının altın buzağıya tapmaları veya müstakil bir surede oldukça teferruatlı bir şekilde anlatılan Bakara örneği ya da Hz. İbrahim’in putları kırması ve büyük puta işaret etmesi bu dolayımda Baal kültünün ne derece önemli olduğuna işaret etmektedir. Büyük Sami peygamberleri Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İdris üzerinden anlatılagelen kıssaların çoğunda görülen büyükbaş hayvan tapıcılığı, tek tanrıcılığın aksine hem politeist bir inanç biçimine vurgu yapmakta hem de insanların kontrol edemedikleri yağmur, şimşek, fırtına vb. doğa olaylarını ilahlaştırarak onlara tapınmalarını ve çok daha önemlisi antropolojik bir olguya, tarım toplumlarında inanç ile yaşamın ne denli iç içe olduğuna dikkat çekmektedir.

Baal kültü, Mezopotamya’da sığır, boğa, inek, öküz ve buzağı gibi büyükbaş hayvan figürlerinin kutsallaştırılarak bir külte dönüşmesinin sembolüdür. Baal putu ise panteon içindeki en güçlü ve cinsiyeti erkek olan mitolojik imgenin adıdır. Baal, tanrılar panteonunun başı sayılan El’in oğludur. (Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, s. 99). Kendisinden korkulan ve göklerin gücünü elinde bulunduran Baal, İbranilerin Kızıldeniz’i geçip bu bölgeye gelmeden çok önce Mezopotamya’nın antik toplumlarının taptıkları ve kurbanlar sundukları bir tanrıdır. Baal, rüzgâr, şimşek ve fırtınanın, yağmurun ve tarımın tanrısıdır. Tarımın yaygın olduğu Mezopotamya’da toprağın verimliliği ile ilişkilendirilmiş, doğurganlık kültüyle yakından bağlantılı görülmüştür. İnsan ve aşkın varlık arasındaki bereketi temsil eden boğa, Baal putunu simgeliyordu. Zira boğa aynı zamanda tarım toplumunun bir parçasıydı ve kas gücünden yararlanılıyor olması onu daha da önemli hale getirmişti. Bölgenin en önemli bereket tanrılarından biri olarak Baal, hem güç hem de toprağın verimliliğini garantileme endişesinin simgesel olarak bir külte ve puta dönüştürülmüş halidir.

Baal putu Kuranda doğrudan bir defa geçmesine rağmen Tevrat’ta yaklaşık 70 kez geçmektedir ki bu durum Sami kültür ve inanç tarihinde meselenin ne denli merkezi önemde olduğunu göstermektedir. Kuran’da Baal putu yanında geniş yer bulan gerek buzağı meselesi gerekse Bakara suresinde anlatılan “ineğin kesilmesi Tevrat ile büyük benzerlikler taşımakta, her iki metin arasında önemli olmayan çok küçük farklılıklar bulunmaktadır.

Mezopotamya’da bir külte dönüşmesi aslında köken itibariyle Sümerlere kadar geri götürülebilse de temelde Sami topluluklardan Fenikeliler, Ugaritler, Akadlar, Kenanilerin panteonlarındaki yaratılış mitolojilerine konu olmuş önemli paganik bir külttür. Baal, Mezopotamya bölgesinin bir miti iken özellikle İbrânîlerin Kızıldeniz’den karşıya geçip bölge halklarıyla temaslarından sonra büyük bir tapınma tutkusuna dönüşmüştür. Baal, suların yağmur olarak yararlı yanını temsil etmektedir.

Yukarıda isimleri zikredilen her üç peygamber üzerinden İbraniler, İsrail oğulları ve Yahudilerin sığır ve boğa cinsinden put kültüne karşı verdiği büyük mücadeleler Kuran’da çok geniş olarak anlatılırken, verilen onca uğraşa rağmen Baal kültünün kesintiye uğramaması ve zamansal olarak devamlılığı çok fazla mesafe alınamadığının da göstergesidir.

Hatırlanacağı üzere, Hz. İbrahim, Kuran’da putlara karşı verdiği mücadelede put hanedeki tüm putları kırıp elindeki baltayı en büyük putun boynuna geçirirken akıl ve mantık ölçüleri içerisinde taptıkları putun hiçbir yakarışa cevap veremeyeceğini söylemektedir. Söz konusu kıssada en büyük put hakkında fazla bir bilgi olmasa da başka ayetler içinde verilen bilgilerden, Hz. İbrahim’in yaşadığı coğrafyada Baal kültünün bulunduğunu çıkarmak hiç de zor değildir. Diğer yandan Hûd Sûresi 72. âyette Hz. İbrahim’in eşi, kocası hakkında “Baal” ifadesini kullanmaktadır ki en azından bunun dilsel bir kısım imaları bulunmaktadır. En azından bu ayette kelimenin kullanımı teolojik değil linguistiktir.

Kelime Kuran’da sadece putun adı olarak geçmez aynı zamanda koca ve eş anlamında hem tekil formda ba’l şeklinde (4/128; 11/72) hem de çoğul formda buûle şeklinde (2/228; 24/31) kullanılmaktadır ki Hud suresinde geçen kullanım da tekil halini yansıtmaktadır. Kelimenin her iki anlamının da İbraniceden Arapçaya intikal ettiği ve dahası İbranicenin de içinde yer aldığı Semitik dillerin tamamında (Aramice, Akadça, Süryanice, Habeşce ve Kenani dillerinde) “Beel, Baâl, Bel, Baal” şeklinde yer aldığı görülmektedir. Bu nedenle Kuran tarafından hem bir inanç biçiminin tarihsel gerçekliğine hem de dilsel ve kültürel bir olguya işaret etmektedir ki büyük Sami geleneğinin 7. Yüzyıl Mekke ve Medine’sini etkilediği varsayılabilir.

Kur’an açısından Hz. İbrahim ile başlayan İbranilerin yolculuklarını ima eden bütün kıssalar ve ilgili kelimeler bir başka Sami peygamber Hz. İdris ile ilişkili olarak doğrudan dile getirilen Baal kültü arasında sembiyotik ilişki en çok Hz. Musa kıssası bağlamında görülür. Ancak bunun anlaşılması için Baal kelimesinin geçtiği ayete kısaca bakalım.

Kronolojik olarak Hz. İbrahim ve Hz. Musa’dan sonra yaşadığı anlaşılan Hz. İdris bağlamında Baal putunun tarihsel gerçekliğine işaret eden tek kullanımlık ayet Sâffât suresi 37/125’de geçmektedir:

  •  (اَتَدْعُونَ بَعْلًا وَتَذَرُونَ اَحْسَنَ الْخَالِق۪ينَۙ)
  • “O mükemmel Yaradanı bırakıp hala Baal (putun)’a tapmaya devam mı edeceksiniz?”

Müfessirlerin kahir ekseriyeti ayeti Hz. İlyas’ın kavminin taptığı ilâhın adı olarak açıklamış ve yine büyük çoğunluk onu Yemenli bir ilah olarak nitelemişlerdir. Eş/koca ve efendi anlamına gelen kullanımları ise daha çoktur ve bu kullanımların hepsi Medeni surelerde geçmektedir. (Bakara 2/228, Nisa 4/128, Hud 11/72, Nur 24/31). Hz. Peygamberin hadislerinde de kelime put anlamından ziyade eş ve koca anlamında kullanılmıştır.

Baal kültünün Kuran’da en fazla işlendiği kıssa Hz. Musa ile ilgilidir. Kıssasının anlatıldığı ayetlerde ( الْعِجْلَ ), ( بَقَرَةٌ ), (ذبح) ve (حِطَّةٌ) kelimeleri oldukça merkezi önemde olup, bu ifadeler simgesel değeri yüksek olan sığır ile ilgili çok fazla çağrışıma sahiptir. Pek çok ayette İsrailoğullarının göçleri ve karşılaştıkları pagan kültü, Baal’e duyulan zafiyet ve bu zafiyetin sembolü olan sığıra temas edilmektedir. . Özellikle (لْعِجْلَ) kelimesi, Kur’ân’da Yahudilerin tevhide karşı gelmelerinin bir sembolü olarak yedi farklı yerde geçmektedir. (Bakara, 2/51; 2/54; 2/92; 2/93; Nisa 4/153; Araf 7/148 ve 7/152).

Özellikle Bakara suresinde çok teferruatlı bir şekilde anlatılan inek/öküz hayvanının kesilmesine yönelik İsrailoğullarının emredilen zebih onlar tarafından çok şiddetli bir şekilde karşı çıkılmasının nedenleri arasında Baal kültünün etkisi de olmalıdır. Hz. Musa’nın buzağıya tapınmaları karşısında onlara verilen cezanın “kendilerini ya da birbirlerini öldürme” şeklinde çok ağır bir cezaya çarptırılmaları Peygamberlerin tek tanrı inancı üzerinde niçin bu denli önemsediklerinin de cevabını vermektedir.  Allah’ın inek kesme (zebih) emrinden sonra kavminin Hz. Musa’ya, “Sen bizimle alay mı ediyorsun!” şeklinde başlayan ve “Nasıl bir hayvandır, ne renktir, özellikleri nelerdir?” türünden sorularıyla devam eden ısrarlı yaklaşımları, müfessirler tarafından İsrailoğulları’nda ineğin farklı bir konumunun olduğu/olabileceği şeklinde değerlendirilmiştir. Ancak ineği kesmelerinin ardından onların iç dünyalarıyla ilgili dile getirilen “sonunda onu kestiler, fakat kesmemek için de ellerinden geleni yaptılar.” (فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُوا يفَْعلَُونَ) cümlesi oldukça ilginç imalara sahiptir.

Kur’ân kıssaları arasında çok büyük bir yekûn tutan Hz. Musa’nın, esaretten kurtardığı İsrail oğullarının Kızıldeniz’i geçtikten sonra Mezopotamya bölgesine geldikleri anlaşılmaktadır. Burada yaşayan Kenanilerle karşılaşmaları sonucunda sığır putuna taptıklarını görmüşler onlar da aynı pagan coğrafyasının etkisinde kalarak bir süre sonra Baal tanrısının imgesi olan buzağıya tapmaya yönelmişlerdir. Pek çok sure ve ayette Hz. Musa kavminin yaşadığı olaylar, takındıkları tavırlar ve söylenceleri adı geçmese de Baal kültü ile doğrudan ilintili olup özellikle buzağı üzerinden sembiyotik bir ilişkiyi yansıtmaktadır.

Baal putunun menşe olarak Hz. İbrahim’in yaşadığı söylenen Ugarit bölgesine aidiyeti Hz. Musa’nın Mısır’da ki varlığı ile ayrı bir evreye girmiş görünmektedir. Zira Hz. Musa ve İsrailoğullarının Mısır’da kaldıkları süre boyunca burada çok yaygın olan Apis öküzü kültünden etkilenmiş olmaları büyük ihtimaldir. Bu bağlamda Mısır’da tarım tanrısı Osiris’in boğayı imgelemesi, İsis’in ise ineği sembolize etmesi dikkate değerdir. Çünkü, o dönemde Mısır tarım toplumu olduğu için güç ve kudret boğa ile inek tarafından simgelenmektedir. Mitolojiye göre Osiris İsis'e âşıktır. Yani İsis hem Osirisin eşi hem kardeşidir ve İsis bir plan kurarak eşi Osiris'i kral yapar. İbranilerin daha önce Kenan bölgesinden Mısır’a gittikleri düşünüldüğünde aynı topraklara Hz. Musa eliyle geri gelmeleri aynı kültün figürüne tapmalarının hangi motivasyonla gerçekleştiğine dair fikir vermektedirElmalılı H. Yazır da İsrailoğullarının ineği kutsal saymalarının nedeni olarak Mısırlılara dikkat çekmektedir. (Hak Dini, 1/489)

Mısır’da tabiatı yönettiğine inanılan Baal kültünün imgesi olan buzağıya Hz. Musa’nın Tûr Dağı’na gittikten sonra kırk günden daha kısa sürede tapınmaları bu imgeyi daha önce tanıdıklarını göstermektedir. Konu Taha suresinde (20/83-97), Yahudilerin Kızıldeniz’i geçip Hz. Musa’nın Tûr Dağı’na çıkmasını anlatan ayetlerde detaylı olarak işlenmektedir. Samiri’nin bir buzağı şeklinde put yapması ve neredeyse bütün İsrailoğullarının bu buzağıya tapmaları, öncesinde Mısır topraklarında alışık oldukları pagan kültürünün bir gereği olmalıdır. Baal kültü eski Mısır coğrafyasında da biliniyor olmalıdır. Bu mitolojik inanışın çağlar boyu Mezopotamya, Mısır ve Kudüs arasında bir geçişkenlik sağladığı söylenebilir. Tarihi ve arkeolojik bilgiler bunu desteklemektedir.

İsrailoğullarının buzağıya tapınmasını anlatan Kuran ayetlerden birinde (2/93) çok çarpıcı bir hakikat dile getirilmektedir: “Buzağı sevgisi zerrelerine kadar işlemişti” (وَاُشْرِبُوا ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْۜ) denilmektedir. Onların bu hayvan sevgisi ve tapıcılığı içlerinden hiç çıkmamış, daha öncesinde sahip oldukları buzağı sevgisini üzerlerinden hiç atamamış olmaları salt puta tapıcılık isteği ile açıklanabilir görünmüyor. Başka nedenleri de olmalıdır.

Ayrıca İsrail oğulları kırk yıl yerleşik hayattan mahrum bırakılmışlardır. (Maide, 5/26) Kur’ân çölde özgür bir şekilde yaşayan, bıldırcın ve kudret helvası yiyen İsrailoğullarının ısrarla bir şehre girmeyi istemelerini ( قَالَ اَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذى ھُوَ اَدْنٰى بِالَّذى ھُوَ خَیْرٌ ) “Daha düşük bir şey istediniz.” (Bakara, 2/61) olarak nitelemesi onların yerleşik değil göçebe bir yaşam içinde olduklarını, bu nedenle tarım toplumuna henüz geçmemiş olduklarını da ima etmektedir. Zira İsrailoğullarının tanrısal yiyecekler karşısında Hz. Musa’dan farklı bir talepte bulunmaktadırlar. Tarım toplumunun gereğini yerine getirmek yerine bunu da Musa’nın Tanrısından istemektedirler:

“Bir zamanlar siz de: “Ey Mûsâ! Tek çeşit yemeğe artık dayanamayacağız. Bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiği şeylerden; sebze, kabak, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın!” demiştiniz.” (Bakara 2/61)

Yahudilerin talep ve tutumlarının Kur’an tarafından düşük şeyler olarak görülmesi ve onların tehdit edilmeleri, bölgenin tarım kültürüyle yakından ilgilidir. Kıssadaki kelimelerle semiyotik ilgi kurulduğunda Allah’ın onlara günlük bıldırcın eti ve kudret helvası göndermesine rağmen onların buna karşılık kabak, sarımsak, mercimek ve soğan gibi şeyler istemeleri Kuran tarafından kınansa da bu tarım ürünlerinin ekim ve hasadının Yahudiler tarafından taleb edildiğine de hamledilebilir. Çünkü Kuran’da iki yerde (Bakara 2/58, Araf 7/161) geçen ve “bağışlama” anlamına gelen hıtta (حِطَّةٌ) emrine rağmen İsrailoğullarının Nebati dilinde “buğday” anlamına gelen “hınta” (حنطة) demelerinin (Elmalılı, 1/473) bir anlamı da bu olmalıdır.

Görüldüğü üzere bir Sami geleneği olan Baal kültünün Kuran’da oldukça derin izleri bulunmaktadır. Ancak yine de İslam gelmeden önce Mekke ve Medine’de yaşayan ve onlarca puta tapan pagan Arapların Baal adında bir putları yoktur. İbn-i Kelbî’nin (ö. 204/819) Esnâm adlı eserinde Arap yarımadasındaki bütün putlar anlatılırken bu putun adı geçmemektedir. Kuran’da geçmesine karşın Hicaz bölgesine Baal putunun bulunmaması aslında bölge halkının tarım toplumu olmamasıyla doğrudan ilgilidir. Arabistan’ın kuzey bölgelerinde de varlığının kısıtlı olması, mevcut putun tarım toplumlarında bulunması ve vahyin nazil olduğu coğrafyada tarımın sınırlı olması bu nedenledir. Özellikle Mekke bölgesinin putları arasında Baal putunun kendine yer bulamaması Mekkelilerin bir tarım toplumu olmayıp, ticaret toplumu olmasıyla açıklanabilir. Halbuki bunun tersi, Güney Arabistan’da koca ve  anlamlarından bağımsız olarak efendi, rab ve sahip anlamlarında Baal’in varlığı, bu coğrafyada tarımın yaygınlığı nedeniyle olmalıdır.

İslâm’ın ortaya çıktığı dönemlerde Mekke’de kendisine ibadet edilen Hübel putunun bereket sağlayıcılığı özelliğine bakılırsa kısmen Baal putunun fonksiyonunu hatırlattığı söylenebilir. Cahiliye Arapları gündelik işlerinde, rızık ve bereket gibi taleplerinin karşılanmasında aracı tutulan putlardan biri Hubel putudur. Dolayısıyla Ba‘l inancının bir uzantısı olduğu söylenebilir. Bu yargıyı destekleyen başka veriler de bulunmaktadır.

Kaynaklar, Kureyş’ten önce Mekke’de yaşayan Huzâa kabilesinin, Yemen’den gelip Mekke’ye yerleştiğinde Hübel putunu da beraberlerinde getirdiğini söylemektedir. Her ne kadar Hübel’in Huzâa kabilesinin reisi olan Amr b. Lühay’in, ticarî faaliyetler için gittiği Suriye bölgesinden getirdiği yönünde görüşler varsa da özellikle modern dönemde Yemen’de yapılan arkeolojik kazılarda bölge halkının inandığı düşünülen Aştar ve Ba‘l putlarının da olduğu belgelenmiştir.

Öte yandan Taberî, Baʻl isminin Yemenliler tarafından kullanıldığını, kelimenin “ilâh, rab, bir şeyin sahibi, Baʻl putunun adı, eskiden Allah’ı bırakıp kendisine ibadet edilen ve muhtemelen bereket tanrıçası olan bir kadının ismi, kadının kocası” anlamlarına geldiğini belirtmektedir. (Camiü’l-beyan, 19/611-619). Süyûtî de Yemen ve Ezd kabilesi lehçelerinde “baʻl” kelimesinin “rab” anlamına geldiğine dikkat çekmektedir. Ayrıca Saffat suresi tefsirini yapan müelliflerin büyük çoğunluğunun Baal ile ilgili yorumlarında Yemen’e vurgu yapmaları bu görüşü desteklemektedir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hz. Hatice’nin evi üzerine

Bir önceki yüzyılda, Suudiler iki büyük kötülük yaptılar. Birincisi büyük bir kültür mirasının tarihi izlerini tamamen yok edip ortadan kaldırdılar, ikinci ve daha önemlisi, özellikle 19. Ve 20. Yüzyılda ortaya çıkan arkeolojinin imkanlarından yararlanmayı tümden yasaklayıp güya kutsalı koruma bahanesinin arkasına sığınarak hem kutsal şehri mahvettiler hem de ceplerini doldurdular. Son dönemde büyük bir şamatayla duyurulan bir kitabın yayınlanması bağlamında bu kötü izlenimi ortadan kaldırmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Söz konusu kitap, Hz. Hatice’nin ve dolayısıyla nübüvvetin en önemli tanıklıklarından biri olan evin hikayesi. Kitabın yayınlanma gerekçesi ve içeriği ise Mekke’de yapılan bir arkeolojik kazının ürünü olması. 2014 yılında yayınlanan kitabın adı The House of Khadijah bint Huwaylid. İngilizce ve Arapça olarak iki dilde basılan ve piyasaya sürülen kitabın üzerinde yazar olarak görünen isim A. Zeki Yamani imzasını taşıyor. Önce kitabın yazarından başlayalım. Kimdir Ze...

Kuran’da “zenim” kelimesinin anlamı üzerine

Kur’an’da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… Hem kel hem fodul ve üstüne üstük piç… Ama tabii meale öyle yazamazsınız. ‘Soysuz’ yazacaksınız. Aç. Adres de vereyim. Ferrâ’nın ‘Meâni’l-Kur’ân’ını aç, İbn-i Kuteybe’yi aç, nereyi açarsan aç. Nesebi bilinmeyen, onun bunun çocuğuna ‘zenîm’ denir Arapça‘da. İlahiyatçı yazar, Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından ilk kez 2020 yılında bir konuşmada dile getirilen bu ifadeler geçtiğimiz günlerde bir kısım farklı muhatapların konuya dahil olmasıyla tartışmayı daha da alevlendirmiş ve bu tartışmalar boyunca Kuran sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Tartışmanın odak noktası, Kalem suresi 13. Ayette geçen zenim ifadesinin piç anlamına gelip gelmemesidir. Öncelikle Öztürk gibi velut b...

Mekke'nin karanlık yılları

İslam ve Kuran’ın Mekke dönemi hem dinin ve kutsal metnin oluşum ve inşa evresinin hem de her ikisini tebliğ eden Hz. Peygamberin yaşamının çok büyük bir bölümünün geçtiği en uzun dönem olmasına rağmen hala bilinmeyenlerinin bilinenlerden çok olduğu bir  dönemdir. Bunu anlamanın en kestirme iki yolu vardır: biri Mekke kronolojisine bakmak, diğeri de Medine dönemi ile karşılaştırmaktadır.  Önce Mekke kronolojisini yansıtan şu tabloya bakalım: Sene MEKKE DÖNEMI KRONOLOJİSİ 570 Hz. Peygamberin doğumu ve Süt anneye verilmesi 571   572   573   574 Annesi Amine’ye iade edilmesi 575 Amine’nin ölümü ve Dedesinin himayesine verilmesi 576   577 Dedesinin ölümü 578 Ebu Talib ile Şama gidiş 579   580 ...

Büyük İskender’in Kuran’da ne işi var?

Başlıktaki ifadeden, meseleyi egzajere etmek ya da kutsal kitabımızı sorgulamak için kullanılmadığı sadece onu anlamak ve açıklamak gibi bir halis niyet taşıdığından emin olunmalı ve konuya yaklaşımımız belli bir müsamaha ile hoş görülmelidir. Aslında başlıktaki sorunun cevabı hiç de zor değildir. Zira Kuran’ın zamansal olarak tarihi şahsiyetlerden bahsetmesine ilişkin yakın ve uzak pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin Kuran’dan 30 yıl önce yaşamış Ebrehe’den bahsedilmesi, daha önce ashab-ı uhdut ’tan ya da 6 asır önce Hz. İsa’dan bahsetmesi nasıl mümkünse 9 asır önce MÖ. 356-325 yılları arasında yaşamış dünya tarihinin en istisnai isimlerinden İskender’den bahsetmesi de ilkesel olarak pekâlâ mümkündür. Ancak konumuz tarihi bir şahsiyet olarak Büyük İskender’in bizatihi kendisi olmadığından, özellikle Kuran’da anlatılan Zülkarneyn’in kimliği bağlamında ondan dolayısıyla bahsedilecektir. Kehf suresinde 83-98 ayetleri arasında adı üç defa geçen Zülkarneyn’den doğuya ve batıya seferle...

Kur'an ve İranlılar -VIII-

Kur’an’a özgü yalın ifadelerden biri olan esatirü’l-evvelin  ilginç bir kullanım olduğu kadar aynı zamanda bir izlek olarak Kuran ve İranlılar ilişkisini kısmen de olsa deşifre edici özellikler taşımaktadır. Usture kelimesinin kökeni Yunanca, Aramice ve Süryanice dillerine dayanıyor. “Tarih” anlamına gelen  historia  ya da  storia ’ dan Arapça geçmiş ve Kur’an’da da kullanılmıştır. Evvelin ifadesi ise “geçmiş milletler”, “ilkel topluluklar” anlamıyla bir terkip halinde daha çok “eskilere ait efsane ve masallar" anlamında olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Bu ifadenin geçtiği 9 farklı yerde ikili bir anlam konseptinde kullanılmıştır: Biri öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayan Mekkeli paganların bunu eskilerin masalları olarak nitelemeleri (Mü’minun 23/81-89; el-Furkan 25/5), diğeri ise Kuran’da büyük bir yer tutan kıssaların benzerlerini kendilerinin de uydurabileceklerini söyleyenlere karşı bir meydan okuma bağlamında geçmektedir: ·     ...